Cumhuriyet ve kalkınmacılık

Cumhuriyet ve kalkınmacılık

Bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, siyasi ve hukuki bakımdan birçok tartışmaya konu oldu. Ancak iktisadi manada değerlendirilmesi yeterince yapılamadı.

Günümüz kalkınma iktisadının geldiği noktada, kurumların ve eksik kurumların inşasının başarılı bir kalkınma pratiği için ne kadar önemli olduğu genel kabul görmeye başlamışken, daha yirminci yüzyılın başlarında böyle bir ihtiyacı görmüş bir kurucu iradenin Cumhuriyet ile gerçekleştirdikleri takdir edilmeye değerdir.

Bu yıl Cumhuriyetimizin yüzüncü yılı.

Bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, siyasi ve hukuki bakımdan birçok tartışmaya konu oldu. Ancak iktisadi manada değerlendirilmesi yeterince yapılamadı. Oysa günümüz kalkınma iktisadının geldiği noktada, kurumların ve eksik kurumların inşasının başarılı bir kalkınma pratiği için ne kadar önemli olduğu genel kabul görmeye başlamışken, daha yirminci yüzyılın başlarında böyle bir ihtiyacı görmüş bir kurucu iradenin Cumhuriyet ile gerçekleştirdikleri takdir edilmeye değerdir.

ÇAĞDAŞLAŞMA YOLUNDA BİR KALKINMA HAMLESİ

Cumhuriyetin ekonomi bilimi açısından değerlendirilmesi için özellikle kuruluş aşamasında yapılan tercihlerin, uygulanan politikaların ve siyasi dönüşümü gerekli kılan ekonomik zaruretlerin konu edilerek incelenmesine gerek vardır.

Türkiye Cumhuriyeti, iktisat biliminde “kalkınma iktisadı” adı altında ayrı bir çalışma alanının var olmadığı bir dönemde hayata geçirilmiş kapsamlı bir kalkınma pratiğidir.[1]

Dünyada kendisine referans olacak özgün bir örneğe sahip olmadan, sadece geçmişte Osmanlı İmparatorluğu döneminde yapılan entelektüel tartışmaları kendine örnek alan bir girişim olarak, ülkenin kalkınmasını sağlamak, Anadolu coğrafyasına sıkışmış bir halkı yoksulluğun ve geri kalmışlığın pençesinden kurtarmak amaçlanmıştır.

Kayda değer herhangi bir ekonomik imkâna sahip olmadan, büyük ölçüde el yordamı ve sağduyularla gerçekleştirilmiş, son derecede metodik ve bir o kadarda bilinçli icra edilmiş olan bir kalkınma çabasıdır. Bu bakımdan Cumhuriyetimizin ülkemizin kalkınması açısından ne anlama geldiğinin ele alınıp, tartışılmasında büyük yarar olacaktır. Özellikle bu pratikten doğan bazı ekonomik uygulamaların yeniden gündeme getirilerek, iktisadi bakımdan taşıdığı önem dikkate alınarak tekrar değerlendirilmesinde büyük yarar olacaktır.

Cumhuriyet bir yönüyle siyasi bir dönüşümün simgesiyken, bir diğer yönüyle de toplumu sanayi toplumuna dönüştürmek için girişilen gerekli kurumların inşa hamlesidir. Aynı dönemde bu kurucu iradenin “çağdaşlaşma” olarak ortaya koyduğu hedef ile simgeleştirilmiştir.

Zira yirminci yüzyılın başlarında ekonomik manada geri kalmış ülkeler bakımından kalkınma diye bir amaç söz konusu değildi. Türkiye örneğinde “kalkınma” gelişmiş ekonomilerin yaşam şartları ile refahın bir sonucu olan hayat tarzına “öykünme” olarak dile getirilmiştir. Bu bakımdan o günlerde ortaya konulan çağdaşlaşma hedefini “kalkınma” gayreti olarak düşünmek mümkündür.

Dünya ekonomisi XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ve XIX. yüzyılın da tamamında ekonomik olarak önemli bir dönüşüm geçirdi. Bu dönüşümün en önemli parçası, ülkelerin değer yaratma ve refah üretmek için başvurdukları iktisadi faaliyetlerde tarımdan sanayiye doğru yaşanan dönüşümdür. Tarım ekseninde örgütlenmiş toplumlardaki siyasi üst yapı kurumlarının monarşi olması da toplumun bir sanayi toplumuna dönüşmesinin ardından siyaset üst yapının da bundan etkilenmesinin kaçınılmazlığına işaret etmiştir. Değişen ekonomik öncelikler ve toplumsal refaha öncülük eden iktisadi faaliyetlerdeki radikal dönüşümler mevcut siyasi yapıların da meşruiyetini tartışma konusu yapmıştır. İktidar erkinin meşruiyetinin kaynaklarının da değişime uğraması beraberinde siyasi dönüşümün değişimi gerekli kılmış, bu değişime karşı gösterilen dirençler de siyasi istikrarsızlığın kaynağını oluşturmuştur. Türkiye bakımından benzer bir siyasi istikrarsızlık, XX. yüzyılın başlarına kadar geleneksel ekonomik yapının bir temsilcisi olan Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getirirken, dönemin maddi iktisadi koşullarıyla uyumlu bir şekilde Cumhuriyet’in ilanı ile sonuçlanmıştır.

Tarıma dayalı geleneksel toplumlardaki refah bu üretim şeklinin en önemli üretim faktörü olarak “toprağı” öne çıkarır. Tarımsal üretim ile sahip olunan toprak miktarı arasında sıkı ve ayrılmaz bir bağ ortaya çıkar. Bu durum üretimin toprağa ve toprak üzerinde yetişen ürünün miktarını belirleyecek stokastik iklim koşullarına bağlı kılar. İklim koşularının belirsizliği, böyle toplumlarda insanların gelirlerinde de belirsizliğe neden olur ve bu belirsizliğin sebebi olarak birtakım ilahi güçlere önem atfederler. Bu “ilahi güçler” aynı zamanda toprakların mülkiyetinin ve bu topraklardan elde edilen artığa kimler tarafından el konulabileceğini belirleyen bir meşruiyet kaynağı oluştururlar. Bu da geleneksel tarım toplumlarında “mukaddesatçı” bir düşünce yapısının oluşmasına yol açarlar.  Bu durum büyük ölçüde Osmanlı İmparatorluğu gibi monarşik bir siyasi yapı için de geçerliydi.

Sanayileşme için geleneksel monarşilerden farklı bir hukuk sistemine, daha da önemlisi “anayasal bir düzene” ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır ve bu ihtiyaç sadece Osmanlı İmparatorluğu’nda değil, aynı zamanda Avrupa’daki birçok monarşik rejimlerde siyasi yapıların değişimi yönünde talepleri gündeme getirmiş, Cumhuriyet taleplerinin yükselişine yol açmıştır.

SANAYİ DEVRİMİ VE DEĞİŞEN İKTİSADİ TAVIR

Sanayi Devrimi sonrasında yaşanan değişimin birinci konusu toplumlarda hâkim olan bu mukaddesatçı düşünüş şeklinin “pozitivist” bir düşünce sistematiği ile ikame edilmesidir. Tarımsal üretimin o günkü teknoloji düzeyinin artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayamaması, ama daha da önemlisi mevcut refahı arttırabilmek bakımından bir beklenti oluşturamaması, refahın kaynağı olabilecek başka iktisadi faaliyetlere yönelimi ve bununla birlikte üretim şekillerinin yönelimi beraberinde getirdi. Bu ihtiyaç sanayiye dayalı bir ekonomik yapının doğmasını sağlandı. Değerin ve refahın giderek artan oranda sanayiden elde edilmeye başlamasıyla, insanın kendi kaderini kendisinin belirleyebilme kabiliyeti sağladı. Bu da o güne kadarki monarşik yapıların toprak üzerindeki hâkimiyetini sağlayan meşruiyet dayanaklarının anlamsızlaşmasına yol açarak, toplumları iktidar için yeni meşruiyet kaynakları arayışına itti. Kanımca bu durum Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki siyasi tartışmaların en önemli konularından birini oluştururken, Cumhuriyet’in kuruluşu için gerekli düşünsel altyapının oluşmasına katkıda bulundu. Meşruiyetin kaynağına yönelik bu tartışmalar bir yandan “anayasal bir düzen” arayışı öte yandan da böyle bir düzenin içinde gerçekleşmesi mümkün olan “sanayileşme” ihtiyacını doğurdu. Bu arayış sadece Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bir arayışı olmanın yanında, “Batı” olarak ifade edilen çağdaş gelişmiş ekonomilerin de o günlerdeki iktisadi tercihlerinden birini oluşturmaktaydı.

Sanayiye dayalı üretim modelinin XIX. yüzyılda yükselişinin önemli nedenlerinden biri de eskisine göre ekonomik cazibesini yitirmiş kırsalda yaşayanların kentlere göçmesi ve tarımsal faaliyetlerden kopmasıdır. Bu bir üretim faktörü olarak toprağın da öneminin azalması demektir. Özellikle toprak mülkiyeti üzerinden monarşilerin zenginliklerinin kaynağı olan toprak mülkiyetinin de anlamını yitirmeye başlaması anlamına gelmektedir.

Monarşik yönetimlerin finansmanını sağlayacak toprağa dayalı gelirlerin düşmesi, bu siyasi üst yapı kurumlarının finansmanı için yeni kaynak arayışlarına girişilmesine yol açmıştır. Neticede Batıda (ve zamanla Osmanlı İmparatorluğu’nda) hâkim siyasi yapılar, yeni dönemin şartlarına uygun olarak sermaye birikimi yapmış olan kentsoylulardan (yani burjuvalardan) borçlanmaya başlamıştır. Bu da ister istemez, geçmişte topraktan elde edilen zenginlikleri paylaşan toprak soyluların siyasi gücünün zayıflamasına yol açmıştır.

İttihat ve Terakki ekonomide refahın kaynağının sanayi olduğunun bilincine sahip olarak İmparatorluk çapında “milli ve yerli” bir sanayi oluşturma gayreti içine girmiştir. Ancak yaygın bir coğrafyada ve birbirinden farklı kültürleri bünyesinde tutan bir imparatorlukta, ortak değerler yaratarak bu amacı gerçekleştirebilmek çok mümkün olmadı.

Velhasıl 1760’lardaki Endüstri Devrimi’nin ardından üretimde toprağın yerine sermayenin önemi arttı. Bu insanların düşünüş yapılarının yeniden oluşumuna neden oldu. Daha önce monarşilerin başındaki kralların ve sultanların hâkimiyetindeki toprak mülkiyetine meşruiyet kazandıran “ilahi güçlerden” elde edilen “hakkın” anlamı kalmadı. Çünkü artık değerin kaynağı toprak değildi. Aksine toplumda ve ekonomide yükselen sermaye ve onu mülkiyetini elinde bulunduranlar oldu. Bu kesim bizlerin “burjuva” dediği “kentsoylulardır”. Bunlar önceki dönemde söz sahibi olan toprak soyluların yerine geçmeye başladı. Özellikle sermayenin değişken olması ve miktarının “sermaye birikimi” yoluyla insanlar tarafından kontrol edilebilir olması, geçmişte insanların kontrol edemedikleri ve bu yüzden akıbetini ilahi birtakım güçlerin insafına bıraktıkları inanç sistemlerini sarstı. Üretim sürecindeki ve kaynaklarındaki bu değişim insanları dünyayı da “deterministik” bir pencereden görebilmelerine, böylece mukaddesatçı düşünce sistematiğinde uzaklaşmasına neden oldu. Zaten bu dönemdeki Avrupa’da başlayıp dünyaya yayılan “pozitivizm” akımının temellerini de insanın dünyaya bakış sistematiğindeki büyük ölçüde bu dönüşüm bulunmaktadır.

Tüm bu altyapıda yaşanan gelişmelerin siyasi üst yapıda da değişime yol açması beklenir. Zira toprağa dayalı geleneksel ekonomilerde toprak mülkiyetini elinde tutan kral ve sultanlar bu hakkı genellikle “ilahi” güçlerden alınmış bir onaya dayandırmaya çalışırlar ve bu konuda rıza gösteren diğer toprak soyluların ve halkın onayı ile iktidar olurlar. Ancak toprak mülkiyetinin önemini yitirdiği bir durumda, değer yaratmanın kaynağı olarak görülen emek ve sermayenin sahipleri monarşilerdeki bu tarz bir meşruiyeti kabul etmezler. O nedenle sanayinin yükseldiği, sermayenin ve emeğin değerin kaynağı olarak görülmeye başladığı ekonomilerde, meşruiyetin kaynağı olarak hukuk görülür. Temelde bu hukuk insanların kendi aralarında yapılan bir sözleşmedir. Sanayileşme için geleneksel monarşilerden farklı bir hukuk sistemine, daha da önemlisi “anayasal bir düzene” ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. İşte neticede ortaya çıka bu ihtiyaç sadece Osmanlı İmparatorluğu’nda değil, aynı zamanda Avrupa’daki birçok monarşik rejimlerde siyasi yapıların değişimi yönünde talepleri gündeme getirmiş, Cumhuriyet taleplerinin yükselişine yol açmıştır. Böylece Cumhuriyet refah arayışı içinde olan ülkelerin arzuladıkları gelirleri elde edecekleri sanayi faaliyetlerinin filizleneceği kurumsal çerçevesi sağlamıştır.

Osmanlı imparatorluğu XX. yüzyıla böyle bir ortamda girmiştir. Özellikle İttihat ve Terakki’nin talepleri tıpkı Avrupa’da olduğu gibi bir dönüşümü zorlamış olsa da, ülke genelinde bu değişimi destekleyecek “nesnel” koşulların yeterli kadar gelişmemiş olması bu talepleri temelsiz bırakmış ve topluda kök salmasına olanak sağlayamamıştır.

İttihat ve Terakki ekonomide refahın kaynağının sanayi olduğunun bilincine sahip olarak İmparatorluk çapında “milli ve yerli” bir sanayi oluşturma gayreti içine girmiştir. Ancak yaygın bir coğrafyada ve birbirinden farklı kültürleri bünyesinde tutan bir imparatorlukta, ortak değerler yaratarak bu amacı gerçekleştirebilmek çok mümkün olmadı. Her şeyden önce milli ve yerli bir sanayi için gerekli milli ve yerli sermayeye, ama daha da önemlisi milli, bütünleşmiş ve yeterli derecede parasallaşmış bir ekonomik yapıya ihtiyaç vardı. Maalesef bu dönemde bunların hiçbirini Osmanlı İmparatorluğunda yoktu.

Tüm bunlar Cumhuriyetin başlangıç koşullarını oluşturmaktadır.

Gelenekselliğin toplumsal organizasyonun bütününe hâkim olduğu, ağırlıklı olarak mukaddesatçı bir dünya görüşüne sahip insanların, refahın bir sanayi toplumunun gereklerine göre pozitivizme dayanan ve buna bağlı olarak mukaddesatçılığı ret edip, daha müspet bilimleri kendine referans alan insan tipini oluşturmaya çalışmıştır.

YENİ DEVLET, YENİ EKONOMİ, YENİ BAĞLAR

Savaş sonrası hâkim olunan topraklar Anadolu ile sınırlı, doğal kaynak bakımından fakir ve kapsamlı bir kalkınma hamlesine girişebilmeyi olanaklı kılan ne kurumsal yapı ne de sermaye birikimi vardı. Ayrıca bunların her biri çözülmesi gereken sorunlardı.

Amaç Anadolu’nun sınırları içine hapsolmuş, çoğunluğu “köylü” ve tarımsal faaliyetlerden gelir eden nüfusun refahını arttırabilmektir. Bu refahın kaynağı nihayetinde sanayi olmak zorundadır, ama böyle kapsamlı bir sanayileşme hamlesi için gerekli sermaye birikiminden yoksundur ülke.

Cumhuriyet, ülkeyi kalkındırmak ve Anadolu’yu yoksulluktan kurtarabilmek için modern bir sanayi toplumunda olması beklenen kurumsal dönüşümü yapmak zorundadır. Zaten bu dönemde “çağdaşlaşma” ile ifade edilmek istenen de budur. Gelenekselliğin toplumsal organizasyonun bütününe hâkim olduğu, ağırlıklı olarak mukaddesatçı bir dünya görüşüne sahip insanların, refahın bir sanayi toplumunun gereklerine göre pozitivizme dayanan ve buna bağlı olarak mukaddesatçılığı ret edip, daha müspet bilimleri kendine referans alan insan tipini oluşturmaya çalışmıştır. Bu amaçla birey ile devlet arasındaki ilişkiyi “vatandaşlık” bağı ile tanımlayan, bu ilişkide kıstası hukuk olan bir örgütlenme şekli amaç olarak belirlenmiştir.

Cumhuriyet, Sivas Kongresi’nden başlayarak ülke yönetiminde “kurumsallığı” öne çıkartan bir yaklaşımı benimsemiştir. Bu niteliği itibariyle meşruluğun kaynağını halktan ve halkın birlikteliğinden almaya özen göstermiştir. Zaten Cumhuriyetin resmen ilanından sonraki uygulamalar da bu niteliği teyit eder niteliktedir.  Bu niteliği itibariyle de Cumhuriyet günümüz kalkınma çabalarına örnek siyasi yapılanmaları için güzel bir referans teşkil etmektedir.

Cumhuriyet, bir kalkınma çabası olarak ve bu yolla halka refah getirmeyi vaat eden bir rejim kurmaya çalışırken, yirminci yüzyılda bu refahın kaynağının sanayileşmeden geçtiğinin de farkındadır. Ancak ülkede sanayileşme ile birlikte kapsamlı bir kalkınma hamlesi için gerekli kurumsal ve ekonomik alt yapı yoktur.

Özellikle sanayileşmenin önünü açacak olan devlet ile vatandaş arasındaki ilişkileri düzenleyecek ve bu şekilde ülkede vatandaşın sermaye birikiminin önünü açacak hukuki bir yapılanmaya ihtiyaç vardır. Bu yüzden birçok yasa batıdan örnek alınmıştır. Ama çok daha önemlisi meşruluğun kaynağını ilahi güçlerde dayandırarak tek bir kişiye veya gruba iktidar olma imtiyazı vermek yerine, tıpkı kendinden önce bu yoldan geçmiş Batılı ülkelerde olduğu gibi, anayasal bir düzene geçilmiş ve bunda taviz verilmemiştir.  Bunun doğan bir uzantısı olarak saltanata son verilmiştir.  Hukuk alanında yapılan bu reformlar sadece siyasi sonuçları bakımından değerlendirilmesinin yanında, bir yönüyle de ekonomik kurumsal altyapının oluşturulmasına yönelik bir reform olarak görülmelidir.

Ancak Cumhuriyet’in kapsamlı bir sanayileşme hamlesine girişebilmesi için maruz kaldığı ciddi ekonomik kısıtlar mevcuttur ve bunların teker teker aşılması gerekmektedir.

Bunların en başında gelen kısıt sanayileşmenin sermayeye bağımlılığı ve ülkenin sermaye birikimi bakımından son derecede yetersiz bir durumda olmasıdır. Dolayısıyla sanayileşmenin finansmanı için gerekli finansal sermaye birikiminin, bir şekilde mevcut üretim yapısıyla ve ülkeye hâkim olan iktisadi faaliyetlere dayanarak sağlanması gerekmektedir. Her türlü yetersizliğine rağmen sermaye birikimi için gerekli kaynakları üretecek gelirin kaynağı tarımdır. Bu nedenle tarımın verimliliğinin arttırılması, tarımsal toprakların genişletilmesi ve bu sektörde özel kesimin elinde birikimi sağlayacak bir vergilemenin tercih edilmesi gerekmektedir.

Ayrıca Osmanlıdan miras kalan “köylülük” yani “yoksulluk” sorununun da, tarımsal sermaye birikimi sürecinde çözülmesi gerekmektedir. Bu da büyük ölçüde toprak reformuna bağlıdır. Ancak Cumhuriyet’in kurucu kadroları bu konuda çok başarılı olmamışlardır.

Özel sektörde hem yeterli sermaye birikimi olmaması hem de savaş ve ardından gelen nüfus mübadeleleri sebebiyle sahip olunan önemli bir girişimci kabiliyetinden mahrum olunması sebebiyle sanayi yatırımlarının devlet eliyle yapımına girişilmiştir. Genellikle üreticisine “tekel” konumu sağlayan ve bu nedenle yüksek “tekelci karların” elde edilmesine olanak sağlayan, birtakım tüketim mallarının üretiminde ve temel sanayi malı girdilerini temin edecek alanlarda sanayileşmeye öncelik verilmiştir.

Elbette bu alanlarda özel sektörün öne çıkarılması düşünülemezdi. Sermaye birikiminin yetersizliği ve girişimci kabiliyetinin olmaması bir yana, sanayi faaliyetlerde ortaya çıkan tekelci karların hızlı bir şekilde belli ellerde birikimi kuruluş aşamasındaki bir devlette iktidar gücünün merkezinin kaymasına yol açabilirdi. Dahası özel sektörün elde ettiği sermaye birikiminin daha sonra yatırılacağı alanların seçiminin kontrol edilebilmesi de kolay olmayabilirdi. Zira birçok alanda arz açığı olan Cumhuriyet ekonomisinde özel sektör yatırım yapılacak alanları seçerken, sermayesini en hızlı amorte edebilecek alanları tercih etmesi beklenir. Böylece özel sektör için iyi ve kazançlı olan ülke ekonomisi için arzu edilen sonucu üretmeyebilirdi.

Özel sektörün sanayileşmenin ilk aşamalarında öne çıkarılmamasının bir diğer nedeni ise, büyük yatırımlar için gerekli mali kaynağı özel sektöre temin edecek gelişmiş bir sermaye piyasasının olmamasıdır. Öyle ki, Osmanlı İmparatorluğu döneminde bile birçok savaşın finansmanı doğrudan vatandaşın vergilendirilmesi ve/veya ürettiklerine el konulması ile finanse edilmiştir. Oysa aynı dönemde batılı ülkeler savaşların finansmanını mali piyasalardan çok uzun süreli borçlanarak sağlamışlardır. Bu da savaşın ülke ekonomisi üzerine yaptığı baskıların azaltılmasına olanak sağlamıştır. Ayrıca bu şekilde savaşın doğurduğu aşırı karların kamuya aktarılması, bu yolla vatandaşın vergilenmesine de daha az ihtiyaç duyulması sağlanmıştır. Dolayısıyla yeni Cumhuriyet için bırakın savaşların finansmanını, gelişmiş sermaye piyasanız olmadan özel sektörün sanayileşmede varlık gösterebilmesi ve sanayi faaliyetler üzerinden sermaye birikimi sağlaması mümkün değildir.

Cumhuriyet’in Osmanlı İmparatorluğundan devraldığı sorunlardan biri de ekonomik yapının bizzat kendisidir. Kalkınma için gerekli ekonomik kurumların en önemlisi olan “piyasanın” yeterince gelişmiş olmamasıdır. Bu da ekonomide özel sektörü öne çıkarılmasını engelleyen bir diğer kısıttı. Bu sorun öncelikle ülke genelinde “pazar bütünlüğünün” yeterince sağlanamamış olmasıdır. Bu kısıtın giderilmesi ciddi miktarlarda kırsal kalkınma yatırımı yapılmasını gerekli kılarken, bölgeleri birbirine bağlayan ve böylece ekonomik etkileşimin önünü açan ulaşım imkânlarının geliştirilmesini zorunlu kılmıştır.

Bir diğer önemli husus, bölgesel ekonomilerin kapalı yapılarının bir yansıması olan, “pazar için değil de, hanelerin kendi tüketimi için üretim yapılmasıdır”. Diğer bir deyişle hanehalklarının üretiminin pazara açmak da o ilk yılların sorunlarındandır.

Günümüz devletçiliğinin konusu fiziki sermaye birikiminde aktif rol alan bir devlet olmaktan öte, özel sektörün yetersiz kalmasına yol açan, günümüze özgü kısıtların aşılmasında öncülük eden bir devletçiliktir.

PİYASANIN (YENİDEN) YAPILANDIRILMASI

Ayrıca ekonominin bu yapısının bir sonucu olarak ekonominin yeterince “parasallaşamaması” ve “ayni” kalan yapısıdır. Bu da, halkı hem sermaye birikiminin yapılabilecek mali olanaklardan mahrum bırakmakta, hem de iktisadi faaliyetlerin düzeyinin düşük kalmasına yol açmaktadır.

Tüm bu ve benzeri kısıtlar ister istemez sanayi alanında yapılanacak yatırımlarda devleti ve devlet girişimciliğini öne çıkarmış ve bu kısıtları aşmak için de “devletçilik” bir çare olarak görülmüştür. Bu o günlerdeki ekonomik kısıtların zorunlu kıldığı bir tercihtir. Bu uygulamanın zaman içinde ülkede kamu eliyle bile olsa ülkede ciddi bir sanayi sermaye birikimi yarattığı söylenebilir. 1950 ve sonrasında bu sanayi sermayeyi birikiminin özel kesim eliyle yapılabilmesi tercih edilmiş ve devletin bu kez özel kesimi yönlendirebilmek için ekonomide var olması tercih edilmiştir.  Devletin bu yöndeki faaliyetlerinin icrasını kolaylaştırmak bakımından 1960 sonrası ekonomide yeni bir kurumsallaşma dönemine girilmiştir. O günkü değişen dünya ekonomisinin koşulları ve ülke ekonomisinde sahip olunan yeni imkânlar ister istemez böyle bir dönüşümü zorunlu kılmıştır. Bu kez özel kesimin sermaye birikimi sorunu giderilmeye çalışılırken kalkınmada önemli kurumlardan biri olan “piyasanın” yapılandırılması 1980’li yıllara kadar daha ertelenmiş ve tüm öncelik sermaye birikimine verilmiştir.

Bugün ülkemizdeki belli kesimlerde, kuruluş dönemindeki devletçiliğe duyulan bir özlemden bahsedebilmek mümkündür. Ancak anlaşılması gereken husus şudur ki, o günlerde ortaya çıkan devletçilik uygulaması o günlerdeki yoklukların doğurduğu ekonomik kısıtları aşmanın bir yolu olarak tercih edilmiştir. O günlerde devletçiliği gerekli kılan o kısıtlar günümüz Türkiye ekonomisinde yoktur. Dolayısıyla günümüz devletçiliğinin konusu fiziki sermaye birikiminde aktif rol alan bir devlet olmaktan öte, özel sektörün yetersiz kalmasına yol açan, günümüze özgü kısıtların aşılmasında öncülük eden bir devletçiliktir.

Ülkemizde devletçilik, kamuya girişimcilik rolü verirken, özel sektörden farklı olarak devletin bir girişimci olarak davranıp, karar alabilmesi için bir ekonomi bürokrasisine ihtiyaç duyulmuştur. Sanayide alışılmış emek ve sermaye sınıfının yanında ülkemizde uzun süre siyasi kararlarda etkili olan zaman zamanda diğer gruplarla işbirliği içine girebilen üçüncü bir ekonomik sınıfın doğuşu devletçilik uygulamasının bir yan ürünü olarak ortaya çıkmıştır.

Zamanla bu ekonomi bürokrasisi devleti ve devletin ekonomiyi kontrol etme gücünü merkeze koyan, bu güce sahip bir devlet yapısı ile varlığını sürdürebilme imkânlarına erişen müstakil bir sınıfa dönüşmüştür.  Hatta ilerleyen yıllarda bu sınıfın bazı unsurlar, ekonomide devlete atfedilen önem vesilesiyle CHP içinde kendilerini sol olarak tanımlamaya başlamışlardır. Bu bize özgü sol tanımının Batı’da emeği merkezine alan sol partilerden farkı bizdekinin temsil ettiği sınıfın bürokratik bir yapıya karşılık gelmesidir. Bu sebeple ilgili siyasi yapı kendi çıkarlarına karşı bir sonuç verme ihtimali olduğunda bizzat emekçi gruplarla da karşı karşıya gelmekten kaçınmamışlardır. Devletçiliğin uygulamalarının ülkemizde doğurduğu bu sınıfsal yapı zamanla Türk siyasetine yön vermiş, özel kesimin devlet ile bağlarını koparıp, ondan bağımsız hareket etme kabiliyeti kazanmasının da önünü kesmiştir. Zaman zaman bu mücadele ekonomik krizlerle birlikte, siyasi krizlerin doğmasına neden olmuştur. Bu yapının tasfiyesinde bugüne kadar yeterli başarı gösterilemediği gibi, 2017 referandumu ile “başkanlık sistemine” geçilmesinin ardından, böyle “yeni nesil” bir bürokratik yapının devlet ve ekonomi yönetiminde tekrar hâkimiyet kazandığı görülmüştür.

Ancak bu yeni nesil bürokratik yapının bugünkü uygulamaları geçmişteki devletçilik uygulamalarında olduğu gibi sanayide kendi kendini besleyen kalıcı bir sermaye birikimi sağlamaktan öte, mevcut gelirin ve refahın “yeniden dağıtımına” siyasi manada aracılık edebilmektir.  Bu, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarına hâkim olan “idealizmden” farklı olarak, ülke ekonomisini tüketen, katıksız bir “faydacı” yaklaşımdır.

 

Öner Günçavdı, Prof. Dr, İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi

[1] Modern anlamada kalkınma iktisadının iktisat bilimi içinde ayrı bir dal olarak ortaya çıkması ancak II. Dünya savaşı sonrası dönemde olmuştur. Hatta bu dönemden önce ulusların milli gelir hesaplarında bile bir standart olmadığı gibi, öncesinde ulusların zenginliklerinin ölçümünde ciddi sıkıntılar bulunmaktadır.


Sitemizin açılışında ilk dosya konusunu “100. Yılında Cumhuriyet” olarak belirledik.
Bu yazı 100. Yılında Cumhuriyet Dosyası‘nda yayımlanmıştır.
Dosyanın diğer yazıları için buraya tıklayınız.

Öner Günçavdı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir