Cumhuriyet ve demokrasi

Cumhuriyet ve demokrasi

Tanzimat’tan itibaren ve oldukça trajik bir tarihsel süreç içerisinde, Osmanlı’nın kozmopolit toplumunun yerine bir Müslüman ulus/millet oluşturulur. Aynı yurtta yaşayan, aynı dili konuşan, ortak bir yazgıyı paylaşan ama birinin yüzü Doğu’ya diğerininki ise Batı’ya dönük iki toplum. Birisi modernleşme ve bunu sağlayacağına inandığı Batılılaşmaya bel bağlarken, öteki kalkınmayı ve dindarlığı korumayı esas alır.

Tanzimat’tan itibaren ve oldukça trajik bir tarihsel süreç içerisinde, Osmanlı’nın kozmopolit toplumunun yerine bir Müslüman ulus/millet oluşturulur. Ancak bu ulus adeta iki sarmal kod gibi dindar ve laik sosyolojilere bölünmüştür. Aynı yurtta yaşayan, aynı dili konuşan, ortak bir yazgıyı paylaşan ama birinin yüzü Doğu’ya diğerininki ise Batı’ya dönük iki toplum. Birisi modernleşme ve bunu sağlayacağına inandığı Batılılaşmaya bel bağlarken, öteki kalkınmayı ve dindarlığı korumayı esas alır.

Bir de arada olanlar var; kimi arada kalmış olsa da kimisi ise arâfta olan, yani yüksek bir bakışa, irfana sahip olanlar. Çokça karıştırılsa da bu iki durum, arada kalmışlık bir kararsızlığı veya tereddüdü ifade ederken, arâfta oluş karşıtlığa dayanan çatışmaları aşmayı ve akilane bir tutum izlemeyi esas alır. Tarihin ve sosyolojilerin baskılarının dışındaki bir bilinçli bir tutumu, karşıtlaşmaların mekaniğini aşan bir tür üçüncü yolu tercih eder. Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Kemal Tahir, Atilla İlhan, İdris Küçükömer, Stefanos Yerasimos gibi şahsiyetler; ki Yerasimos bir kitabında Anadolu coğrafyasının Doğu ile Batı arasındaki bu ara ve denge konumundan söz eder.  Bu ara durumu ya da bir irfanî/yüksek bakışı yakalayabilenler, Doğu ve Batı arasındaki dengeyi de sağlayabilenlerdir. Bu anlamda tarih boyunca Afro-Avrasya kıstağı farklı kültürler arasındaki bir karşılaşma, geçiş ve yüksek uygarlıkların yaratıldığı merkez olmuştur. Günümüzde maalesef bu yön, Batı dünyasının baskısı altında kalmış ve bu etki kadim coğrafyayı taşralılaştırmıştır.

Cumhuriyet, tüm aksi iddialarına rağmen bir kopuştan ziyade sürekliliktir ve Osmanlı tarihinin yüz yıllık döngülerinden birisi olarak da mütalaa edilebilir. Bu sürekliliğe rağmen toplumu neredeyse ortadan yaran bölünme, bir dengede tutulabildiği takdirde yarattığı gerilimle çatışma yanında dinamizm de üretebilirdi.

İMPARATORLUKTAN ULUS DEVLETE KIRILGANLAŞAN SOSYOLOJİ

Anadolu’da oluşan bu bölüntünün tarafları arasında ortak bir kültür olsa da, bu kültür artık kendi dengesini, uzlaştırıcı ve üretken niteliğini kaybetmiş durumda. Bugün, Roma, Bizans ve Osmanlı sistemlerinin sağladığı bir dengenin oldukça uzağındayız ve bu jeopolitik boşluk bölgedeki halkları baş edemedikleri ve sonu gelmez çatışmalara sürüklemekte. Osmanlı çöküşünün yol açtığı ya da bu inisiyatifi yitirdiği için çöken Osmanlı’yı ikame etmek isteyen Cumhuriyet ise henüz böldüğü bir tarih ve sosyolojinin ötesine geçebilecek demokratik, yani farklılıkları gözeterek ortaya çıkan içsel sorunları aşabilen, dahası Doğu ile Batı arasında bir buluşma ve dengeyi sağlayabilecek irfanı üretebilmiş değil.

Paradoksal bir biçimde Anadolu’yu tarihinde ilk defa bütünüyle Müslümanlaştıran, yani Müslüman bir sosyoloji oluşturan Cumhuriyet, bu yönüyle “homojen” bir ulus yaratmış olsa da, kozmopolit bir toplumsallığın dengesinden ve üretkenliğinden de uzaklaşmıştır. Beri yandan yaşanılan coğrafi parçalanma ve daralma ise toplum açısından çoğu bastırılmış, unutturulmuş hikâyelere dayanan trajedi ve travmalara da yol açmıştır.  Bütün bunları dikkate alınca toplumun her kesimi açısından Cumhuriyet’in yüzüncü yılı denilince aynı duygu ve düşüncede olmaktan söz etmek de mümkün değil.

İmparatorluktan ulusa geçiş, bir taraftan da “Tanzimat-ı meşrutadan Cumhuriyet-i mutlaka”ya geçiş, yani ilerlerken gerilemektir. Osmanlı modernleşmesinin kendi izleğindeki ağır aksak gidişatın uğradığı kopmanın yarattığı travma, oluşturulan keskin yenileşme üslubunun kazanımlarıyla tartıldığında hangisinin hayırhah olduğu elbette ki tartışmalıdır. Özellikle de bu geçiş sürecinin askeri bir kadro önderliğinde yürütülmesi, mevzuya bakışın biçimselleştirildiği, tüm Osmanlı bakiyesi coğrafyalara sirayet eden otokrasilerin ve sosyolojilerin kırılgan kimyalarını baskılayan modernleşme çabalarının hoyratlığıyla, bölgede sonu gelmeyen çatışmalara ve egemenlik kavgalarına da yol açmıştır.

Cumhuriyet, tüm aksi iddialarına rağmen bir kopuştan ziyade sürekliliktir ve Osmanlı tarihinin yüz yıllık döngülerinden birisi olarak da mütalaa edilebilir. Bu sürekliliğe rağmen toplumu neredeyse ortadan yaran bölünme, bir dengede tutulabildiği takdirde yarattığı gerilimle çatışma yanında dinamizm de üretebilirdi. Hatta “Kemalist ilkeler” manzumesi olarak da kabul edebileceğimiz CHP’nin altı oku ise bir ayrışmadan ziyade uzlaşıyı da sağlayabilirdi. Orada sorun teşkil eden tek ilke laikliktir belki ama cari uygulama Fransa’dan ziyade Osmanlı’yı da andırır. Zira Cumhuriyet din işleriyle devlet yönetimini tam anlamıyla ayırmayıp, dinî teşkilatı Osmanlı’daki gibi devlete bağlı tutmuştur. Belki bunda ipleri elinden kaçırma endişesi güdüldüğünden söz edilebilse de, Osmanlı’yı Bizantinist geleneğe bağlayan bir süreklilik ve endişe de söz konusudur. Giderek etkinleştirilen bu teşkilat modern (biyopolitik) bir siyasal araç olarak da kullanılmakta.

Cumhuriyet, modernleşmeci ve halkçılaşmacı iddialarına karşı, Osmanlı patrimonyalizmini, halkı yönetimden uzak tutan bir liderler kuşağı ve seçkinler zümresi yoluyla sürdürür.

TOPLUMU ANLAMAYA CUMHURİYET

Sindirilemeyen veya gerilime yol açan birkaç “devrim”den birisi de alfabe değişikliğidir ki Fransız düşünürü Jacques Derrida bunu duyduğunda irkilir ve bunu, bir “harf darbesi” olarak tanımlar. Bununla aynı bağlam içerisinde mütalaa edilemeyecek olan dilin sadeleşmesi ise, aşırılıkları giderek törpülenen kültürel bir gerekliliktir ki bu ihtiyacın daha 1900’lerden itibaren başlayan gelişimi, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişi sağlayan Mehmet Âkif’in kendisinin ve kuşağının edebiyatında izlenebilir.

Cumhuriyet, modernleşmeci ve halkçılaşmacı iddialarına karşı, Osmanlı patrimonyalizmini, halkı yönetimden uzak tutan bir liderler kuşağı ve seçkinler zümresi yoluyla sürdürür. Bu ise bir yönetici sınıfın (“kadro”nun), hatta Cumhuriyet özelinde “kurtarıcı” (münci)’nın yönetimidir. Sorun ise sadece modernleşme arzusu değil, aynı zamanda buna eşlik eden bir ipleri elden kaçırma endişesidir. Kısmi bir demokratikleşme Demokrat Parti sonrasında gerçekleşse de bu temel düstur, yani siyasetin toplumsal katılımla sürdürüldüğü demokratik anlayışla mesafe ısrarla korunur. Yüz yıllık geçmişine rağmen bin yıllık bir gelenekten kopulamaz ve siyasetin toplumsal katılıma dayanan demokratikliğe geçiş de sağlan(a)maz. Öyle ki Mustafa Kemal’in güçler birliğine dayanan siyasal eğilimi 1960 Anayasası’yla değişime uğrasa da, günümüzde de sistem yeniden güçler birliği (Cumhurbaşkanlığı sistemi)’ne evrilmiştir.

Halkın sisteme tepkisi ise yenileşmelerden ziyade dayatmalara ve üslubun sertliğinedir. Devrimleri gerçekleştiren kadronun askeri ağırlığı, meseleyi karmaşık sosyolojik gerçeklikler yerine, askeri bir bakışın düzlüğü ve buyurganlığı çerçevesinde ele aldığında, toplumu işin içine dahil eden yumuşak bir tutum yerine uygulanan sert ve acul üslubun kaçınılmazlığı, sinik bir tepkiyle karşılanacaktır. Kaldı ki sivil bir bakış, bu denli bir sertlik ve çatışma yaratmaksızın benzeri değişiklikleri hem de daha olumlu bir biçimde gerçekleştirebilirdi. Kendilerinden endişe edilen ve üslubun sertliğinin bahanesi olarak gösterilen dindar ya da muhafazakâr kesimler içerisinde de bunları tartışan, oldukça yenilikçi şahsiyetler de bulunmaktaydı ki modernliğin bu Weberyen yüzü ancak 1990’lı yıllarda tartışılmaya başlanacaktır. Farklı bakışların yönelimlerinin ve birikimlerinin dikkate alınmadığı Jakoben bir anlayış, bu birikimlerden yararlanmadığı gibi, bunları israf etmekte de bir beis görmemiştir. Mehmet Âkif, Nazım Hikmet, Halide Edib, Adnan Adıvar, Zeki Velidi Togan gibi isimlerin küskünlükleri bu açıdan oldukça düşündürücüdür.

Ama bu küskünlükler kadar umursamazlıklar da orada kalmış, günümüzde de bu gerilim tam olarak çözülemediği gibi yerini rövanşist duygular ve tavırlara bırakmıştır. Bu ise, toplumsal sorunların aklı başında yollarla tartışılacağı ve farklı kesimlerin katıldığı çoğulcu bir tutumla sürdürülebileceği demokratik bir iklimi imkânsızlaştırmakta. Bu iklimin yokluğunda sorunlar müzakere imkânından çatışmalara doğru sürüklenmekte ve toplumsal gerilimler üretkenleştirilememekte.

Oysa padişahlığın kaldırılması İslamcılar açısından da olumlu ve olumlanan bir gelişmeydi. Ama Cumhuriyet, farklılıklardaki olumlulukları dikkate almadı ve halkı bütünleştirmede başarılı olamadı. Toplumun belli bir kesimini baskıladı ve kendisini kabul ettirmek için zorbaca bir tutum takındı. Bu yolla toplumu bir biçimlileştireceğini, dahası bunun olumlu bir yol olduğunu düşündü; dolayısıyla da farklılıklara gönül indirmedi ve bunların da katıldığı müzakere süreçleriyle toplumu etkin, katılımı mümkün ve çözümleri uzlaşımsal kılamadı. Oysa İstiklal Savaşı toplumsal bir seferberlik ruhuyla gerçekleştirilmişti. Ancak savaşın sonunda ilk Cumhuriyet meclisinin yerini dar bir seçkinler zümresi aldı; bu ise meseleyi toplumsal bir kurtuluş ve istiklâl mücadelesi olmaktan çıkarıp bir iç iktidar kavgasına dönüştürdü.

Aksi iddialara karşı Cumhuriyet tarihi içerisinde ciddiye alınabilecek ne bir padişahlık ne de hilafet talebi olmuştur. Bu konuda dikkate alınabilecek yegâne isyan olan Şeyh Said isyanı ise Kürtlere dönük ayrımcılık ve baskıya, bir asimilasyon endişesine dayanmaktaydı. Kaldı ki padişahlık kadar hilafet de, doğrudan dinî bir esasa dayanmayan, tarih içerisinde zuhur etmiş kurumlardır. Bu kurumların yapısı ise özünde İslam’a uyarlı olmayan, tarihsel şartların özgüllüğü içerisindeki biçimlenmelerdir ki dayandığı nokta da İslam tarihini nebevi gelenekten kopararak saltanatı ve hanedanlığı başlatan ve pek de hayırla anılmayan Muaviye’dir.

Kuran’da siyasetle ilgili bahsi geçen en temel hüküm ise toplumun işlerinin şûra ile yürütülmesidir ki bu ayet ilk meclisin duvarında yer almaktadır. Şûra ilkesi, siyasete toplumsal bir katılımı ve meselelerin tartışmalar, müzakereler yoluyla çözümlenmesi anlamına gelir. Bunun günümüz şartlarında en yakın karşılığı ise cumhuriyetten ziyade demokrasidir. Çünkü demokrasi, siyasete farklı kesimlerin katılımını, çoğulculuğu, örgütlenmelerin tabandan tavana doğru olmasını ve toplumsal sorunların müzakereler, istişareler ve uzlaşmalar yoluyla çözümlenme gerekliliği ve yükümlülüğünü vaz eder. Kaldı ki bu, bakışların çoğaltıldığı bir toplumsal etkinleşmeyi de sağlar. O nedenle günümüzün temel sorunu artık önemini kaybetmiş olan cumhuriyet tartışmaları değil, sistemin demokratikleştirilmesi meselesidir. Öte yandan cumhuriyet de laiklik de tek biçimli uygulamalardan ibaret değil. Şayet Türkiye’de Avrupai anlamda laik bir devlet olması isteniyorsa her şeyden önce neden devlete bağlı bir Diyanet İşleri Başkanlığı olduğu tartışılmalıdır. Kaldı ki Avrupa ülkelerinde de bu konuda bir biçimlilik yok.

Belki de asıl üzerinde konuşulması gereken asıl husus, 1876’daki ilk meclisten bu yana 150 yıl, Cumhuriyet’ten bu yana yüz yıl geçtiği halde Türkiye’nin neden hâlâ demokratikleşemediğidir.

ASIL OLAN SAĞLIKLI BİR TOPLUMSAL MUTABAKATTIR

Belki de asıl üzerinde konuşulması gereken asıl husus, 1876’daki ilk meclisten bu yana 150 yıl, Cumhuriyet’ten beri de yüz yıl geçtiği halde Türkiye’nin neden hâlâ demokratikleşemediğidir. Türkiye demokrasiye geçmedi çünkü bu, Kürtlerin de dindarların da siyasal sisteme dahil edilmesini sağlayabilecek bir çoğulculuğa geçiş anlamına gelmekteydi. Zaten Cumhuriyet’in muhalifleştirdiği başlıca kesimler Kürtler, Aleviler ve dindarlar. Bu ise doğrudan onların kararı ve tavrı olmaktan ziyade, sistemden dışlanmalarından kaynaklanmakta. Yoksa bundan temelde demokrasiye ve cumhuriyete karşı oldukları gibi bir anlam çıkarılmamalı. Öte yandan 28 Şubat süreci akabinde dindarlarla barışılsa da Kürtler ve Alevilere yönelik dışlayıcı tutum sürmekte. Öyle ki kurucu askeri bakışın dar ulusalcı yaklaşımıyla Kürtlerle medeni, insani ve İslami yoldan barışçıl bir birlikteliğin zemini aranmaktansa, onları ayrılıkçılaştıran bir düşmanlığa sürüklenilmekte, ardından ise bu sürdürülemez duruma karşı mücadele etmek için, en temel ihtiyaç olan kitap kâğıdını bile üretemezken ihalar ve füzeler gibi silahlar üretmenin mecburiyetine veya övüncüne savrulunmakta.

Türkiye siyasetinin iki ana aktörü olan laikler ve dindarlar bu süreç içerisinde birbirlerine karşı üstgelmeleri yaşadılar ve şu gerçekle yüzleştiler: toplumun kurtuluşu sadece bir kesimin kurtuluşuyla gerçekleşemez. Zira içerisinde bulunduğumuz ve demokratik bir toplumsallığa geçişi sağlayamadığımız o kritik eşiğin ve krizin aşılması, bunun da ötesinde genel bir kurtuluş ikliminin gerçekleşmesi ancak tüm toplumsal kesimlerin de bu sürece dahil olmaları ve asgari özgürlüklerinin sağlanmasıyla mümkün olabilecektir. Özgürlükler ise kimsenin kimseye bahşettiği bir şey olmayıp, insanlığımızın bir gereğidir. Hatta geçtiğimiz yüzyılın en bilge şahsiyetlerinden biri olan Gandi’ye göre asıl olan özgürlüktür ve özgürlüklerin olmadığı bir yerde bağımsız olmanın bir değeri yoktur. Çünkü özgürlükleri ikincilleştiren bağımsızlıkçı bir yaklaşımla etkin ve bilinçli bir toplum inşa edilemez ve çokça eleştirilen padişaha olan “kulluk”, modern liderlere karşı da sürdürülür.

Şunun da farkına varmalıyız ki modernleşme olsun, dinin yaşanması veya dillerin serbestçe konuşulması olsun, ötekine rağmen ve ötekine galebe çalarak, dahası ötekinden kurtularak değil, toplumsal bir mutabakatla, insanlaşmamız ve medenileşmemizle gerçekleştirilebilecektir.

Bu kıymetin farkına var(dırıl)mayan kitleler ise güdümlü ve baskıcı bir cumhuriyetle yetindirilmektedir. Hatta çok da zorlanılırsa darbeler yoluyla kitleler yeniden hizaya sokulmakta ve özgürlüklerin silindiği bir bağımsızlık söylemiyle vesayetleri ellerinden alınmaktadır. Öyle ki en sonunda bu darbecilik geleneğine muhafazakâr/dindar kesimler de başvurdu ve iktidar kavgalarını bunun üzerinden sonuçlandırmaya çalıştılar. Bu zihniyet ise maalesef bizi hâlâ atlatamadığımız bir siyasal kriz içerisinde tutmakta. Bunu, içerisinde yaşadığımız süreci biraz da İttihatçılardan ve hatta Yeniçeri komplolarından beri gelen ve siyasetin olağandışı araçlarla belirlenebileceğine dair bir zanna dayanan ama gerçekte sadece siyaseti değil, toplumu da çığırından çıkaran bir zihniyet ve hatta gelenek bağlamında anlamak da mümkün. Kaldı ki buna yol açanın, egemen seçkinlerin bakışından başka türlü bir ihtimale ve yola, hiçbir toplumsal temsil ve katılıma imkân bırakmayan padişahlık sistemi ve bir ölçüde onu izleyen cumhuriyetçi otokrasi olduğu da söylenebilir.

O nedenle bu tür siyaset dışı araçları sistemi krize sokacak bir biçimde kullanmaya çalışmak yerine, yüz elli yıllık bir tecrübenin acı da olsa deneyimlerinden yararlanılarak, akılcı, demokratik, yargının bağımsızlığına ve insan haklarına riayetkâr bir uzlaşıyı sağlamamız gerekiyor. Kaldı ki bu sadece ülke içi bir mesele de olmayıp, burada üretilecek bir olumluluğun tüm İslam dünyasına ve Batı dışı dünyaya örneklik teşkil etmesi gibi bir yanı ve sorumluluğu da var. Ulus devlet modeli, cumhuriyetçi bir biçimsellikle bağımsızlık mücadeleleri içerisinde bir işlev görmüş olabilir. Ama bu model artık bizi bir adım daha öteye taşıyamıyor. O nedenle daha ilerisine yönelmek ve bu cendereden çıkmak, toplumu bütünleştirmek gerekmekte. Sadece kalkınma, üretim, teknoloji ve şehirleşme çabalarının biçimselliğiyle kalan bir modernleşme, siyasal farklılıkları bütünleştiren demokratik bir uzlaşıyla kemale erdirilmediği sürece içerisinde bulunduğumuz bunalımdan çıkmamız mümkün değil.

Özellikle de İran, Mısır, Pakistan gibi ülkelerin yaşadıkları sorunlara da bakınca, buralarda da aksayan temel ve benzer bir durumun olduğu görülmekte. Sorun ise salt iktisadi yetersizliklerden kaynaklanmamakta. Zira iktisadi fazlaları olan Körfez ülkeleri de benzeri sorunların içerisindeler. Bu sorunun çözümünü sağlayacak olan ise adına ister şûra isterse demokrasi diyelim, ister laik isterse dindar kaygılardan hareket edelim, siyasetin toplumsal tabandan hareket edilerek ve tüm toplumu etkin ve sorumlu kılacak bir biçimde yaygınlaştırılması ve çoğulculaştırılması, farklılıkların uzlaştırılarak barıştırılması ve toplumsal edimlerin güdümlü otokratlıktan ve gösterişçi riyakârlıktan çıkarılarak akılcılaştırılmasıdır.

 

Ümit Aktaş, Yazar


Sitemizin açılışında ilk dosya konusunu “100. Yılında Cumhuriyet” olarak belirledik.
Bu yazı 100. Yılında Cumhuriyet Dosyası‘nda yayımlanmıştır.
Dosyanın diğer yazıları için buraya tıklayınız.

Ümit Aktaş
Latest posts by Ümit Aktaş (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir