Cumhuriyet, Atatürk ve ikinci yüzyıl: Nasıl bir Türkiye, nasıl bir dünya?

Cumhuriyet, Atatürk ve ikinci yüzyıl: Nasıl bir Türkiye, nasıl bir dünya?

Cumhuriyet’in yüzüncü yılını kutlamak, bu anlamda hem zamansal hem de gerekli bir çaba: Dünden öğrenip ve bugünü iyi değerlendirip geleceğe bakmak, geleceği şekillendirmek için gerekli olan vizyon ve ruha sahip olmamızda bize yardımcı olacaktır.

Cumhuriyetin yüzüncü yılını yeterince kutlamıyoruz, değerlendirmiyoruz.

Doğru: çok zor bir 2023 yılı yaşıyoruz.

Ekonomik kriz; 6 Şubat depremleri; 2023 Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimleri; muhalefet partilerinin savruluşu, dağılışı, “muhalefetsiz Türkiye” olasılığının ortaya çıkması; sıcak hava akımları ve iklim krizi ve en sonunda Hamas’ın terör saldırısı sonrası İsrail devletinin Gazze’de uzun zamandır Filistin halkına uyguladığı etnik temizliği soykırım aşamasına getirecek saldırıları…

Tüm bu gelişmere ek olarak, iktidarın, Cumhuriyet’in yüzüncü yılını kutlama, değerlendirme bağlamında gösterdiği isteksizlik, sanki toplumun belli kesimleri ve aktörlerinin “Atatürk’ü unutma, unutturma” çabasına uyma görüntüsünü vermesi…

29 Ekim 2023 günü, Cumhuriyet’in yüzüncü yılını mı kutlayacağız, yoksa bitimini mi yaşayacağız; pek belli değil.

29 Ekim 2023, Cumhuriyetin İkinci Yüzyılı’na girdiğimiz gün mü olacak, yoksa yüzyılı bitirip artık tümüyle “Türkiye Yüzyılı”nı yaşadığımız dönem mi başlayacak? Bu sorunun yanıtı da çok net değil.

Sönük geçen bir 29 Ekim ve Cumhuriyet’in yüzüncü yılı tarihsel bağlamında bu yazıyı yazıyorum.

Tarihsel: çünkü, yüzyıl önceye gittiğimiz, yaşanılanları ve yapılanları hatırladığımız zaman, çok zor şartlarda gelen büyük başarının ve yeniden yapılanma çabasının ne kadar önemli ve değerli olduğunu görüyor, benim de dahil olduğum toplumun geniş kesimleri içinde anlıyoruz.

Dahası, altını çizerek vurgulayalım; bugünün küreselleşen dünyasının ve Türkiye’sinin doğasına ve ruhuna baktığımız zaman, bugünün, İkinci Dünya Savaşı’na değil, yüz yıl önce, 1914-1918 arası yaşanan Birinci Dünya Savaşı dönemine ne kadar benzediğini görüyoruz.

Bugünü anlamak, yarın için neler yapmamız gerektiğini düşünmek için, yüzyıl öncesine gitmek, yüzyılı değerlendirmek, bu değerlendirmeyi bilimsel veriler ve bilgi içinde yapmak gerekliliği içindeyiz.

Cumhuriyet’in yüzüncü yılını kutlamak, bu anlamda hem zamansal hem de gerekli bir çaba: Dünden öğrenip ve bugünü iyi değerlendirip geleceğe bakmak, geleceği şekillendirmek için gerekli olan vizyon ve ruha sahip olmamızda bize yardımcı olacaktır.

Zaten, yüzyıl önce Mustafa Kemal Atatürk, tam da bunu yapmamış mıydı?

“Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılı”nda “Nasıl Bir Türkiye?” sorusuna yanıt, aynı zamanda, “Bugün nasıl bir dünyada yaşıyoruz?” sorusuna yanıt vermeyi de gerekiyor.

ZAMANIN DOĞASI VE RUHU

Bugünün doğası ve ruhu, yüzyıl önceyle önemli benzerlikler gösteriyor.

“Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılı”nda “Nasıl Bir Türkiye?” sorusuna yanıt, aynı zamanda, “Bugün nasıl bir dünyada yaşıyoruz?” sorusuna yanıt vermeyi de gerekiyor.

Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?

Nasıl bir Türkiye’de yaşayacağız?

Ya dair nasıl bir Türkiye olmalı ki geçmişten ders alarak, bugünü ve yarını güvenli, istikrarlı, itibarlı kuralım?

1980’lerde başlayan, “bağlantılı” ve “karşılıklı bağımlı” olma derecesinin giderek yükseldiği ve çoklu riskleri ve krizlerin giderek yapısallaştığı “küreselleşen dünya”da yaşıyoruz.

Özellikle 21. yüzyılın başladığı 2000’den bugüne geçen yaklaşık çeyrek asırda, bugünün küreselleşen dünyasının ruhunu ve doğasını şekillendiren ve “nasıl bir dünya” sorusuna yanıt için başlangıç noktası olacak “birbirlerini besleyen üç duygu”nun altını çizelim.

Belirsizlik, Güvensizlik ve Endişe…

Bu üç duygu bugünün doğasını ve ruhunu şekillendiriyor.

Bırakalım geleceği, yarın ne olacağını, nasıl bir dünya, nasıl bir Türkiye’ye uyanacağımızı bilmiyoruz.

İşimizden yaşamımıza güvensizlik içindeyiz.

Korkuyoruz, endişeliyiz.

Peki, bu üç duygunun kaynakları nelerdir?

Bu sorunun yanıtı da, içinden geçtiğimiz “üç boyutlu tarihsel dönem”de yatıyor.

Birinci boyut, “kıyamet” (apokaliptik) niteliğinde yaşadığımız iki meydan okuma: “savaş” ve “iklim krizi”.

İkinci boyut; yaşadığımız küreselleşen dünyanın giderek yapısallaşan “çoklu krizleri”, güvenlikten, ekonomiye, farklı olana şiddetten ötekileştirmeye, işsizlikten yoksulluğa ve yoksunluğa, demokrasiden hukkukun üstünlüğüne, gıda ve su güvenliğinden enerjiye kıtlığına.

Üçüncü boyut; İkinci Dünya Savaşı sonrası, 1945’de kurulan, “Savaş Sonrası Dönem”in, “Savaş Sonrası Liberal Düzen”in, ya da en genel düzeyde “Batı-merkezli Dünya”nın bitimi.  Uluslararası sistemde yaşanan “geçiş dönemi”: “Eskinin öldüğü, fakat yeninin doğmadığı geçiş dönemi” ya da “Batı sonrası dünya”nın ortaya çıkması.

İklim krizi ve küresel ısınma ile ilgi olarak yapılan her ciddi, bilimsel çalışmanın ve Birleşmiş Milletler imzalı rapaorun, “yaşadığımız dünya kıyamete gidiyor” cümlesiyle, “kırmızı kodu”yla başladığı bir dönemdeyiz.

İklim krizini uzun boylu çalışmalıyız ve tartışmalıyız. Bununla birlikte bugün kıyamet niteliğinde olan diğer meydan okuma ya da güvenlik riskiyle karşı karşıyayız: savaş.

Savaşın dünyayı kıyamete götürme riskinin her geçen gün biraz daha arttığı bir dönemden geçiyoruz.

24 Şubat 2022: Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle başlayan şavaş, bugüne kadar “insanlık suçu” içeren bir şekilde devam ederken, diğer taraftan da, dünyayı kıyamete götürme potansiyeli taşıyan bir “savaş” olarak tanımlandı.

 7 Ekim 2023: Hamas sivillere saldırdı, yaptığı terör eylemiyle “insanlık suçu” işledi, binden fazla sivil insanı katletti.  İsrail’in tepkisi de aynı şekilde “insanlık suçu” niteliğindeydi.

İsrail, Gazze’ye saldırırken, insanları su, elektirik, sağlık, gıda gibi temel ihtiyaçlarından mahrum bıraktı, sivil insanları çocuk, kadın, yaşlı demeden katletti, soykırım riskini arttıran insan “temizliği”ne girişti.

Kendi halkını, yıkıcı kutuplaşma, otoriterleşme, kurumları yıpratma sorunlarını yaratarak “güvensiz” bırakan ve istibarat alanında başarısız olmuş-yenilmiş İsrail Hükümeti, şimdi Hamas’ın terörüne terör ile yanıt veriyor.

Gazze’de İsrail istediğini alabilir ama bu aynı zamanda savaşı kaybettiği anlamına gelir. İsrail, dünyayı kıyamete yaklaşma riskini arttırır.

Ukrayna savaşı ve İsrail-Filistin meselesi: savaşın dünyaya kıyamete görtürme riskini arttıran iki meydan okuma.

Türkiye, “jeopolitik” ve “jeostratejik” olarak “kilit önemde” bir üke ama aynı zamandı çok zor bir coğrafyada da yer alıyor.

“Coğrafya kaderdir”: doğru ama, daha doğru ve kritik olan, “Nasıl yönetildiğiniz, vizyonunuz ve stratejinizdir”.

Bu bağlamda, Türkiye, kuzeyinde Ukrayna Savaşı, güneyinde, İsrail-Filistin meselesi ve Orta Doğu’nun savaşa sürüklenmesi, doğusunda da, Azerbaycan, Ermenistan ve İran savaşlı ve güvensizlik koridoru arasında yer almaktadır.

Küreselleşen dünyanın nasıl şekilleneceği ile Cumhuriyetin ikinci yüzyılının nasıl şekilleneceği verileri ortak ve bağlantılıdır.

Bu nedenle de, bir taraftan, belirsizlik-güvensizlik-endişe ekseninde şekillenen bugünün doğası ve ruhu, diğer taraftan, küreselleşen dünyanın bugünkü doğası ve ruhunu şekillendiren üç boyutlu meydan okumalar bizi, dünden, Cumhuriyetin kuruluş döneminden dersler alarak bugün ve geleceği kurma için yönetim-vizyon-strateji ekseninde hareket etme gerekliliğine götürmektedir.

Atatürk, bu iki eksende çok başarılı olarak, sadece bize bugün bölgemizde ve dünyada önemli ve kilit bir ülke olma olanağını vermed, aynı zamanda, hala sürdürdüğü “küresel lider” konumu ve algısıyla gelecek için hayati ip uçlarını da verdi.

Son yıllarda, önce Irak, sonra Suriye’de ve genelde Orta Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında, Ukrayna’da, Gazze’de yaşadıklarımız; daha da önemlisi ülkemizin içinden geçtiği darbe girişimleri, çatışma, kutuplaşma ve içine kapanma süreci, bir kere daha bize, Atatürk’ün ve onun vizyoner ilkelerinin ne kadar önemli olduğunu gösterdi.

KÜRESEL LİDER OLARAK ATATÜRK: KALKINMA-KURUMSALLAŞMA-İTİBAR

1984 yılında uluslararası ilişkiler alanında doktara çalışmalarım için Kanada’ya gittiğim zaman, en ilgimi çeken şeylerden biri de, tanıştığım ve isimleri Kemal, Kamal, Mustafa, Mustafa Kemal olan, çoğu Pakistan, Bengaldeş, Hindistan, ve Mısır gibi ülkelerden gelen öğrenciler olmuştu.

1990’ların başlarında doktora sonrası çalışmalar için bulunduğum Boston’da tanıştığım, dostuluğumun hala sürdüğü ve kitaplarıyla ve tebliğleriyle küresel ölçekte önemli bir uluslararası ilişkiler hocası olan Mustafa Kamal Pasha’nın ismi de bu listeye eklenince, Atatürk’ün, sadece ulusal ölçekte değil, çok daha önemlisi, küresel ölçekte bir lider olarak görülmesi ve çalışılması gerekliliğini net olarak görmüştüm.

Arkadaşlarım Mustafalara, Kemallere, ve Mustafa Kamal Paşha’ya “İsimleriniz niye böyle?” diye sorduğumda aldığım yanıt aynıydı: Mustafa Kemal, sadece Batı emperyalizme karşı verilen ulusal kurtuluş savaşının lideri değil; aynı zamanda da, sömürgelciliğe karşı verilen savaşın küresel ölçekte ilk lideriydi. O, sömürgeciliği yenen ilk liderdi; küresel ölçekte anti-sömürgeci direniş sürecini başlatan ve başarıya ulaşmış bir liderdi.

Brezilya, Meksika, Şili, Peru, Arjantin, Venezuela, Bolivya gibi ülkelerden gelen Latin Amerikalı arkadaşlarım da Mustafa Kemal’i biliyor ve ona, “sömürgeciliğe karşı direnişin ilk küresel liderlerinden biri” olarak bakıyorlardı.

ODTÜ’de üniversite öğrencisi olarak Doğan Avcıoğlu’nun, Atatürk Türkiye’si ile Japonya’yı karşılaştırdığı çalışmalarını okumuştum.

Garett Ward Sheldon, Jefferson ve Atatürk (2000) kitabında, Amerikan bağımsızlık hareketinin mimarlarından Thomas Jefferson ve Mustafa Kemal Atatürk arasında, toplumlarının kaderini değiştiren, önemli benzerliklere dikkat çeker.

Atatürk’ün belki de Jefferson’a en çok benzediği yön, bağımsızlık düşüncesi ve halkların kendi kaderlerini tayin etmesine verdiği önemdir.

Atatürk, Jan-Jacques Rousseau’dan çok etkilenmiştir ama Jefferson gibi de, egemenliğin tek sahibi olarak, monarşiyi değil, halkı görmüş, “milli egemenlik” düşüncesini, yönetim ve Cumhuriyet anlayışının merkezi konuma yerleştirmiştir.

Her ne kadar verisel olarak ispatlayamasak da, Atatürk’ün, John Locke, John Stuart Mills gibi aydınlanma çağı filozoflarının bireyin bağımsızlığını vurguladıkları düşünce sistematiğinden etkilendiğini tahmin etmek yanlış olmaz. Yine bu düşünürler gibi, Atatürk’te pozitivizmi, metafizik, dogma yerine bilgiye dayalı eğitimi moderniteye ve gelişmeye giden yolda en önemli adımlar olarak görmüştür.

Yurtdışında yaptığım çalışmalarda, katıldığım toplantılarda, Atatürk’ün küresel lider olarak, sadece Avrupa ve Amerika değil, Orta Doğu’dan, Afrika’ya Asya’ya ve Latin Amerika’ya kadar uzanan coğrafyada, dolayısıyla dünyanın her yerindekitanınmışlığını, ona verilen değeri, önemive etkisini” görmem benim için sadece bir gurur kaynağı değil, düşünce sistemimin gelişmesi için de çok önemli bir referans oldu.

Son yıllarda, önce Irak, sonra Suriye’de ve genelde Orta Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında, Ukrayna’da, Gazze’de yaşadıklarımız; daha da önemlisi ülkemizin içinden geçtiği darbe girişimleri, çatışma, kutuplaşma ve içine kapanma süreci, bir kere daha bize, Atatürk’ün ve onun vizyoner ilkelerinin ne kadar önemli olduğunu gösterdi.

Bir küresel lider olarak Atatürk’ün küresel ölçekte hala süren önemini, etkisini, geçerliliğini ve mirasını, gerek Türkiye’de yaşadığımız sorunlara çözüm olanaklarını düşündüğümde gerekse de yurdışında katıldığım her toplantıda bugün de görüyorum.

Atatürk:

“vizyoner”liğinde yarını düşünürken “gerçekçi” de olan;  

“ülkemiz kendi içinde ekonomi, eğitim, kültür, ve devletin kurumsallaşmasında ne kadar güçlü olursa dışarıya karşı da o kadar güçlü olur” ilkesini başarılı olarak yaşama geçiren;

Batı, Rusya ve dünya ile ilişkilerinde çok başarılı bir “denge politikası” izleyerek hem sahada hem masada, hem de algıda başarılı olan;

“milliyetçilik ile vatanseverliği birlikte yaşayarak ve düşünerek” ülkesine ve dünyaya bakan; 

ve gelişmiş ülkelerden daha önce “vatandaşlık” kavramı üzerinden ülkesinin insanlarına yaklaşan; daha o günden “küresel ölçekte bir lider” olduğunu ve olacağını  gösteren bir lider, bir devlet adamı, bir vatanseverdi.

Dünya da Atatürk’e her zaman öyle baktı; saygı ve önemseyerek.

Bu bağlamda da, cumhuriyetin önemini anlamamızda çok önemli bir gelişme ve referans noktası, Atatürk’ün cumhuriyetin ilanından hemen sonra eğitim reformuna odaklanmasıdır.

Atatürk’ün Dewey ile başlattığı eğitim reformunu bir başlangıç noktası olarak alıp geliştiremediğimiz için, bugün çok sorunlu ve başarısız bir eğitim sistemi sorunu yaşıyoruz.

CUMHURİYET, EĞİTİM, REFORM

Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra, “Pragmatist (Faydacıl) Felsefe”nin kurucularından ve dünyanın önemli eğitim kuramcılarından John Dewey, 1924 yılının başında o dönemin Türkiye Cumhuriyeti Eğitim Bakanı Vasıf (Çınar) Bey’den bir mektup alır.

Vasıf Bey mektubunu Atatürk’ün emriyle yazmıştır. Ve mektubunda Dewey’e, Atatürk’ün kendisini yeni Cumhuriyet’in eğitim reformuna katkı vermek için Türkiye’ye davet ettiğini iletmektedir.

Dewey, bu davete şaşırmıştır; yeni Türkiye’yi ve Atatürk’ü tam olarak tanımamaktadır. Arkadaşlarına danışır, aldığı yanıtsa aynıdır: “Atatürk’ten geliyorsa daveti kabul et”.

Dewey, daveti kabul eder, ülkemize gelir, 19 Temmuz-10 Eylül 1924 arası dönemde ülkemizde kalır; İstanbul, Bursa ve Ankara’da incelemelerde bulunur ve meşhur “Türkiye Maarifi Hakkında Rapor”unu hazırlar ve Atatürk’e sunar.

Atatürk, Dewey ile uzun uzun konuşur, onun fikirlerini dikkatle dinler; Dewey’de, Atatürk’ün fikirlerinden çok etkilenir.

Atatürk ve yeni Türkiye’den çok etkilenen Dewey, 1945 yılında tekrardan Türkiye’ye gelir. Hasanoğları Köy Entitüsü’nü inceler ve çok başarılı bulur. Ülkesine dönüşünde verdiği konferansda, “Benim Amerika ve İngiltere için düşlediğim okullar Türkiye’de açılmıştır, tüm dünya Türkiye deneyimini incelemelidir” der.

Dewey’in raporunda önerdiği, eğitim reformunun güçlü okullarla tüm ülkede, özellikle yoksul ve yoksun yerlerde başlatılması; daha önemlisi, iyi ve kaliteli öğretmen yetiştirmeye ciddi önem verilmesi ve ziraatten fen ve kütüphaneciliğe uzanan yelpazede eğitimin kaliteli olarak ülkenin her yerinde yaşama geçirilmesi önerileri hala geçerliliklerini korumaktadırlar.

Atatürk’ün Dewey ile başlattığı eğitim reformunu bir başlangıç noktası olarak alıp geliştiremediğimiz için, bugün çok sorunlu ve başarısız bir eğitim sistemi sorunu yaşıyoruz.

Atatürk-Dewey ilişkisi pek bilinmez. Ben de siyasal kuram ve Dewey okumalarımdan öğrenmiştim.

Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra, 1924 yılı başında, Atatürk’ün Dewey’i bilmesi, onu ülkeye davet ettirmesi, ona eğitim üzerine rapor yazdırması, bu konuyla yakından ilgilenmesi, Atatürk’ün ne kadar vizyoner ve dönüştürücü bir lider olduğunu, daha o dönemden küresel ölçekte ve yarını düşleyen bir anlayışa ve felsefeye sahip olduğunu bize göstermektedir.

Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra gerçekleşen ve yeni Türkiye’nin, Çağlar Keyder’in kavramıyla, “ulusal kalkınmacılığı”nı başlatan “İzmir İktisat Kongresi” ve ünlü felsefeci Dewey’in yazdığı Türkiye Maarifi Hakkında Raporu: ikisi bir arada, diğer bir değişle, savaş sonrası fakir ve yoksun bir ülkeyi “ekonomi-eğitim ekseni” üzerinden güçlü kılmak felsefesi, Atatürk’ün küresel ölçekte bugün bile devam eden önemi ve etkisinin temel nedenlerinden biridir.

O sadece, ulusal kurtuluş savaşının ve ilk başarılı olmuş sömürgeciliğe karşı savaşın lideri olduğu için değil; siyasal, ekonomik, kültürel ve eğitim alanındaki modernleşmeyi güvenliğin anahtarı olarak gördüğü için küresel ölçekte saygın, değerli, mirası hala geçerliliğini koruyan bir lider olmuştu.

Cumhuriyetin yüzüncü yılında Atatürk’ü ve vizyoner liderliğini bugün içimizde yaşatmamız ve ondan öğrenmemiz gerekiyor.

DÜNDEN ÖĞRENİP, GELECEĞE (VİZYON İLE) BAKMAK

Falih Rıfkı Atay, Çankaya kitabında hep aklımızda tutmamız gereken bir saptamada bulunur: “(…) [B]ağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak… şu denizlere bizim diye bakıyorsak, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak… hepsini, her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz”.

Bu zaferi taçlandıran ise elbette, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanı olmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti, bağımsız bir ulus devlet olarak, 29 Ekim 1923’te ilan edilmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk, sadece, 30 Ağustos zaferinin Baş Komutanı olarak Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ve sömürgeciliğe karşı savaşın başarılı ilk lideri olduğu için değil; siyasi, ekonomik, kültürel ve eğitim alanlarında “vizyon”, “strateji”, “kurumsallaşma” ve “itibar” temelinde uygulamaya sokulan modernleşmeyi ve ulusal kalkınmayı ulusal güvenliğin anahtarı olarak gördüğü için küresel ölçekte saygın, değerli, mirası hala geçerliliğini koruyan bir lider olmuştur.

Cumhuriyetin yüzüncü yılında Atatürk’ü ve vizyoner liderliğini bugün içimizde yaşatmamız ve ondan öğrenmemiz gerekiyor.

Küresel lider olarak Atatürk, küreselleşen dünyanın farklı ülkelerinde önemini ve geçerliliğini sürdürüyor.

Onun mirası olan, “yurtta sulh, cihanda sulh”, “bağımsızlık”, “siyasal, ekonomik, kültürel modernleşmeyi birlikte düşünmek”, “vatandaşlık”, “vatanseverlik”, “kalkınma ve eğitimi en güçlü biçimde ülkenin her tarafına götürmek” ilkeleri hala sadece ulusal değil, bölgesel ve küresel sorunların çözümündeki önemli yerini koruyor.

Atatürk’ün değerini bilmek, onu ilkeleriyle yaşatmak, cumhuriyet modernleşmesini demokrasi ve farklılıklar içinde birlikte yaşama kültürüyle taçlandırmak, Cumhuriyetin İkinci Yüzyılında da bizlere düşüyor.

* Fuat Keyman, Prof. Dr., Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi Direktörü


Sitemizin açılışında ilk dosya konusunu “100. Yılında Cumhuriyet” olarak belirledik.
Bu yazı 100. Yılında Cumhuriyet Dosyası‘nda yayımlanmıştır.
Dosyanın diğer yazıları için buraya tıklayınız.

Fuat Keyman

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir