100. yılında Cumhuriyet’i tartışmak

100. yılında Cumhuriyet’i tartışmak

Cumhuriyet, (tartışmalı bir kavram da olsa) ‘devrim’ mahiyetinde yani radikal bir siyasi ve toplumsal dönüşüm hamlesi idi ve bu tip radikal değişimler her zaman ve her yerde otoriter rejimler ile tahkim edilmiştir. Kuşkusuz, Cumhuriyet devrimi bu genel tablonun istisnası değildi, ancak geçmişe nostaljik veya ideolojik husumet çerçevesinde bakmanın, gerek toplumun bugün geldiği noktayı kavramak, gerek daha demokratik bir gelecek kurgusu açısından hiçbir karşılığı kalmadığını görmek gerekiyor.

Tarih muhasebeleri aynı zamanda siyasi muhasebelerdir. Cumhuriyet 100. yılını doldururken, geçmiş bir yılın muhasebesini yaparken, öncelikle bu noktayı göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Nitekim, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren, tarih tartışması bu zeminde gelişti.

Çok partili hayata geçiş ve Demokrat Parti iktidarı sürecinde ortaya çıkan Cumhuriyet’in kuruluşu sürecine ilişkin sağ, muhafazakâr eleştirel yaklaşım aslında, Milli Mücadele dönemi, Hilafet’in ilgası ve Birinci Meclis tartışmalarının bakiyesi idi. Kuruluş süreci esnasında, cumhuriyetin temel kalkış noktası olan ‘milli egemenlik’ kavramı nizalı bir konu oldu. Milli Mücadele sürecinde, saltanat ve hilafetin korunması adına hareket etmek vurgusu baskın olmasına karşın, cumhuriyetin resmen ilanı sürecinde yaşanan tartışmalar ‘milli egemenlik’ ilkesine itirazdan ziyade, dolaylı yoldan da olsa, ‘millet’in nasıl tanımlanacağı konusuna odaklı idi. Türklük çerçevesinde uzlaşma ile tanımlanan ‘millet’in İslam ile bağı, daha sonra ‘Kemalistler’ olarak tanımlanan Mustafa Kemal ve onu destekleyen gruba karşı itirazları belirlemiştir. Hilafetin ilgasına ilişkin yaşanan gerilim ve tartışma, aslında millet kavramının içinin nasıl doldurulacağına dair bir tartışma idi. O nedenle, bu süreçte hilafetin ilgasına karşı çıkanların, bu makamın dini anlamına vurgu yapmaktan ziyade, ‘hilafeti Türklüğü güçlendirecek bir güç’ olarak tanımlamış olması şaşırtıcı değildir.

Aslında, ‘Milli Mücadele’, dış güçlere karşı mücadeleye işaret etmenin yanı sıra, öncelikle Anadolu ve Trakya’nın Müslüman nüfusunun ‘var olma’ mücadelesi’ olarak tanımlanıyordu. Bu çerçevede ‘milli’ tanımı içinde Müslümanlık vurgusu baskındı. Bu süreçte, özellikle Anadolu’da yaşayan gayri Müslümlerin dış güçlerin uzantısı olduğu varsayılıyor, bu mücadelenin sadece dışında değil, karşısında bir güç olarak algılanıyorlardı. Ancak, Cumhuriyet rejiminin inşa sürecinde laik-seküler çizgide ilerlemesi, Müslümanlık vurgusunun arka planda kalması ‘muhafazakâr’ bir karşı tepki yaratmıştır. Tek Parti döneminde baskılanan itirazlar, çok parti döneminde yeniden ve yeni bir zeminde ifade bulmaya başladı. Artık resmi ideoloji haline gelen Kemalizm’in çizdiği sınırlar içinde bu itirazlar uzun süre dolaylı yollarla seslendiriliyordu. DP döneminde, itirazların odağının Mustafa Kemal değil, İsmet İnönü olmasının nedeni buydu. Oysa, İnönü dönemi otoriter bir tek parti dönemi olmasına karşın, aynı zamanda eski muhalifler ile barışma dönemi olmuştu.

Dolaylı itirazlar mecralarından biri de, II. Abdülhamid dönemine yapılan göndermeler oldu. Bu anlatıda, Cumhuriyetin lider kadrosu, ‘İslamcı padişah’ II. Abdülhamid’i tahtından indiren İttihatçıların devamı idi, bu süreçte millet dininden koparılmıştı. Necip Fazıl’ın ‘II. Abdülhamid’i anlamak, her şeyi anlamaktır’ sözünün anlamı bu idi. Bu noktadan hareket eden resmi tarihe karşı alternatif sağ popüler tarih anlatımı, sanıldığı gibi İslamcılara özgü değil, ‘Türk-İslam Sentezi’ fikri çerçevesinde, merkez sağ dahil sağ siyaset yelpazesinin tümünde yaygınlık kazanmıştır. 12 Eylül darbesi sonrasında, bu sentez ‘Atatürkçülük’ ilavesi ile sentez ötesinde bir kolaj haline gelerek, Kemalist resmi tarih yazımının yerini almıştır. AK partisi iktidarı döneminde, 12 Eylül sonrası resmi tarih anlatısının İslam vurgusu biraz daha öne çıkmakla birlikte, sonuçta varılan yer benzer bir kolaj oldu.

Sol siyaset yelpazesi içinde Cumhuriyet tarihine bakış da, kuşkusuz tek kulvarda gelişmedi. Kemalizm’in siyasi temsili olan CHP’nin 1966 Parti programında ‘Ortanın Solu’ fikrinin benimsenmesi ardından, merkez solu temsile soyunan CHP, Kemalizm’in sola bükülmesinin adreslerinden biri oldu. Ancak, Kemalizm’i sola bükme çabası veya sol Kemalizm, öteden beri CHP dışında da temsil bulmuştur. Seksenli yıllara gelindiğinde, sol entelektüel dünyada Kemalizm’e karşı itirazlar öne çıkmaya başladı. Mete Tunçay’ın seksenlerin başında yayınlanan ‘Tek Parti Dönemi’ne ilişkin kitabı bu konuda öncü adım sayılır. Doksanlı yıllarda, bu itirazlar entelektüel dünyada baskın görüş halini aldı. İlker Aytürk, 2015 yılında Birikim dergisinde başlattığı tartışma çerçevesinde, bu görüşü ‘post-Kemalist paradigma’ olarak tanımlıyordu.

Türkiyede sağ cenah tarihi muhayyel bir geçmiş’ arayışı içinde okuduğu, sol cenah ise Osmanlı geçmişini, karanlık çağ’ olarak algıladığı için bu süreçler, uzun süre büyük ölçüde değerlendirme dışı kalmıştı. Sol liberallerin Osmanlı geçmişini keşfetmesi, bu çerçeve içinde daha ziyade muhafazakâr sağ Cumhuriyet okumaları ile örtüşecek şekilde gelişti.

SAĞ VE SOLUN SERENCAMI

Doksanlı yıllar, Türkiye’de, aydınlar arasında ‘demokratikleşme’ düşüncesinin öne çıktığı yıllardı. Seksenli yılların başında darbe ve askeri idarenin ertesinde eski ezberler sorgulanmaya başlanmıştı. Diğer taraftan, bu süreç dünyada Sovyetlerin çözülüşü ve Soğuk Savaş’ın bitişi gibi önemli bir değişim eşiği olmuştu. Bu süreç içinde, sosyalizm iddiasının otoriter rejimlerle sonuçlanması, sol düşünce ve siyaset dünyasında ‘demokrasi’ vurgusunu öne çıkarmıştı. Sovyet nüfuz alanındaki Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan hareketlenme ve değişim, ‘sivil toplum’un siyasi aktör olarak demokratikleşmeyi gerçekleştirdiği varsayılıyordu. Sovyetler’in çözülüşü ile bağımsızlığına kavuşan eski Sovyet cumhuriyetlerinde ortaya çıkan ve ‘demokratik devrimler’ olarak adlandırılan süreçler de bu çerçevede değerlendiriliyordu. Son olarak, sol düşünce içinde, seksenli yıllardan itibaren öne çıkan ‘modernizm ve Aydınlanma’ eleştirileri, sosyalizm ve Kemalizm tartışmalarında etkili olmuştur.

Seksenli yıllarda post-modernizm teorileri çerçevesinde öne çıkan Aydınlanma eleştirileri, bir yandan modernizmin pozitivist, Avrupa merkezci düşünce yapısını, diğer yandan bu sürecin siyasal açılımı olan ‘modern ulus devlet’ yapısının tekilci dayatmacılığını sorgulamaya açıyordu. Bu çerçevede gelişen eleştirel bakışların siyasal-toplumsal düşünce dünyasını zenginleştirmiş olduğu inkâr edilemez. Ancak, bu yaklaşımlar, modernleşmenin tarihselliği çerçevesinde gelişen özgürleştirici kazanımlarını fazlasıyla göz edı etme yönünde gelişti. Bu yaklaşımların Türkiye’deki açılımları da, Cumhuriyet modernleşmesinin kazanımlarını görmezden gelmek şeklinde oldu.

Diğer taraftan, Cumhuriyet’in otoriter modernleşme projesinin, son dönem Osmanlı modernleşme sürecinin devamı olması büyük ölçüde değerlendirme dışı bırakıldı. Bazı İslamcı yaklaşımlar, Tanzimat ile başlayan modernleşme sürecinin tümünü, Batı dayatması, Batı taklitçiliği, yabancılaşma, bozulma ve hatta ihanet olarak değerlendirir, II. Abdülhamid dönemini ‘İslami bir parantez’ olarak tanımlar. Sağ muhafazakarların pek çoğu ise, Osmanlı modernleşmesinin evrimci ve kısmi özelliklerini Cumhuriyet rejimin radikalizmine alternatif olarak görür. Evrimcilik ‘eskiyi yıkmadan zamana ayak uydurmak’, kısmilik, ‘Batı’nın veya çağdaşlığın teknolojisini alıp, kendi kültürünü korumak’ şeklinde ifade bulur. Oysa, Osmanlı modernleşme sürecinin seyri, Cumhuriyet kırılması kadar olmasa da, zaman zaman benzer dayatmaları barındırmıştır. Mesela, geleneksel başlıklardan ‘fes’e geçilmesi, şapka’ya geçiş gibi tepki yaratmış ve benzer bir dayatma süreciyle benimsenmişti. Daha önemlisi, dini esaslı millet sisteminden, Tanzimat eşitliğine geçiş, Kanuni Esasi adı altında Anayasacılık, Meclis-i Mebusan adı altında parlementoculuk, aktörleri saray ve yüksek bürokrasi olan ve sancılı süreçler idi.

Türkiye’de sağ cenah tarihi ‘muhayyel bir geçmiş’ arayışı içinde okuduğu, sol cenah ise Osmanlı geçmişini, ‘karanlık çağ’ olarak algıladığı için bu süreçler, uzun süre büyük ölçüde değerlendirme dışı kalmıştı. Sol liberallerin Osmanlı geçmişini keşfetmesi, bu çerçeve içinde daha ziyade muhafazakâr sağ Cumhuriyet okumaları ile örtüşecek şekilde gelişti. Ulus devletin dayatmacılığına karşı, Osmanlı millet sistemini ‘çokkültürlülük’ olarak okuyanlar bile çıktı. Feminist çevrelerde, kadın haklarının, zaten zamana bırakılsa Osmanlı modernleşmesi çerçevesinde gelişme yoluna girmiş olduğu gibi değerlendirmeler yapıldı.

Kısacası, bu tablo içinde, Türkiye’de ‘otoriter siyaset sorunu’, bir ‘otoriter modernleşme ve aydınlanma projesi olan Kemalizm’in, ‘siyasal kültürel mirası’ olarak değerlendiriliyordu. Bu bakış açısına göre, Türkiye hala Kemalizm’in kurumsallaştırdığı ve ideolojik olarak meşrulaştırdığı bir ‘askeri ve bürokratik bir vesayet sistemi’nin kıskacı içindeydi ve demokratikleşmenin önündeki engel bu ‘vesayet sistemi’ idi. Demokratikleşmenin yolu, bu vesayet sistemi ile mücadele etmekti, bunun için de, Kemalizm ile hesaplaşmak bir nevi katarsis etkisi yaratacaktı. Bu dönemde yaygınlaşan eleştirel ve/veya ‘öteki’ Cumhuriyet tarihi anlatılarının kalkış noktası buydu.

Milli Mücadele süreci ve Birinci Meclis’te yaşanan tartışmalar bu çerçevede yeniden gözden geçirildi. Bu çerçevede, Birinci Meclis süreci ‘Türkiye’nin en demokratik dönemi’ ve zamanında Mustafa Kemal’e itiraz edenler arasında olan Hüseyin Avni Ulaş gibi isimler, Türkiye’de demokrasi tarihinin kahramanları olarak tanımlanmaya başladılar. Hatta, bir ihtilal süreci metni olan 1921 Anayasası, 1924 Anayasasına göre daha demokratik bir metin olarak görülebildi, özellikle Kürt muhalefeti, bu metnin Kürt sorununun çözümünde bir kalkış noktası olabileceğini iddia etti.

Dahası, doksanlı yıllarda öne çıkan demokratikleşme tartışmaları, çok partili dönemle başlayan sağ-milliyetçi iktidarlar sürecini ve Soğuk Savaş döneminin Türkiyedeki yansımalarını göz ardı etmiştir.

TARİH MUHASEBESİNİN BİR ARACI OLARAK DEMOKRASİ

Tarih muhasebesi açısından tek parti iktidarı öncesi süreçte yaşanan tartışmaları yeniden gözden geçirmek kuşkusuz gerekli ve önemlidir. Ancak, bu sürece yakından baktığımızda, taraflardan hiç birinin bugün anladığımız manada ‘demokrasi’ mücadelesi adına hareket etmediği açıkça görülür. Öncelikle, tarafların ortak noktasının ‘Türklük ve Müslümanlık’ olduğunu, Anadolu’da yaşayan gayrimüslimlerin tümüyle dışarda tutulduğunu hatırlamak gerekir. Bu hususun altını çizenlerin başında gelen Taner Akçam ise, diğer bir uca savrularak Milli Mücadele’yi ‘bir iç savaştan ibaret’ olarak tanımlar. Daha sonra varlığı inkar edilen ‘Kürtler’in, Birinci Meclis’te ‘hakkını teslim ettiği’ iddiası ise, yine dönemin koşulları içinde değerlendirilmek gerekir. O dönemde, varlığı telafuz edilen, milli mücadelede birlikte savaşılan Kürtlere karşı tutum, Kürtlerin ‘Müslüman milletin ayrılmaz bir parçası olduğu’ fikri zemininde olmuştu. Nitekim, bu sürecin öncesi ve sonrasında, Kürtlerin gayri Müslümlere karşı yürütülen savaş, yerinden etme ve servet transferlerine, ‘Müslüman milletin bir parçası’ olarak katıldığını biliyoruz.

 

Konu kuşkusuz, kimin kimden daha demokrat olduğu değil, tarihsel süreçte ‘demokratik dinamik’ arayışı olsa da, bu dinamiklerin atfedilen anlamlar üzerinden bulunamayacağı açıktır. Her şeyden önce demokratikleşme düşünce ve çabaları açısından önemli olan, geçmişe nur yağdırmak değil, geleceği kurmaktır ve demokratların geçmişte kahraman bulmak gibi bir ihtiyacı yoktur.

Diğer taraftan, sol Kemalizm eleştirilerinin muhafazakâr sağ Kemalizm eleştirileri ile sorunsuzca uzlaştığı alanlar olması dikkat çekicidir. Eleştirel bakışların örtüşme noktaları olması kuşkusuz yadırganamaz, mesela Cumhuriyet rejiminin laiklik ilkesini otoriter bir baskı aracı haline getirmesi konusunda ortak demokratik bir itirazın olması anlaşılır bir şeydir. Ancak uzlaşma noktalarının sağ muhafazakâr ve hatta İslamcı bakış açıları istikametinde olması tartışmayı hak eder. Muhafazakârlar ve İslamcıların Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde, İslami bir millet kavramını öne çıkaran grubun galebe gelmesini arzulamaları anlaşılır bir şeydir. Nitekim, çok partili hayata geçiş ile ulus devlet/ulus tanımı, sağ-muhafazakâr iktidarlar çerçevesinde giderek bu yönde evrilmiştir.

Ancak, bu anlayışın sonucu da ‘milli egemenliğin’, bu kez Müslüman çoğunluğun koşulsuz hakimiyeti anlayışı üzerinden tanımlanması üzerinden sağ otoriter bir siyaset geleneği oluşturmuştur. Bugün şikâyet edilen ‘çoğunlukçuluğun’, kökeninde ‘dindar Müslümanları’ bu ülkenin asli unsuru olarak görmek fikri/anlayışı olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu anlayışın sonucunun seçimli otoriterlik olması şaşırtıcı olmamalı. Doksanlı yılların sağ ve sol liberal demokratlarının gözden kaçırdığı husus bu idi.

Dahası, doksanlı yıllarda öne çıkan demokratikleşme tartışmaları, çok partili dönemle başlayan sağ-milliyetçi iktidarlar sürecini ve Soğuk Savaş döneminin Türkiye’deki yansımalarını göz ardı etmiştir. ‘Askeri vesayet’ten söz ederken, konu bu ülkenin askerler tarafından kurulmuş olmasından öte, bir NATO üyesi olan Türkiye’de ordunun Soğuk Savaş sürecinde Batılı müttefiklerinin de desteği ile güçlendiği hesaba katılmalıydı.

Sonuçlarından en çok zarar gören sol kökenli aydınların, bu ülkede sağ milliyetçiliğin ve paramiliter örgütlenmesinin aynı platformda gerçekleşmiş olduğunu unutması anlaşılabilir gibi değildir. Oysa, bu ülkede otoriter siyaset zeminin temelinde Türk milliyetçiliği siyasetleri vardı. Bu gerçekleri göz ardı eden bir Kemalizm-Cumhuriyet tarihi sorgulaması, hayalet avcılığından öteye gidemediği gibi, 2010 yargı reformu konusunda olduğu gibi, iki binli yıllarda demokrasi konusunda şaşılığa zemin teşkil etti.

Diğer taraftan, tarihsel-siyasal süreçleri gözden geçirirken, bazı ‘uygunsuz gerçekler’i de göz önünde bulundurmak gerekir. Özgürlükçü bir demokrasi anlayışının, laik bir siyasal sistemden bağımsız düşünülmesi zordur, ancak Türkiye’de laik bir siyasal sistemin otoriter yollar ile benimsenmiş olduğu bir gerçektir. Kadın hakları için aynı şey geçerlidir. Diğer taraftan, yine özgürlükçü bir demokrasi anlayışı açısından vazgeçilemez olması gereken din ve vicdan özgürlüğü açısından atılan adımların AK Partisi döneminin çoğunlukçuluk anlayışı çerçevesinde gerçekleşmiş olması da diğer bir gerçektir. Bu ülkede, yakın geçmişe kadar başörtüsü ile değil kamu alanında çalışmak, üniversitede öğrenci olmanın mümkün olmadığını hatırlamakta fayda var. Demokratik seçimlerle iktidara gelen AK Parti’sinin yargı yolu ile yasaklanması gayretinin üzerinden çok da zaman geçmiş sayılmaz.

Cumhuriyet tarihine bakış, siyasi çekişmeler ve toplumsal kutuplaşmanın konusu olduğu sürece, halen serinkanlı bir muhasebenin önünde engel olmaya devam ediyor. Ancak, İslamcı geçmişten gelen bir partinin uzun süre iktidar olmasının, aslında İslamcı cenahın Cumhuriyete bakışını husumetten pasif kabule dönüştürdüğü söyleyebiliriz.

CUMHURİYET’İN KAZANIMLARI

Cumhuriyet’in 100 yılını geride bıraktığı bugünlerde geçmiş muhasebesi her zamanki gibi çok önemli. Bu esnada laikliğin otoriter bir dayatma halini alması da, din ve vicdan özgürlüğü adına yola çıkıp dini milliyetçi otoriter bir anlayışa savrulmak da demokratikleşme açısından kaygı verici sonuçlar doğurmuştur. Ancak, otoriter anlayış ve siyasetlerin birbirini beslediğini de unutmamak gerekir.

  1. yılını dolduran ‘Cumhuriyet’in, demokrasi zaafları yanısıra, ‘kazanımları’na işaret ederek bitirelim. Bunların en başında, ‘eşit vatandaşlık’ hukukunu saymak gerekir. Tanzimat ile başlayan millet sisteminden eşit Osmanlı tebalığına geçiş önemli bir dönemeçti, ancak doğuştan gelen ayrıcaklıklar sistemi (aristokratik hiyerarşi), başta saltanatın ve sivil unvan ve rütbelerin kaldırılması olmak üzere, Cumhuriyet hukuku ile son bulmuştur. Laiklik ilkesi, otoriter bir dayatmanın aracı haline gelmiş olması bir yana, esasen demokrasi zemini açısından küçümsenecek bir gelişme değildir. Kadın haklarının ‘tepeden inmiş’ olması, değerini azaltmaz. Tam da bu nedenlerle, bu kazanımlar geniş ölçüde kökleşmiştir. Türkiye’de monarşist bir tepki yok denilecek ölçüde olmuş, eşit vatandaşlık itirazi bir tepki yaratmamıştır. Laik sistem, dayatmaya dönüşmediği ölçüde, muhafazakâr ve hatta İslamcı söylemlerin ‘toplumsal yabancılaşma’ aracı olarak tanımlanması ötesinde, filli alanda yaygın kabul görmüştür. Katı Kemalist yaklaşımlara karşı oluşan tepkiler bir yana, Cumhuriyet rejimi ve kurucusu Mustafa Kemal’in tarihsel meşruiyeti, yaygın bir toplumsal karşılığa sahiptir. AK Partisi döneminde, yeni bir resmi tarih yazma girişimi, bu nedenle başarılı olamadı.

Cumhuriyet tarihine bakış, siyasi çekişmeler ve toplumsal kutuplaşmanın konusu olduğu sürece, halen serinkanlı bir muhasebenin önünde engel olmaya devam ediyor. Ancak, İslamcı geçmişten gelen bir partinin uzun süre iktidar olmasının, aslında İslamcı cenahın Cumhuriyete bakışını husumetten pasif kabule dönüştürdüğü söyleyebiliriz. Bu süreç içinde, ideolojik takıntılı dar bir kesim dışında muhafazakâr kesimlerin cumhuriyetin kazanımlarını sindirdiği söylenebilir. Bu değişim iradi olmaktan ziyade toplumsal dinamiklerin sürüklediği bir sonuçtur. Tarihsel toplumsal süreçler kendi diyalektiği içinde, karmaşık sonuçlar üretir. Örneğin, iktidar partisi, bir yandan İstanbul Sözleşmesi’ni sonlandırırken, diğer taraftan başörtü yasaklarının kalkmasının sonucunda, kadınların kamu alanında varlığının arttığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Aynı şekilde, tüm iradi İslamileştirme çabalarına karşın, son yirmi senede toplumsal hayatın liberalleştiğini ileri sürmek yanlış olmaz. Muhafazakâr kesimin, eskiden yadırgadığı ailece sosyalleşme, flört ederek evlenme, anlaşmazlık halinde boşanma gibi pratiklerin, bu dönemde yaygınlaşmış olduğu inkar edilemez.

Kendine cumhuriyetçi diyen pek çoklarının, bu toplumsal süreçleri görmezden gelmesi, tek tip bir modern-medeni insan tanımına takılmış olmalarının sonucudur. Cumhuriyet, (tartışmalı bir kavram da olsa) ‘devrim’ mahiyetinde yani radikal bir siyasi ve toplumsal dönüşüm hamlesi idi ve bu tip radikal değişimler her zaman ve her yerde otoriter rejimler ile tahkim edilmiştir. Kuşkusuz, Cumhuriyet devrimi bu genel tablonun istisnası değildi, ancak geçmişe nostaljik veya ideolojik husumet çerçevesinde bakmanın, gerek toplumun bugün geldiği noktayı kavramak, gerek daha demokratik bir gelecek kurgusu açısından hiçbir karşılığı kalmadığını görmek gerekiyor.

 

Nuray Mert, Prof. Dr.


Sitemizin açılışında ilk dosya konusunu “100. Yılında Cumhuriyet” olarak belirledik.
Bu yazı 100. Yılında Cumhuriyet Dosyası‘nda yayımlanmıştır.
Dosyanın diğer yazıları için buraya tıklayınız.

Nuray Mert
Latest posts by Nuray Mert (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir