Politika gerçekle karşılaşmamızı engelleyen bir fantezi mekânı mı?

Politika gerçekle karşılaşmamızı engelleyen bir fantezi mekânı mı?

Yerel politikanın gündeminin bunun olması gerekir, değil mi yerel seçim kampanyalarında? Ama öyle değil. Sanki Freud’un söylediği gibi rüyayı devam ettirmek için uğraşılıyor ya da gerçekle temas etmemek için gerçekliğin simgesel alanına kaçılıyor. Bu durum “politik gerçeklik” dediğimiz şeyin gerçeğin yerine geçen bir fantezi mekânı olduğunu düşündürüyor.

Yerel seçim kampanyalarına baktığımda ister istemez şu soruyu soruyorum, kendime:

Politika gerçekle karşılaşmamızı engelleyen -ya da hapsedildiğimiz simgesel alandaki- bir fantezi mekânı mı?

Bu soruyu sormama bir afiş neden oldu.

Üsküdar Belediye Başkanı (ve AK Parti tarafından önümüzdeki seçimler için bir kez daha aday gösterilen) Hilmi Türkmen Salacak sahiline bir afiş astırmış.

“CHP bunu engellemeye çalıştı ama ben size fazladan bir kat verdim” diyor.

Salacak’ta öyle istediğinizi pek kolay yapamıyorsunuz. Başka yerlerde olduğu gibi bir yeşil alanı, bostanı imara açmak kadar değil.

Anlayacağınız Salacak halkı “mağdur”.

Üsküdar’ı yöneten Türkmen -ve partisi- bunun farkında. Salacak halkının düştüğü durumu anlıyor, hissediyor.

Engellemelere rağmen imar planlarında tadilat yaptırarak -ve belediye encümenindeki pazarlıklarda kim bilir ne bedeller ödeyerek- Salacak halkına fazladan bir kat kazandırıyor.

Geriye de “Salacaklılara hayırlı olsun” demek kalıyor.

Bu afiş doğrusu bu yazının da ilham kaynağı oldu.

Türkmen ne demek istiyor? Anladığım şunu söylemeye çalışıyor: “O bir kat binanızın en değerli katı olacak. Siz elde edeceğiniz bu kaynakla binanızı yıktırıp, yeniden inşa ettirebileceksiniz.”

Salacak sonuçta şehrin en güzel manzaralarından birine sahip olan kıyı yerleşim bölgesi. Deniz manzaralı kat inşaat maliyetini karşılar.

Ne kadar tipik –yani partiler ötesi- yerel siyaset ve seçim kampanyası örneği değil mi?

Kim istemez? Artırmaya çıkılsa hiç şüphem yok, Salacaklılara daha da hayırlı olacak.

Doğrusunu söylemek gerekirse Salacak’taki bu bir katlık “promosyon” diğerlerine göre gene de çok mütevazi kalıyor. Bir de şehrin bir başka yerindeki bir bostana -ya da iki buçuk katlı binanın yerine- diyelim otuz katlı bir gökdelen inşa edildiğinde oluşan rantı bir düşünün.

Hani N.Y.’da inşaat yapmak isteyen bir İstanbullu müteahhite sormuşlar ya, “bizde yükseklik serbest, kaç kat istiyorsun?” O da “elli” demiş. Sonra otoriteler gelmişler ve bakmışlar bizimki elli bir yapmış. “Niye böyle yaptın, elli bir istiyorum deseydin, ona da izin verirdik” demişler. O da şu cevabı vermiş: “Bizde adet böyle.” Demek ki planlarda imar hakkının bir sınırı olunca, asıl mesele kuralın kendisi oluyor.

Peki bu kaynak nereden geliyor? Türkmen bu kaynağı nereden alıp veriyor? Aynı şekilde 30 katlık imar farkının bedeli nereden geliyorsa, işte oradan! Diğer şehirlilerden!

Diyelim bankada paranız var, faiz alıyorsunuz ya da eviniz var kiraya veriyorsunuz, kullandırıyorsunuz, gelir elde ediyorsunuz. Bu gelire rant deniyor. Oysa buradaki durum bunun tam tersi. Birikiminiz, paranız, malınız-mülkünüz olmasa bile kamu gücünü, imtiyazını kullanarak gelir elde ediyorsunuz. Daha doğrusu başkalarının varlıklarına, birikimlerine el koyuyorsunuz.

DÜNYANIN EN BAŞTAN ÇIKARICI ŞEHİRCİLİK EFSANELERİ

“Kentsel dönüşüm depreme karşı tek çözümdür.” Bu sözü duyunca 99 felaketinden sonra defalarca Türkiye’ye gelen Japon İmparatoru’nun başdanışmanını hatırlarım, hep. 90’lı yaşlarındaki bu nazik ve bilge insanın aynı hataları yapmayalım diye nasıl çırpındığını.

“Şu kadar yapıyı dönüştürdük ya da dönüştüreceğiz” diyor adaylardan birileri.

Bugüne kadar acaba hangi yapıları dönüştürmüşler? Şehrin en kaliteli yapı stoğu parası karşılığı alınan “çürük raporları” ile yok edilirken, bu söz yalnızca halkı aldatmak için uydurulmuş bir efsane oluyor.

Demek ki “şehir” dedikleri de insanları çıkara bağımlı kılarak rıza imal eden bir fantezi mekânı. Kentsel dönüşümün bir çözüm olduğu söyleniyor.

Ayrıca küçük üreticiler, onların oluşturdukları ağlar ve şehrin binlerce yıllık birikimi, deneyimi imha edildi, yerel üreticiler fakirleşti, kentsel dönüşüm diye.

Bir kere yalnızca binalara bakarak riskli yapıları bulamazsınız, ayrıca baksanız da bulamazsınız. Apartman yöneticileri, iş kapma peşindeki müteahhitler, mülk sahipleri parası karşılığında sağlam yapılara “çürük raporu” aldırmaktan başka bir iş yapmaz oldular.

Soru şu: Rant kavramı yerinde mi kullanılıyor? Bir arazinin değeri değişen imar hakkıyla anında değişebiliyor. Bostanı ucuza alan bir açıkgöz karanlık ilişkilerle imar hakkı elde ediyorsa, haksız kazanç sağlıyorsa bu bir rant mıdır, mesela? Şehrin tam merkezinde, daha önce bir üniversitenin gelişme alanı içinde kaldığı belirtilen, imar planlarında inşaat izni olmayan, bostan olarak kullanılan, sahiplerinin yoksulluk çektiği bir arazi çok ucuza el değiştiriyor ve yerine bir gökdelen yapılıyor. Eğer imar izni önceden belli olsa, sahipleri bu araziyi şehirdeki normal bir daire fiyatına satmayacaklar ya da yeni sahipleri o kadar ucuza alamayacaklar.

Demek ki bu gördüğümüz başka bir şey. Rant kavramı görelilik içeriyor, imar koşullarına göre değişebileceğine göre. O zaman siyasetin amacına dönüşüyor.

İmar koşullarını kim belirliyor? Şehircilik faaliyetinin bir “bilim” olduğunu iddia ediliyorsa, uzmanlar. Nerenin yeşil alan olacağını, nereye ne kadar imar izni verileceğini “bilim ışığında” uzmanların belirleyeceği varsayılıyor.

Ancak kararları siyasetçiler aldıklarına göre, onların üzerinde de yöneticiler var. Siyasetçiler halkın temsilcileri olduklarına göre, onların da adil davranacakları varsayılıyor, ancak öyle olmuyor. Onlar da imar rantındaki değişimden pay aldıklarına göre, “bilim adına hareket ettiklerini söyleyen” ve bununla kendi çıkarlarını temsil eden uzmanları dinleyeceklerini düşünmek, saflık olur.

Kentsel dönüşüm şehir halkını felaketten kurtaran bir çözüm gibi gösteriliyor. Oysa piyasa koşullarına terk edilmiş, kamusal niteliğini kaybetmiş bir kentsel dönüşüm dedikleri kurtardığını iddia ederek şehir halkını aldatan bir felaket yaratıcısı olarak görülmeli.

BU RANT DEĞİL, GELİR TRANSFERİ

Rant neye deniyor? Bir varlıktan, birikimden gelir elde etmeye.

Diyelim bankada paranız var, faiz alıyorsunuz ya da eviniz var kiraya veriyorsunuz, kullandırıyorsunuz, gelir elde ediyorsunuz. Bu gelire rant deniyor.

Oysa buradaki durum bunun tam tersi. Birikiminiz, paranız, malınız-mülkünüz olmasa bile kamu gücünü, imtiyazını kullanarak gelir elde ediyorsunuz. Daha doğrusu başkalarının varlıklarına, birikimlerine el koyuyorsunuz.

Demek ki burada “rant” değil, başka bir şey var: Gelir adaletsizliği. Birileri zenginleşiyor, birileri yoksullaşıyor. Şehrin mesela sağlam ve kaliteli yapı stoğu yok ediliyor, güvensiz ve kalitesiz yapı stoğunda yaşayan insanlar daha çok yoksullaşmaya ve risk altında kalmaya mahkûm ediliyor.

Kentsel dönüşüm şehir halkını felaketten kurtaran bir çözüm gibi gösteriliyor. Oysa piyasa koşullarına terk edilmiş, kamusal niteliğini kaybetmiş bir kentsel dönüşüm dedikleri kurtardığını iddia ederek şehir halkını aldatan bir felaket yaratıcısı olarak görülmeli.

Rant kavramı bu durumda ne olduğunu ifade etmiyor, hatta gizliyor. Yasalar karşısında herkes eşit olduğuna göre, buradaki sorun kuralların soyut değil, somut, yani özelleşmiş olmaları.

Demokrasi kavramında somutluğa, ahbap çavuş ilişkilerine, cemaat bağlarına yer yoktur. Demokrasi soyut bireyler arasındaki soyut bir ilişki biçimi. Dahası -çoğu zaman anlaşılması ve arzulanması biraz zordur ama- canlılar ve cansızlar arasındaki bir soyutluk ilişkisi.

Yalanları doğrulardan ayırt etmek kolay değil. Kimi zaman birtakım doğrular da başka doğruları gizlemek için de kullanılabiliyor

Dünyanın belki de en büyük “şehircilik hadisesi” yaşanıyor, İstanbul’da. Hadise henüz cisimleşmemiş -yani potansiyel bir tehdit- olarak duruyor. Henüz tarihe geçmemiş, ya da yaşanmamış bir felaket olarak sis perdesiyle örtülü halde.

Yerel politikanın gündeminin bunun olması gerekir, değil mi yerel seçim kampanyalarında? Ama öyle değil. Sanki Freud’un söylediği gibi rüyayı devam ettirmek için uğraşılıyor ya da gerçekle temas etmemek için gerçekliğin simgesel alanına kaçılıyor.

Bu durum “politik gerçeklik” dediğimiz şeyin gerçeğin yerine geçen bir fantezi mekânı olduğunu düşündürüyor.

Demokrasi dünyanın kendi simgesel evrene hapsedilmemesi ile ilişkili. Nesneleştirici, iktidar bağımlısı her girişim şiddet içeriyor, iktidarla karanlık düğüm noktaları yaratıyor. 

Demokrasilerin gündemini yalnızca içeriklerle doldurmaya çalışanlar kendilerini iktidarın merkezine koyarak totalitarizmin cazibesine kapılıyorlar.

“Ey halk, uyan!” Halkın aldatıldığını düşünenler, hatırladığım kadarıyla böyle söylerdi soldan ve sağdan. Artık belki de bunu söyleyenlerin uyanması gerekiyor, bu rüyadan!

Korhan Gümüş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir