Cumhuriyet’in 100. yılında nasıl bir Türkiye görmek isterdim?

Cumhuriyet’in 100. yılında nasıl bir Türkiye görmek isterdim?

Bu döneme damgasını vuran hâkim zihniyet, duygu hali ve itiraz nedir deseler elbette iklim hareketi, sivil itaatsizlikler ve beraberindeki isyan derim. Türkiye’nin ikinci yüzyılına damgasını vuracak tüm kararların merkezinde enerji ve tarım olacak. 

 

Yeni Arayış mecrasındaki ilk yazıma tüm okuyuculara bir merhaba ile başlayalım.

 

Cumhuriyet’in ikinci yüzyılının ilk günleri yaşadığımız şu zaman diliminde Yeni Arayış’ın Türkiye medyasına, düşünce dünyasına ve demokratik tartışma zeminine yeni, taze, heyecan dolu bir soluk olması diliyorum. 

 

Türkiye’nin ikinci yüzyılına girişi böyle mi olmalıydı, bir yurttaş, bu ülkenin bir bireyi ve gazeteci olarak ne görmek isterdim, ilk yazıda bu konular üzerine dertleşelim istiyorum. Pek çok isim bu konuya dair eleştiri ve yorumlarını kaleme aldı, ben de kendi perspektifimden anlatmaya çalışacağım.

 

Ülkede gerçek ve güçlü bir toplumsal muhalefet yokluğu memleketi; emekçiler, gençler, kadınlar, gazeteciler, bilim insanları ve aydınlar için epeydir büyük bir açık hava cezaevine çevirmiş durumda…

 

Entelektüellerin itibarsızlaştırılmasının yanı sıra aydınların sistematik biçimde memleket topraklarından tasfiye ediliyor olmasının sadece akademik anlamda değil, ekonomik, teknolojik ve sosyolojik açıdan yarattığı çölleşmenin yanı sıra toplumsal barışın tesis edilmesindeki önemli bir eksikliğe de işaret ediyor olması önemli. 

 

Türkiye’nin gelecek yüzyılının okumasını buradan yapmakta fayda var.

 

Ekonomik, sosyal ve toplumsal olduğu kadar derin bir ekolojik yok oluşa sürükleniyoruz…

 

Temiz havanın, suyun ve toprağın, güvenilir tarım ve gıdanın, sağlıklı iklim ve barınma şartlarının maksimum düzeyde sağlandığı bir Türkiye’de yaşıyor olamaz mıydık? Pekâlâ olabilirdik. Bunun için gerekli vizyon, teknoloji ve kaynak yok muydu? Elbette vardı.

 

AKP, adına “Türkiye Yüzyılı” dediği ikinci asra kendi meşrebince yelken açtı. 

 

“Sürdürülebilirliğin Yüzyılı” alt başlığı altında sıralanan projelere şöyle bir göz attığınızda, çevre ve doğaya ikinci yüzyılda da nasıl hoyrat davranacaklarının ipuçlarını görebilirsiniz.

 

Akkuyu Nükleer Santrali de, Yusufeli Barajı da, Salda Gölü Koruma Projesi de orada; 81 ile Millet Bahçesi de var, Ekosistem Koruma Projeleri de…

 

Bakıyorsunuz, Yeraltı Doğalgaz Depoları projesi de sayılmış, Karadeniz gazı da, sondaj gemileri de ve hatta boru hatları da.

 

Almanların “zeitgeist” dediği, İngilizcede de artık yaygın olarak kullanılan bir sözcük var: “zamanın ruhu” demek… 

 

 

Zamanın ruhu sadece zamana uymak değil aynı zamanda içinden geçilen zamanın değişen ritmine, hareketlerine, düşüncelerine çağı yakalayarak ayak uydurmak demek. 

 

Zamanın ruhu bu yüzyılda artık edilgen değil, ezberlere, “Böyle gelmiş; böyle gider!” kaderciliğine karşı, proaktif, statükoya, sisteme, kapitalizme karşı harekete geçen bir nitelikte… 

 

Bu döneme damgasını vuran hâkim zihniyet, duygu hali ve itiraz nedir deseler elbette iklim hareketi, sivil itaatsizlikler ve beraberindeki isyan derim. 

 

Türkiye’nin ikinci yüzyılına damgasını vuracak tüm kararların merkezinde enerji ve tarım olacak. 

 

Bugün Gazze’de süregelmekte olan vicdansız savaş da dahil olmak üzere yaşadığımız tüm acı tecrübelerin temelinde enerji merkezli meseleler var ve güçlü iklim politikaları hayata geçirilmedikçe bu böyle de olmaya devam edecek. 

 

Enerji üretimi yerelleşmek zorunda, temiz enerjiler lehine alternatiflendirilmek ve sivilleşmek zorunda. Böyle söyleyince çok uzak, çok imkânsız geliyor biliyorum ama böyle olmak zorunda. Eğer farklı bir Türkiye hayaliniz var ise…

 

Bu ülkenin toprağını, havasını, suyunu seven insanlar milliyetçilik hamasetiyle değil, gerçek ülke sevgisiyle mücadele ederken yerlerde sürükleniyor, zulme maruz bırakılıyor, yerinden yurdundan edilenler kahrından ölüyor.

 

Bakın, bunca güneş ve rüzgar potansiyeli olan bir ülkede 3-5 MW elektrik için dereler kurutuluyor, bir baraj uğruna binlerce yıllık insanlık mirası yok ediliyor, memleketin en değerli tarım ve orman arazilerine kömürle çalışan termik santraller dikiliyor, madenlerle ülkenin altı üstüne getiriliyor, doğaya her gün kül, kükürt, karbonmonoksit yağdırılıyor, ormanlar hançerleniyor, kentlerde yaşam atık plastik tehlikesiyle sürüyor, dağlar envaiçeşit madencilik projesiyle kelepçeleniyor, denizler çöplük olarak kullanılıyor. 

 

Türkiye’nin doğal varlıklarına ne akılla ne vicdanla ne da ahlakla yaklaşılıyor.

 

Bu ülkenin toprağını, havasını, suyunu seven insanlar milliyetçilik hamasetiyle değil, gerçek ülke sevgisiyle mücadele ederken yerlerde sürükleniyor, zulme maruz bırakılıyor, yerinden yurdundan edilenler kahrından ölüyor.

 

İnsanın doğduğu, büyüdüğü yeri savunması insanı insan yapan en büyük değerlerden biridir. 

 

Buna burun kıvıranlar çoğunlukta biliyoruz ancak “zeitgeist” bu, beğenmeyenler de eninde sonunda bir gün kabullenmek zorunda kalacak…

 

Siyaset bilimci ve ekonomist Albert Hirschman, 1970 yılında kaleme aldığı Exit, Voice and Loyalty: Responses to Decline in Firms, Organizations and States (Terk, İtiraz ve Sadakat: Şirketler, Örgütler ve Devletlerin Gerilemesine Tepkiler) adlı kitabında çok kritik bir noktaya işaret eder.

 

Albert Hirschman

 

Hirschman’ın teorisini memlekete uyarlarsak, Türkiye’deki insanların özellikle de orta sınıfın önünde ekonomik ve siyasal gerçekliklerin sonucunda üç farklı yol vardır; birincisi terk etmek. 

 

Doğduğu, büyüdüğü, ait olduğu ülkeyi terk edip gitmek… 

 

Türkiye’de öteden beri bireysel hak ve özgürlüklerin giderek kısıtlandığı, demokratik değerlerin, ifade hürriyetinin, hak, hukuk, adaletin mumla arandığı otoriter bir iklimindeyiz. 

 

Hemen her gün kadına, çocuğa, doğaya, canlılara, etnik, cinsel, dini farklılıklara olana, her çeşit siyasal çizgideki muhalife, ezcümle kendilerinden olmayan herkese gösterdikleri zulüm, şiddet, haksızlık örnekleriyle sınanıyoruz.

 

Bir diğer seçenek ise, biat etmek… 

 

Çoğunluğun ruh halini ve hayattaki seçimlerini en net biçimde gösteren biat ve AKP iktidarlarının politik düzeninin yükseldiği, beslendiği alanda tam da burası. İhalelerle, yardımlarla, imtiyazlarla genişletilerek bağlılığın/bağımlılığın yükseltildiği, en dertsiz, en tasasız seçenek. Onların genelde terk etmek, itiraz etmek gibi dertleri yoktur, halinden en memnun kesimler onlardır. 

 

AKP iktidarlarının ekonomi politikalarının yanı sıra çatışmacı ve savaş politikaları, şiddet içeren ve kutuplaştırıcı dili, toplumsal ayrışmayı besleyip büyütüyor; işsizliği, yoksulluğu, açlığı ve çaresizliği geniş bir tabanda çoğaltıyor. 

 

Hirschman’a göre, insanların önündeki seçeneklerden biri de, ses çıkarmak, itiraz ve mücadele etmek… 

 

Tüm bu dayatmalara yönelik en ufak bir ses çıkarmaya çalışanın nasıl susturulduğunu ve sindirilmeye çalışıldığını defalarca tecrübe ettik. Direnen kesimlerin üzerinde öyle bir baskı var ki, mücadele pratikleri yok edilmek isteniyor.

 

Bu politikalarla mücadelenin tek yolu, Albert Hirschman’ın üçlemesinde yer verdiği itirazdan geçiyor: Bu toplumu ezdikçe ezen, yoksullaştıran, giderek daha fazla değersizleştirmeye çalışan politikalara karşı örgütlü mücadele, dayanışma ve yan yana durma hattının sıkılaştırılması.

 

Bunun için her zaman büyük siyasal örgütlenmeler de gerekmeyebilir; bir mahalle derneği de, bir üretim kooperatifi de, bir dayanışma ağı da başlamak için yeterlidir. 

 

Yeter ki, içimizdeki itiraz sesini başkalarından önce biz kısmayalım…

 

Ve bir zaman sonra ne itirazın ne örgütlülüğün ne de ses çıkarmanın bir anlamı kalabilir. 

 

Türkiye’nin ikinci yüzyılında bu ülkenin akla, bilime, vicdana, cesarete ve ufka ihtiyacı var.

 

İkinci yüzyılda o sesi çıkarmak zorundayız.

Pelin Cengiz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir