Cumhuriyet: Toplum ve topluluk arasında…

Cumhuriyet: Toplum ve topluluk arasında…

Cumhuriyet, Osmanlı’dan parçalı-cemaatimsi bir toplumsal doku ve gelenek miras almıştır. Bu miras, dünden bugüne farklı toplumsal biçim ve yapılanmalarla (farklı dini yapı ve cemaatlerden yaşam biçimi ve değer merkezli topluluklara uzanan bir çizgide), buna endeksli çatışma eksenlerinden hareketle toplumu tanımlayan önemli bir belirleyendir. Toplumdaki hâkim tasavvur, yönelim ve değer mekanizmasını da önemli ölçüde kuşatmaktadır. 

Cumhuriyet dönemi Türkiye toplumun öyküsünü; (1) Ülkenin derin kırılmaları/tarihsel belirleyenleri ile, (2) Organik-sınıfsal toplum olma süreci (dinamikleri, girdileri) ve bu iki unsur arasındaki etkileşim ve ilişki belirler.

ASLİ TARİHSEL VERİ OLARAK KÜLTÜREL AYRIŞMA

Asli tarihsel belirleyenden kasıt; toplumdaki grup ve topluluklar arasındaki ayrışma, çatışma ve ilişkilerin esasen kültürel temelli olmasıdır. Cumhuriyet, Osmanlı’dan parçalı-cemaatimsi bir toplumsal doku ve gelenek miras almıştır. Bu miras, dünden bugüne farklı toplumsal biçim ve yapılanmalarla (farklı dini yapı ve cemaatlerden yaşam biçimi ve değer merkezli topluluklara uzanan bir çizgide), buna endeksli çatışma eksenlerinden hareketle toplumu tanımlayan önemli bir belirleyendir. Toplumdaki hâkim tasavvur, yönelim ve değer mekanizmasını da önemli ölçüde kuşatmaktadır.

Bu tarihsel veri üç unsurdan oluşan bir toplum geleneğine işaret eder:

1. Toplumsal tabakalaşmanın asli belirleyeni kültüreldir; diğer ifadeyle toplumdaki temel gruplaşma, ayrışma ve çatışmalar dini, etnik, değersel eksende meydana gelir.

2. Bu özellik, toplumu oluşturan gruplar arasında bir mesafe, güçlü simgesel sınır ve engeller üretir. Bunlar toplumu bir yönüyle açık ya da örtülü cemaatimsi veya ayrıksı-petekimsi bir yapıya büründürür.

3. Bu toplumsal gruplar arasındaki aralarında temel ilişki, alan genişletme esasına dayalı bir çatışma ilişkisidir. Her toplumsal grup diğerinin kendi yaşam alanını aleyhine genişletmeyi özcü bir faaliyet haline getirir. Her bir topluluğun içinde meydana gelen güç, fayda, kişisel alan genişletme faaliyetleri, bu cemaatimsi alan genişletme çabasıyla iç içedir. Bu tablo, siyasi ve toplumsal alanı parçalı kılar.

Bu gelenekler ve unsurlar elbette saf ve mutlak haller değil, ideal tiplerdir. Seküler-dindar, Alevi-Sünni, Müslim-gayrimüslim gerginlikleri, mekânsal, değersel, simgesel yaşam biçimi ayrışmaları, yıllar içinde ve dönem dönem aralarında artan etkileşimlere rağmen, cumhuriyetin yüzüncü yılında halen varlıklarını ve belirleme gücünü sürdürürler. Türkiye toplumunu tanımlayan kendine has temel özellikleri ifade ederler.

Organik-sınıfsal toplum olma hali, modern bir sanayi toplumu olmanın ve bu istikamette cumhuriyet boyunca izlenen politikaların ve ilerlemenin gereği olarak, günümüz Türkiye toplumunun tanımlayıcı faktörlerinden birisidir.

ORGANİK-SINIFSAL TOPLUM OLMA HALİ

İnsan-doğa ilişkileri, bu ilişkiler çerçevesinde örgütlenmeler pek çok toplum gibi Türkiye toplumunun da evrensel bir belirleyendir. Bu belirleyen hem bir ilerleme arayışla hem üretim süreçlerinin, buna bağlı sosyoekonomik faktörlerin belirleme gücüyle ve toplumsal tabakalaşmanın ekonomik yönüyle ilgilidir. Bu çerçevede bireysel standardizasyon (benzeşme) hali veya ekonomik çıkar ve konumuyla belirlenen rasyonel birey fikri ile sınıfsal ayrışmalar üzerine oturur. Buna göre; pazar, piyasa, üretim, tüketim, üretim ilişkileri, takas, ekonomik kurallar üzerinden oluşan ortak alanlar; kamusal alan, mesleki, ekonomik, sınıfsal ayrışmalar, toplumu hem oluşturan hem çatışma eksenlerini belirleyen unsurlardır. Organik-sınıfsal toplum olma hali, modern bir sanayi toplumu olmanın ve bu istikamette cumhuriyet boyunca izlenen politikaların ve ilerlemenin gereği olarak, günümüz Türkiye toplumunun tanımlayıcı faktörlerinden birisidir. Cumhuriyetin başında 13 milyonluk,  bunun 10 milyonu kırsal alanda yaşayan köylü ve ikili sınıf dokusuyla var olan bir toplumsal yapıdan, bugün 85 milyonluk kentli, sanayileşmiş, sınıfsal ilişkileri farklılaşmış bir dokuya geçmiş olmak, sosyoekonomik verilerin önemi ve taşıyıcılığını resmeder.

Türk toplumunun açıklayıcı çatışma eksenleri bakımından kültürel ve sınıfsal tabakalaşma bir yönüyle üst üste oturmaktadır. Ancak, bu ilişki ve çatışmalarda öne çıkan ve taşıyıcı olan her zaman “kültürel” öge olmaktadır. Türkiye’nin 1980 sonrası yaşadığı toplumsal gerginliklerin temeli de burada yatmaktadır.

GEÇİŞLER, İLİŞKİLER

Cumhuriyetin yüzüncü yılında Türk toplumunu, yukarıdaki iki unsurun karşı karşıya gelmesi (sıkça getirilmesi) değil; birlikteliği, geçişleri ve ilişkilerinin şekillendirdiğini tekrar belirtelim.

Şerif Mardin’in “merkez-çevre” çerçevesi, bir bakıma, kültürel ayrışmayla, sınıfsal tabakalamanın öznelerinin benzer olduğunu ima eder. Kültürel olarak çevreyi temsil eden gruplarla merkezi temsil eden gruplar arasında sınıfsal güç, sınıfsal konum açısından da görece bir ayrışma yaşanmakta, kültürel ve sınıfsal katmanlar kesişmektedir. Diğer bir ifadeyle Türk toplumunun açıklayıcı çatışma eksenleri bakımından kültürel ve sınıfsal tabakalaşma bir yönüyle üst üste oturmaktadır. Ancak, bu ilişki ve çatışmalarda öne çıkan ve taşıyıcı olan her zaman “kültürel” öge olmaktadır. Türkiye’nin 1980 sonrası yaşadığı toplumsal gerginliklerin temeli de burada yatmaktadır. Ancak şüphe yok ki bu durum yegâneleştirilemez. Sınıfsal ayrışmalar kültür katmanlarını üstünde yaşandığı gibi, kültürel ayrışmalar da, sıkça ekonomik faktörden (ondan beslense de) ayrı bir dinamiğe sahiptir.

Bunun yanında, Türkiye toplumu bakımından altı çizilmesi gereken diğer önemli bir dinamik, her bir topluluk içi gerilim ve hiyerarşinin varlığıdır. Topluluklar-kesimler içi sınıfsal katmanlar, ayrışmalar, hiyerarşileri kapsayan bu hareketlilik, toplulukçu toplumsal dokuda, farklılaşma ve değişmenin ağırlıklı mekanizmalarından birisidir. Bu ayrışma, kesimler arası ilişki ve çatışmaların kültürel nitelikli yapısına oranla önemli ölçüde sınıfsal nitelik taşır; kesim içi ekonomik ayrışmalar, paylaşımlarla, dengelerle karşımıza çıkarlar. Kimlik gruplarının dönemsel girdilerden, iç ve dış değişim faktörlerinden etkilenmesiyle hareket geçerler.

Türkiye’de ötekiyle ilişki ve çatışma iç içe ve paradoksaldır. Bir yandan varoluşunu, gücünü, geçimini, kentlerde yaşam biçimini, seküler grupların değer sistemlerini ve kamu kurumlarını önemli ölçüde Batı modeliyle iç içe geçirmiş, ilerleme istikameti olarak Batı’yı seçmiş bir toplum söz konusudur. Diğer yanıyla, aynı toplum ve sistem; Batı’yı iten, Batı endişesini merkez alan; emperyalizm, toprak bütünlüğü, değer yozlaşması gibi farklı ama sık sık kesişen, birlikte siyasallaşan gerekçelerle oluşan, milliyetçi rüzgârın temelinde yatan ulusal hassasiyete sahiptir.

HASSASİYET ORTAKLIKLARI

Türk toplumsal yapısından söz ederken, mevcut petekimsi yapının farklı gözeneklerine ortak olan, kuşaklar tarafından tevarüs edilen, toplumu tanımlayan ortak hassasiyet yapılarının altını özellikle çizmek gerekir. Her kültürel grupta farklı simge ve vurgularla tezahür eden bu hassasiyet, fiziki ve kültürel “patrimoine”na ilişkin bir varoluş endişesi, tehdit altında olma ruh hali ve alan koruma refleksi olarak tanımlanabilir ve ulus, toplum kurucu unsur özellikleri taşır.

Batı’nın çeperindeki bir toplum olması itibariyle, gerek tarihsel gerek güncel boyutlarıyla kültüre ve toplumsal olarak asli öteki, Batı ve değer ve inanç anlamında Batı’yla ilişkili olandır. Batı’nın çeperindeki her Batı dışı toplumda olduğu gibi, Türkiye’de ötekiyle ilişki ve çatışma iç içe ve paradoksaldır. Bir yandan varoluşunu, gücünü, geçimini, kentlerde yaşam biçimini, seküler grupların değer sistemlerini ve kamu kurumlarını önemli ölçüde Batı modeliyle iç içe geçirmiş, ilerleme istikameti olarak Batı’yı seçmiş bir toplum söz konusudur. Diğer yanıyla, aynı toplum ve sistem; Batı’yı iten, Batı endişesini merkez alan; emperyalizm, toprak bütünlüğü, değer yozlaşması gibi farklı ama sık sık kesişen, birlikte siyasallaşan gerekçelerle oluşan, milliyetçi rüzgârın temelinde yatan ulusal hassasiyete sahiptir.

Bu ortaklığın farklı bir kaynağı da bulunmaktadır. Bu kaynak ülkenin uluslaşma süreciyle ilgilidir. Türk uluslaşma süreci Batı’dan farklı olarak dil merkezli değil, din merkezli olmuştur; verili bir “patrimoine”ı hedef almaktan çok, yeni bir “patrimoine” oluşturan nüfus hareketleriyle iç içe geçmiştir. Nitekim Türkiye’deki ulus oluşumunun temelinde de, temel olarak 1830’larda başlayan, kökü daha eskiye, Osmanlı’nın ilk toprak kayıplarına giden ve biteviye Anadolu’ya doğru akan yaklaşık 150 yıllık bir Müslüman göçü görülür. Cumhuriyetin ilk yıllarında, yerleşik olan bir halk olan Kürtler (ve kısmen Araplar) dışında, Anadolu nüfusu önemli ölçüde göçmen Müslümanlardan oluşmaktadır. Gayrimüslim nüfusun şu veya bu şekilde Anadolu’dan uzaklaştırılması, dinden hareketle yapılan nüfus ayıklanması, uluslaşma sürecinde madalyonun diğer yüzünü oluşturur. Korkutarak göç ettirme, ekonomik göçler, gönüllü göçler, katliamlar, hatta soykırımlar hem Anadolu’ya Kuzey’den ve Batı’dan gelen Müslümanların, hem Anadolu’da mukim gayrimüslimlerin ortak öyküsüdür.

Bu uluslaşma sürecinin, özellikle topluluklar açısından, travmalarla iç içe geçmiş, sabit bir bellek oluşturacak kadar acılı, yüz-yüz elli yıla yaslanan ve sürekli güç üstüne oturan bir süreç olması üzerinde önemle durmak gerekir. Kaybedilmiş mallar, verilmiş canlar; buna karşılık gasp edilmiş mallar, alınmış canlar üstüne oturan bu sürecin, tam da “kimlik kurucu” bir yönü bulunmaktadır. Bu açıdan baktığımızda bugün Türk kimliği ile bu bellek ve güvenlik fikri ve arayışı arasında, diğer bir ifadeyle güvenlik duygusuyla kimlikleşme arasında, yakın bir ilişki bulunur.

Cumhuriyetle başlayan ve bugüne uzanan sürekliliğin dokusu bu şekilde resmedilebilir. Bu çerçeve içinde birçok kırılma, etkileşim, tarihsel aşama yaşanmaktadır ve yaşanacaktır.

Sitemizin açılışında ilk dosya konusunu “100. Yılında Cumhuriyet” olarak belirledik.
Bu yazı 100. Yılında Cumhuriyet Dosyası‘nda yayımlanmıştır.
Dosyanın diğer yazıları için buraya tıklayınız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir