Quo vadis teknoloji?

Quo vadis teknoloji?

İnsanlık eskiden ürettiği, icat ettiği tüm teknolojik varlıkların nasıl çalıştığını, yapıldığını bilirken bugün karşımıza blokzincir, yapay zekâ, metaverse” gibi kavramlar çıkınca neden hemen afallıyoruz? Bu teknolojiler çok mu karmaşık yoksa artık teknoloji sadece insanlığa değil de bir grup insana mı ait?

Bugün saniyeler içinde birbirimize mesaj atıyor, yüzbinlerce hikâye (story) paylaşıyor, binlerce saat internete video yüklüyoruz. Tüm insanlığın her an gerçekleşen devasa veri akışını Ay’dan bir uzaylı takip etse dünyanın hücrelerden oluşan bir canlı ağından değil de sonsuz 0 ve 1’lerden oluşan ‘byte’ akışından oluştuğunu zannedebilir.

İnternet ve dijital teknolojiler artık öncesi ve sonrası kestirilemeyen, anın, akışın içinde damarlarımızdan akan kan gibi hissedebildiğimiz ama müdahale edemediğimiz bir sürece doğru gidiyor. Peki neden böyle oluyor?

İnsanlık eskiden ürettiği, icat ettiği tüm teknolojik varlıkların nasıl çalıştığını, yapıldığını bilirken bugün karşımıza blokzincir, yapay zekâ, “metaverse” gibi kavramlar çıkınca neden hemen afallıyoruz? Bu teknolojiler çok mu karmaşık yoksa artık teknoloji sadece insanlığa değil de bir grup insana mı ait?

PLATFORM EKONOMİSİ VE TEKNOLOJİYE ERİŞİM

1995 yılında, internetin ilk günlerinde, Craig Newmark adında San Francisco’lu bir girişimci, arkadaşları için yaşadıkları muhitte yerel etkinlikleri birbirine duyuran küçük bir e-posta dağıtım listesi başlatmıştı. Adı Craigslist olan bu listeler kısa süre internet kullanıcıların mal ve hizmet satmak, çeşitli eşyaları takas etmek, eşya ve emek bağışlamak için birbirleriyle doğrudan bağlantı kurabilecekleri web tabanlı bir platforma dönüştü. Bu belki de şimdinin “platform ekonomisi” dediğimiz şeyin ilk kıpırdanışlarıydı.

Platform ekonomisi devrimci ve özgürleştirici olarak lanse edildi. İlişkiler bu platformlar üzerinden pürüzsüz ve doğrudandı. Herkes etkin bir şekilde hizmet sunmak ve ürün almak için bu platformlara katılabilir ve bunları kullanabilirdi. Bize ışıltılı bir şekilde sunulan bu süreçte, dünyalarımızı değiştirmeye başlayan platform uygulamalarına erişimi takdir ediyor gibiydik.

Amazon’u düşünün, Airbnb, Uber, Spotfy: Bütün bunlar, aslında o ürüne sahip olmadan hizmet sağlayan platform şirketleri olarak ortaya çıktılar. Gündelik bütün ihtiyaçlarımızı bu şirketler üzerinden giderirken, bu şirketler kısa sürede kendi sektörlerini de domine etmeye başladı.

Örneğin taksi ulaşımı, bisiklet kiralama, yemek teslimi, paket teslimi, kuryecilik, yük taşımacılığı gibi hizmetleri Uber ve Lyft sürücüleri, uygulama erişimi için kaydolarak çalışma saatlerini ve yerlerini seçebiliyor, geleneksel taksi şirketlerinin vaat etmediği “özgür” bir ortamda çalışabiliyor. Müşteriler de avuçlarındaki cihazlarından hızlı ve uygun fiyatlı araç çağırabiliyor ya da yemek sipariş edebiliyor. Süper değil mi?

Durun ama; madalyonun bir de öbür yüzü var. Ekonomik olarak ayrıcalıklı tüketiciler olarak bizler, ben bu yazıyı yazarken Ankara’nın her türlü ihtiyacımı “bir tık” ve “bir şık” ile ulaşabiliyorum örneğin, teknolojik yeniliklerin ve isteğe bağlı platform hizmetlerinin sağladığı yaşam tarzının tadını çıkarırken, daha az ayrıcalıklı olan insanlar ve çoğu işçi için durum o kadar da güllük gülistanlık değil. “Yahu hepimizin elinde akıllı telefon var, internete şıkır lıkır bağlanıyoruz her yerde, ne ayrıcalığından bahsediyorsun?” diyebilirsiniz. Ülkemizde metropollerden çıkınca sevdiklerinizle bile kesintisiz konuşamadığınız yerler çoğalıyor ama değil mi? Özellikle çakıllardan oluşan şoselerde bıraktım interneti şebeke az çektiği veya hiç olmadığı için telefon görüşmesi yapamadığınız bile yüzlerce köy biliyorum. Ya dünya ne durumda? Sadece iki veri vereceğim. 8 milyar nüfusa yaklaştığımız küremizde internete erişemeyen 3 milyar insan var. Yani her üç kişiden biri internet ve ona bağlı teknolojilere erişemiyor. Kablolu internet abonesi ise sadece 1.5 milyar dolaylarında. Konuyla belki çok alakasız gelecek ama teknolojiyi aynı internette olduğu gibi başka bir atyapı olarak ele alırsak daha kritik bir meseleye dikkatinizi çekmek istiyorum. Şu an nüfusumuzun 2 milyarı güvenli ve içilebilir suya ulaşamıyor. Yani dört kişiden birimiz sağlıklı sudan muafız. Yani çok temel birçok altyapı ve hizmet oluşturulamamış ve erişilememiş durumda. İnternet gibi temel insani ihtiyaçlarımız küresel ölçekte ulaşmakta zorlanıyoruz, su gibi.

Bu teknolojiler genel anlamda insanlığın faydasına yönelikse neden bu teknolojilerde söz hakkımız olamıyor?

TEKNOLOJİ KİMİN İÇİN?

Biz bu teknolojilere ulaşabilen ayrıcalıklılar olarak sadece “tüketici” bir pozisyonda değiliz kuşkusuz. Bu teknolojilerin üretildiği habitatlar ne durumda peki?Bu alanda çalışan şirketler nihayetinde kâr amacı güden girişimler ve bu nedenle kapitalizmin çok tanıdık olumsuz yönlerini yeniden üretiyorlar. İşçilerin günlük çalışma koşullarının ayrıntılı bir şekilde gözetlemek ve yönetmek için algoritmik yöntemler kullanıyor, her teslimat süresini takip ediyor, her müşteri yorumunu tasnifliyor, işçilerin günlük konumlarını haritalandırıyor, hatta tuvalet molalarının uzunluğunu bile not ediyorlar.  Çalışanların teknoloji aracılığıyla bu denli sıkı bir şekilde kontrol edilmesi bir tür despotik yönetim rejimi değil midir? Çalışanlar, sürekli olarak elektronik gözetim altında tutulduklarının farkına varınca, algoritmanın gözüne girebilmek ve gelecekteki iş emirlerini alabilmek için uygulama ekranlarına yapışıp kalmaya, uzun saatleri ve cazip olmayan siparişleri kabul etmeye hazır olmaya çalışıyor. Yoksa işleri her an ellerinden gidebilir. Bu insanlık tarihinin tozlu raflarına attığımız serflik adeta.

İşyeri yönetimi ve kalite kontrolü herhangi bir istihdam sisteminin makul yönleri olsa da, en baskın “paylaşım ekonomisi” uygulamalarındaki sorun, tamamen kar peşinde koşan kapitalist şirketlere ait olmaları ve yönetilmeleri; işçilerin kendileri -ki çoğu aslında işçi statüsünde bile değil ve şirketle bağımsız iş yüklenicisi oluyor ama işçilerden bile berbat koşullara itilebiliyor –  bu uygulamaların iç ve yönetim kısımlarına erişememelerine ve bu nedenle algoritmaların nasıl kullanıldığı konusunda çok az anlayışa, kontrole ve hatta söz hakkına sahip oluyorlar. Bu algoritmalar, iş yaşamlarını bir yandan sıkı bir şekilde yönetiyor bir yandan da kapitalist eşitsizlik ve baskı yapılarını yeniden üretiyor ama onların aksayan taraflarını düzeltme imkanını yakalayabilmek ve onu düzeltebilmek için bilgi sahibi bile olamıyorlar ki fikir sahibi olabilsinler.

İş düzeni rejimlerindeki bu şirket egemenliği, benim en hedefini vuran bir tabir olarak gördüğüm “algoritmik despotizm” haricinde kamusal hayatımıza yansıyan başka süreçlerde var. Algoritmaların nasıl kullanıldığı konusunda çok az anlayışa, kontrole ve hatta söz hakkına sahibiz. Bunu en çok kamudan aldığımız hizmetlerde gözlemliyoruz. Ama kamusal alanı böyle mi yönetiyoruz?

Şimdi bu yüzden aklımıza bir soru daha geliyor. Bu teknolojiler genel anlamda insanlığın faydasına yönelikse neden bu teknolojilerde söz hakkımız olamıyor?

Görüldüğü üzere kamu finansmanıyla kamunun vermesi gereken hizmetleri kendisi yapamıyorsa çeşitli şirketlere taşere ediyor. Lakin bu şirketlerden aldıkları hizmetler dijital dönüşüm süreçlerinde, web tabanlı hizmetlerde ve mobil uygulamalarda dönemsel ve döngüsel şekilde sürüyor.

KAMU MALI VE TEKNOLOJİ

Yaşadığımız bölgede belediyeniz bir spor salonu yapıyor. Yurttaşlar daha sağlıklı ve erişilebilir hizmetler için vergi veriyor. Bunun karşılığında belediyemiz hem bedensel hem zihinsel sağlığımız için bu salonu tahsis ediyor bize. Bir şirkete yaptırıyor. Çok güzel. Fakat şirket sözleşme gereği 1 sene sene sonra koca spor salonunu yıkıyor. Yeniden spor salonu için ihaleye çıkılıyor, yeniden bir tesis yapılıyor. İhale yine bir sene. “Benim malım değil mi yaparım da yıkarım da!” diyor. Nasıl olsa her sene ihale ediliyor. Şirket bu işten memnun. Ya yurttaş? Belediye neden vergilerimizle her sene yeniden spor salonu yapıp paralarımızın sürekli havaya uçmasına sebep oluyor? Bu çok mantıksız gelebilir belki size. “Belediye neden böyle bir şey yapsın ki?” sorusunu sorabilirsiniz ve çünkü saçma bir durum bu kuşkusuz. Fakat belediyelerin yazılım satın alma, web ve mobil uygulamaların kullandıkları dijital hizmet alımlarının hemen hemen hepsi böyle bir işleyişte.

Görüldüğü üzere kamu finansmanıyla kamunun vermesi gereken hizmetleri kendisi yapamıyorsa çeşitli şirketlere taşere ediyor. Lakin bu şirketlerden aldıkları hizmetler dijital dönüşüm süreçlerinde, web tabanlı hizmetlerde ve mobil uygulamalarda dönemsel ve döngüsel şekilde sürüyor. Bu hizmetlerin üretilmesinde ve sürdürülmesinde kullanılan yazılımlar sürekli yeniden yeniden ihale edilip satın alınıyor. Bunlar sahipli yazılımlar. Peki kamu yararına, kamu kaynağını kullanan otoriteler, kendi geliştiremediği ve toplumun ihtiyaçlarını karşılamaları gereken bu yazılımları satın alırken neden kamulaştır mıyor? Neden şirketlere bel bağlıyor ya da onların kurallarını benimsiyor?

TELİFLER, TİCARİ GİZLİKLER, KÜRESEL TAHRİBAT…

Teliflerin, patentlerin, ticari gizliliğin neredeyse dokunulamaz bir tabu hâline geldiği toplumlarda teknolojik yeniliklerin ve inovasyonun olabilecek zararları herkes için görünür hâle geldiğinde, bunlar artık denetlenemeyecek kadar büyümüş oluyorlar. Bu teknolojik yenilikler ve inovatif gelişmeler hakkında gelecekte başımıza ne geleceği konusunda artık herhangi bir bilgiye bile sahip değiliz. Özellikle dev şirketlerin sosyal ağlarının yarattığı toplumsal tahribatlarla yeni yüzleşmeye başladık 10-15 yıl sonunda. Irkçılık, cinsiyet ayrımcılığı, gençlerde depresyon ve intihar eğilimi gibi birçok başımıza bela olan sorunlarda algoritmalarını denetleyemediğimiz sosyal ağlar pekiştireç rolünde.

Bu fasit dairenin içinde kamu otoritelerini ve kurullarını seçen yurttaşlar, tüm sosyal hayatlarının içinde olan dijital uygulamaları çeşitli nedenlerle denetleyemezken, onlar üzerinden edinilen birçok şey hakkında da söz sahibi olamıyor.

Bu tekrar şu soruyu doğruyor: Teknoloji kimin için?

Siyasi kabilelerin fakir eğlencesi: Sosyal Medya

Mehmet Şafak Sarı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir