Yüz yıl sonra Türkiye cumhuriyetine[1] nasıl bakmak?

Yüz yıl sonra Türkiye cumhuriyetine[1] nasıl bakmak?

Sözü dolaştırmazsak sonuç şu: demokrasi yani farklılıkları uzlaştırmanın aracı kabul edilen demokrasi olmaksızın cumhuriyetin tek başına işlevi yok diyemeyiz ama o işlevin çok sınırlı kalacağı muhakkak.

Cumhuriyetin 100. Yılına girdik. Bu yönetim biçimi ülkemizde diğer ülkelerde ifade ettiğinden farklı ve fazla anlamlar ifade ediyor. Cumhuriyet son kertede iktidarın kimin elinde olacağıyla ilgili bir yönetim modeli ya da yöntemidir. En genel ama doğru tanımıyla söyleyelim: eğer iktidar bir monarkın veya bir hanedanın değil de halkın elindeyse yönetim biçimi cumhuriyettir. Daha da açarsak eğer iktidarın kimde olacağı seçim yoluyla tayin ediliyor, seçim sistemi bir soy sistemi içinde iktidarın babadan ahfadına doğrudan intikalini engelliyorsa cumhuriyet teşekkül etmiş demektir. Fakat, cumhuriyetin bir ortak yönetim halinde cereyan ettiği modeller de mevcuttur. Sembolik veya metodik şekilde halkın elindeyken, iktidar, bir monark veya hanedan tarafından gene sembolik veya metodik şekilde de olsa paylaşılıyorsa, yani meşruti monarşi söz konusuysa yine cumhuriyetin mevcudiyeti sorgulanmaz. Kısacası kurucu bir fiil olarak cumhuriyet bir hayli esnek ama özünde halk kavramını, halk-iktidar ilişkisini, iktidarın devri prensibini benimseyen bir sistematiktir. Özü budur ve bu öz cumhuriyetin en temel ontolojik ilkesidir.

Halk mevcudiyetinin ve halk-cumhuriyet (ki, cumhur ‘halk’ demektir ve ‘iyet’ ekini bugün ‘-cılık’ veya ‘ona ait olma’ eki şeklinde çevirmek mümkün) ilişkisinin tarihsel kökenleri bakımından tarihsel kurucu dönem Roma’dır. Sonradan bir imparatorluğa dönüşecek olan Roma Cumhuriyeti kendi tanımlarıyla res publica’ya yani halka dayanıyordu. Bu sözcüğün, res publica’nın kamu işleri anlamına da geldiğini biliyoruz fakat da bugünkü Batı dillerinde geçerli republic sözcüğünün kökeni olduğu su götürmüyor. Hatta bu haliyle daha da güzel bir anlam üretiyor: halka ait, halkla ilgili. Neredeyse sözcüğün tüm birimleri, ekleri ve ön ekleriyle cumhuriyet sözcüğünün karşılığı.

İlginçtir, Roma Cumhuriyeti, Roma Krallığının devrilmesinden sonra kuruldu ve biraz da Fransa’nın büyük devrimden sonra, kısa bir müddet için olsa bile, yeniden imparatorluğa dönmesi gibi Roma İmparatorluğuna evrildi. Joy Connolly’nin çok etkileyici kitabı Roman Republic okunursa bu süreç bütün boyutlarıyla anlaşılır. Fakat benim ilgimi çeken başka bir yanı var işin.

Roma Cumhuriyeti temsili demokrasinin ilk örneklerinden biri. Ülkenin/yönetimin senatosu vardı ve seçilmiş temsilcilerden oluşuyordu. Tıpkı antik Yunan’da sadece soyluların oy kullanması gibi Roma’da da seçim bölgeleri, şimdi bizim bir kentin belli bölgelerinin soylulaştırılması için kullandığımız ‘gentrification’ sözcüğünün kökeninde yer alan soylular yani gent’ler tarafından kontrol ediliyordu. Gene de Senato bölgelerden oyla belirlenip gelen temsilcilerden oluşuyordu. Geçmeden belirteyim, Platon’un en tanınmış ve erken dönem Sokratik diyaloglarından sonra gelen en tam yapıtı ve devlet, devlet yönetimi gibi anlamlar içeren Politeia, Batı dillerinin çoğuna kitabın Latinizasyonundan sonra aynı adla çevrilmiştir: republic. İşin ilginç yanı şu ki, Türkçeye Devlet diye aktarılmasıdır. Galiba bizim devlet-cumhuriyet arasındaki karmaşık zihin yapımızı önemli ölçüde yansıtıyor.

Roma Cumhuriyetinin, Platon’un kitabında sorduğu devleti kim yönetecek sorusunu verdiği yanıt bizzat Platon’un getirdiği yanıttan daha farklı ve karmaşıktır. Bütün o yapıyı ele almak anlamsız ama bugünkü dünyaya ve cumhuriyet kavramının dönük tartışmalar bakımından sadece yönetimin Optimitades ve Populares arasındaki gerilimine işaret edelim. Evet, sorun daima aynıdır: kim yönetecek? Opitimatades ’en iyiler’ anlamına geliyordu (bunun bir alt kategorisi de var: Boni, ‘iyi insanlar’ demektir) ve soylulardı. Populares de özellikle köleliğin lağvından sonra ortaya çıkan yeni sınıflarla yani halkla dayanışanlar, halkçılar.

Tarihsel açıdan bakınca Roma Cumhuriyetinin iki dikkat çeken özelliği var. Birincisi, krallıktan sonra gelmesine rağmen yönetimin yeniden imparatorluğa evrilmesine engel olamaması. İkincisi, cumhuriyet daima Hobbescu devletin son aşamasına geldiğini işaret eder. Fakat ilginç olanı şu ki, mutlak bir devletin yaşanan tüm sorunları çözecek tek organ olduğunu söylemek maksadıyla Hobbes malum kitabını, Leviathan’ı, 1651 gibi geç bir tarihte yazıyordu; Roma Cumhuriyetinden şöyle böyle 2000 yıl sonra. Hobbes’tan 150 yıl sonra bu defa dünya Fransız Devrimiyle birlikte yeniden halk ve cumhuriyet kavramlarına dönüyordu. Kendiliğinden olmayan, toplumsal, özellikle de sınıfsal gelişmelerin tetiklediği bir oluşum ‘modern cumhuriyet’. Aynı zamanda da ekonomik iktidarı elde etmiş burjuvazinin siyasetin tarih sahnesindeki büyük rolü ve hamlesidir. O nedenle de modern cumhuriyet bilhassa Fransız modeli düşünülünce daima burjuva demokratik devrimi olarak adlandırılır. Sadece cumhuriyetin kendisi değil, getirdiği tüm dönüşüm unsurları bu kavramı pekiştirir.

Cumhuriyet, demokrasi için ne kadar yeterli ne kadar gerekli şarttır çok tartışılır. Bir demokrasinin mevcudiyeti için de işlemesi için de cumhuriyete gereksinimi yoktur. Olmadığı içindir ki cumhuriyet olmayan İngiltere demokrasinin en güçlü olduğu ülkelerden biridir. Buna karşılık Amerika cumhuriyet olduğunu neredeyse hiç anımsamaz.

Fransız Devriminin modern cumhuriyeti düşüncesini ateşlediğini söylüyoruz. Belki devrimin ateşi daha yakıcı olduğundan. Ama Roma Cumhuriyetinin tartışmasız bir hayranı olan Baron Montesquieu Kanunları Ruhu isimli yapıtını ihtilal-i kebirden 40 yıl önce yayınlamış ve Cumhuriyetçiliği, önermese bile, başlı başına bir sistem olarak görmüştü. Oysa o arada yaşanan çok önemli bazı hadiseler var. Kendi siyasal kültürümüzün kaynakları Fransa olduğu için aklımıza daima 1789 tarihi geliyor ama ondan tamı tamına 100 yıl önce İngiltere’de 1688-89’da yaşanan Glorious Revolution sonunda kendisini anayasal monarşi olarak tanımlayıp ilan etmişti. Cumhuriyet değildi ama cumhuriyetin özüne dönük tüm kavramları sisteminde barındırıyordu. Üstüne üstlük 1776’da da Amerika’da cumhuriyet ilan edilmişti. Belirttiğim tarihlerle birlikte düşününce Fransız Cumhuriyetinin hayli geç bir hareket olduğunu belirtmek gerekir.

Bu kısa fakat uzun tarih, cumhuriyet kavramının iç dönüşümlerini, çelişkilerini ve onlardan kaynaklanan çatışmaları vermesi bakımından önemlidir. Gene de cumhuriyet kavramının özünü meydana getiren asli unsurlar bu anlatımda yer almaz. Onları yerli yerine oturtmak demokrasi kavramına gitmekle kabildir. Montesquieu’nun ardında olduğu kuvvetler ayrılı ilkesi örneğin sadece bir cumhuriyet ilkesi sayılamaz. Devlet başkanının nasıl seçileceğiyle ilgili bir yöntem olarak düşünüldüğünde cumhuriyetin bu türden bir ilkeyi barındıramayacağını görmek için ayrı bir bilgiye ihtiyaç yok. Cumhuriyet, demokrasi için ne kadar yeterli ne kadar gerekli şarttır çok tartışılır. Bir demokrasinin mevcudiyeti için de işlemesi için de cumhuriyete gereksinimi yoktur.

Olmadığı içindir ki cumhuriyet olmayan İngiltere demokrasinin en güçlü olduğu ülkelerden biridir. Buna karşılık Amerika cumhuriyet olduğunu neredeyse hiç anımsamaz. O kadar ki, Amerikan anayasasının kurucu babalarından en önde geleni James Madison 30 Haziran 1787’de Philadelphia’da yaptığı konuşmada Amerikan demokrasisinin kökenlerini şimdi Antalya’nın sınırları içinde kalan Likya Konfederasyonuna bağlıyordu. (Patara’daki insanların toplanıp siyasal kararlar aldığı bouleuterion neredeyse Amerikan demokratik bilincinde kutsaldır.) Adı geçen kaynağa atıflar yine Amerikan anayasasının temel ve kurucu zemini sayılan Federal Papers’ta yanılmıyorsam üç yerde atıf alır. Hamilton da bu konunun izleyicileri arasındadır ve Amerikan modelinde, belki de dünyada ilk kez bu ölçülerde, demokrasi cumhuriyeti önceler. Fakat bu gerçek özellikle Madison ve Hamilton’un yazdıklarını Publius takma adıyla imzalamalarına engel değildi. Bu ad, Roma Cumhuriyetinin kurucusu Publius Valerius Poplicola’nın adından mülhemdi. Montesquieu’nün de bana ‘dünyadaki demokrasiler arasında en önemlisi hangisidir diye sorsalar Likya ve Akha demokrasilerini söylerim’ dediğini geçerken belirtelim.

Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi kuşkusuz hayli gecikmiş (1762) fakat hayati bir kavrama işaret eder ama ortak iradeye bireylerin kendilerini teslim etmesi bugünkü farklılıklara, ayrışmalara dayalı ve onları önceleyen demokrasi anlayışıyla ciddi sorunlar meydana getirir. 21. Yüzyıldan başka bir yorum olanağı da pek görünmüyor.

II

Türkiye’de durum bir hayli farklı. Cumhuriyet bizde sadece bir yönetim tarzı olarak tanınmıyor da adlandırılmıyor da. Geçenlerde karşılaştığım bir açıklamada ‘cumhuriyetimizin kurucu değerleri arasında bulunan hoşgörü ve ifade özgürlüğü’ deniyordu. Türkiye’deki cumhuriyetçi modelin hoşgörü ve ifade özgürlüğüyle yaşadığı ilişki bir yana bu iki kavramın cumhuriyetçi ‘değerler’ arasında sayılması da pek mümkün görünmüyor, işin aslı aranırsa. Fakat pek öyle değil. İki nedenden ötürü.

Birincisi, cumhuriyet Türkiye’de, modern haliyle, bir devlet kurucu model, ilke ve yöntem. Türkiye’de padişahlığın lağvından sonra 1923’te ilan edilen cumhuriyet, şimdi pek anımsanmıyor ama, zaten 29 Ekim 1923 günüyle 3 Mart 1924 günü arasında geçen yaklaşık altı ayda ‘hilafetli’ bir cumhuriyettir. Hilafetin ilgasından sonra da cumhuriyet tek-parti ve onun ilkeleriyle bütünleştiğinden tüm bu ‘kurucu adımlar’ kendisine atfedilir, ona ait sayılır, ondan neşet etmiş kabul edilir. CHP’nin önce üç sonra altı olan ilke oklarıyla da cumhuriyet bütünleşmiş ve onların tümü cumhuriyetin ilkeleri sayılırken cumhuriyet de de devletle özdeşleşmiştir. Oysa devletle özdeşleşen bir cumhuriyet olamaz. Nedenleri yazının girişinde zikrettiğim unsurlar arasında bulunabilir. Halka ait ve halkı iradesiyle birlikte önceleyen sistemlerin devletle temelden bir çelişkisinin olması gerekir. Devletle halk popüler milliyetçi diskurda iç içe görünse de yönetişim bağlamında çelişir ve birbirini dışlar. Halk devletin kendince yönetilmesi için cumhuriyeti benimser.

İkinci neden cumhuriyetin öznel değerleridir. Montesquieu bir monarşistti ve en doğru yönetimin monarşi olduğunu savunuyordu. Fakat bir yandan da Roma Cumhuriyetinin hayranıydı. Türkçeye son olarak Romalıların Yücelik ve Çöküşünün Nedenleri Üzerine Düşünceler (Considérations sur les causes de la grandeur des Romains et de leur décadence) doğru başlığıyla çevrilen 1734 tarihli küçük yapıtında o cumhuriyetin yükseliş ve çöküş nedenleri üstünde düşünür. Yükseliş nedenlerinin başında bu yönetimin sonradan Fransız Devriminin de benimseyeceği bir kavram gelir: vertu/erdem hatta civic vertu yani yurttaşlık erdemi! Diğer nedenler, yurtseverlik, yasalar önünde eşitlik ve disiplindir. Ayrıca Senatonun en üst yönetim aygıtı olarak biçimlenmiş halk iradesinin üstüne çıkmaması, kendisini denetlemesi cumhuriyetin başarısındaki temel ve yapıcı faktörlerdir.

Montesquieu’nun zamanına göre hayli dikkatlice yaptığı bu değerlendirme artık çağdaş cumhuriyetlerin değil ama çağdaş demokrasilerin olmazsa olmaz prensipleridir. Cumhuriyet konusundaki en dikkat çekici noktayı da demokrasiyle kurduğu ilişki hazırlıyor. Konunun çok da ilginç bir düğüm noktası var. Daha önce de değindim ve Türkçede ancak geçen yıl yayınlanan Amerikan Anayasasının hazırlık dönemi düşünce ve yaklaşım tartışmalarını bir araya getiren Federalist Papers’ın 10.’sunu ‘kurucu baba’lardan James Madison kaleme almıştır ve bütün o birikim içinde en fazla irdelenenidir. Madison, üç önemli noktaya değinir.

Birincisi, insanların guruplara, kliklere (o ‘faction’ der) bölünmesi kaçınılmazdır. Nedeni bütün Federalist yazarlarının özellikle İskoç Aydınlanmasının ‘liberal’ düşünürleri gibi insanı Tanrı’nın yarattığı kusursuz düzen içinde devinen, ‘doğal’ özellikleriyle kabul edilmesi gereken bir varlık olarak görmesidir. İnsan varsa hiçbir huy özelliğini yadsıyamayız. İkincisi, bu bölünmelere karşı Union’u yani hem devletin hem anayasasının birliğini nasıl koruyabiliriz? Federalistler burada da Latin şairi Juvenal’in sorusundan (elbette öncesinde de bir kez daha Platon) devam eden o yakıcı soruya cevap bulma çabasındadır: Quis custodiet ipsos custodes?– koruyucuların kendilerini kim koruyacak? Sorunun politik düşünce içinde ilk cevabı John Stuart Mill tarafından aranmıştır. Onun daha yumuşak yaklaşımına karşılık ‘babalar’ çok daha sert bir tutum içindedir ki, cevap üçüncü meseleye açılır: doğrudan değil temsili demokrasi bu çıkmazı aşar. Bu da ayrılıkçılığı öngören Federalistlere karşı ‘birliği’ savunan kurucu babaların bulduğu biraz da kurnaz bir cevaptır. Çünkü ‘federalist’ adını bile karşı tarafı ürkütmemek için almışlardır.

Sonuç çok önemli bir cümledir: Madison’a göre federal anayasa, cumhuriyetle olabildiğince saf (‘purer’) bir demokrasinin mutlu beraberliğidir. Eğer federal ve ademimerkeziyetçi bir yapıya geçilirse, bu yapı, ulusal, yerel ve bilhassa Senatonun yasamayla ortaya koyduğu büyük çıkarları gözeterek söz konusu ‘birleşmeyi’ sağlayacaktır. Federal ve ademimerkeziyetçi yapının önemini hiç ihmal etmeden ve yabana atmadan hatta şimdiki zamanlarda çok daha önemli olduğunu bilerek ve hiç unutmayarak bir paranteze alırsak, bu metin, siyasal bir pratiğin, özellikle de cumhuriyetle demokrasinin nerede kesiştiğini nerede ayrıştığını gösteren ilk ve en önemli saptamadır. Biraz kabalaştırmak pahasına söylersem cumhuriyet halkın iradesinin saptanması, demokrasi o ortak iradeyi hazırlayan farklılıkların uzlaştırılmasının (‘birleştirilmesi’) aracıdır.

Yorumun bizi gergin ip üstündeki cambaz konumuna yerleştirdiği malum. Sözü dolaştırmazsak sonuç şu: demokrasi yani farklılıkları uzlaştırmanın aracı kabul edilen demokrasi olmaksızın cumhuriyetin tek başına işlevi yok diyemeyiz ama o işlevin çok sınırlı kalacağı muhakkak. Bu nedenledir ki, dünyada, demokrasisiz cumhuriyetlere alışığız. Özellikle Orta Doğu ülkelerindeki ‘halk cemahiriyeleri’ bu konunun hazin örnekleridir. Sistemli, kurumlarıyla sabitleşmiş bir demokrasi olmaksızın cumhuriyetin ‘halk iradesi’ni belirlemesi pek mümkün görünmediği gibi olsa olsa Rousseau’nun özünde de tehlikeli ‘ortak iradesi’nin (volonté générale) yaratmanın sakıncalı bir yolu olarak biçimlenir. Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi kuşkusuz hayli gecikmiş (1762) fakat hayati bir kavrama işaret eder ama ortak iradeye bireylerin kendilerini teslim etmesi bugünkü farklılıklara, ayrışmalara dayalı ve onları önceleyen demokrasi anlayışıyla ciddi sorunlar meydana getirir. 21. Yüzyıldan başka bir yorum olanağı da pek görünmüyor.

Mesele, cumhuriyetin değerlerini koruyarak demokrasiyle bütünleştirilmesidir. Cumhuriyeti güçlü, kapsamlı, her türden unsuruyla kusursuz ve eksiksiz bir demokrasinin kurucu değerleri arasında saymaktır. Kendi içine kapalı ve yalıtılmış özcü bir cumhuriyet anlayışı sorunludur.

III

1923’te ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti bu dokuya ne kadar sahiptir? Birçok kere sorulması bir yana, sorunun Türkiye’deki en temel tartışma konusu olduğu biliniyor. Tartışmanın tarihi incelenirse üç nokta öne çıkar. Bir, 1923’te ilan edilen cumhuriyetin temel nitelikleri; iki, cumhuriyetin daha 1924’ten başlayarak gelişen inkılaplar, darbeler (çünkü Türkiye’deki tüm anayasalar darbe anayasalarıdır) döneminde kazandığı anlam ve üç, cumhuriyet algısının ve anlayışının bugünkü kabulleri ve manası. Bu kadar geniş soruları bir makale içinde ele almanın olanaksızlığı belli ama sanırım bu üç soru cumhuriyet tartışmalarının Türkiye’de hangi alanda cereyan ettiğini gösteriyor. Sadece bir nokta üstünde duracağım, yazının başında sorduğum soruya bir tür cevap olacak nokta: cumhuriyet Türkiye’de sadece bir yönetim biçimi olarak mı değerlendiriliyor, öyle değilse nedendir?

Şuradan başlayayım: cumhuriyete bir gecenin içinde gelinmedi. O kadar ki, Türkiye Cumhuriyetinden önce Anadolu’da ortaya çıkan örgütlenmeler içinde en sistematiği kabul edilmesi gereken ve Sovyet Şuralarından etkilenen Kars Şuralar Cumhuriyeti’dir. Kars’ta kurulan Cumhuriyet bir de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yani Anayasa hazırlamıştır. Bir gecede gelmediği gibi (az sonra delillendireceğim) ‘Atatürk cumhuriyeti bize armağan etti’ türünden yaklaşımlar, bırakın tarih gerçeklerine aykırı olmasını, düpedüz Atatürk gibi entelektüel birikiminden güç alan bir lidere ve eyleminin anlamına saygısızlıktır.

Bir kere bu anlatımla cumhuriyetin bir gecede olup bitmediğini, bir ‘armağan’ olmadığını, Mustafa Kemal Paşa tarafından uzun bir sürede, adım adım ve güçlü bir stratejiyle planlandığını saptayarak ve konuyu ebediyen kapatalım.

Cumhuriyetin 1923’te ilanı, 1921 Anayasasından beri adı konmadan devam eden fakat bazı aksaklıkların da bulunduğu bir yönetim probleminin hallidir. Kemal Paşanın siyasi dehasını ve bir an önce yapmak istediklerini yeni bir meşruiyet zemininde gerçekleştirmek maksadıyla, o arada da 1. Meclis’te kendisine muhalefet eden kesimi aşmak üzere, askerî harekât mantığıyla davranıp, yönettiği ve hızla sonuçlandırdığı bir girişimdir. İkincisi, 1921 Anayasası daha 1912 yılında biçimlenen ve bugün anladığımız manasından çok farklı katmanlar içeren Halkçılık ideolojisinin uzantısıdır. Sadece Ankara’da toplanan Meclis değil, Anadolu’da çeşitli odaklarda da Halkçılık ideolojisi etkinleşmiş ve çeşitli yerlerde birbirinden farklı Halkçılık Beyannameleri yayınlanmıştır. Bunlar ‘Kongreler’ döneminin ‘ruhunu’ yansıtan en güçlü işaretlerdir. 1920 yılında kurulan hükumeti nitelendirirken de Mustafa Kemal Paşa, ‘hakimiyet-i milliye esasına müstenit halk hükumetidir. Cumhuriyettir.’ demektedir. Kısacası Anayasa özünde egemenlik sorunuyla meşguldür ve egemenlik transferini hanedandan halka doğru gerçekleştirmiştir.

Buradaki ana problem Saltanatın lağvından sonra ortaya çıkan durumdur. Saltanat devletin başı olarak ortadan kalkmıştır ama yeni devletin yöneticisi şahsen tayin edilememiştir. Meclis Başkanı İcranın (Yürütme yani Bakanlar Kurulu) da başıydı ve doğal olarak sistemin hakimi Meclis’ti. İlkokul kitaplarında bile anlatılan hükumet krizinin çözümü olarak Cumhuriyetin ilanı tamamen devlet başkanının seçimiyle ilgili bir durumdur. O güne kadar Meclis Hükumetleri görev yapmıştır. Anayasa bu konuyu belirler ve yönetimin meşruiyet kaynağı olarak Meclis’i göstermekle kalmaz, icranın Meclis’te ‘tecelli ve temerküz’ edeceğini kayıt altına alır. 1921 Anayasasında yapılan değişiklikle hem devlet yönetim tarzının adı konmuş, cumhuriyet yapılmış hem de ‘Devlet Başkanı’nın (Cumhurbaşkanı) artık Meclis’te seçileceği hükme bağlanmıştır. Mustafa Kemal Paşanın mevcut yapıyı da cumhuriyet olarak gördüğü açıklamalarına yansımıştır. Yabancı bir gazeteye verdiği demeçte Türkiye’deki yönetimin Avrupa ve Amerika’daki cumhuriyetlerden sadece şeklen farklı olduğunu vurgulamıştır. Gene de cumhuriyetin cumhuriyet olarak adlandırılmasını kendince şart görmüştür.

O günlerin gazeteleri okunursa cumhuriyetin kısa süre içinde ilan edileceği, ilanın çok yaklaştığı açık açık yazılır. Bütün tartışma cumhuriyet kavramı etrafında döner. Hatta devlet başkanının (reis-i cumhur) Mustafa Kemal Paşa olacağı da sürekli olarak zikredilir. Yani öyle ‘bir gecede’ olan-biten bir şey yoktur. Hepsinden önemlisi, 5 Ekim 1923’te toplanan Halk Fırkası Büyük Divanı da yeni devletin adının Türkiye Cumhuriyeti olmasına karar vermiştir. Ötesini tartışmaya gerek var mı? (Yalnız burada Kemal Paşa’nın cumhuriyetin ilanı kararını öne almasını sağlayan, kendisi için olumsuz bir gelişmeden söz edelim: Fethi Beyin, başbakanlık işleriyle daha fazla ilgilenmek için İç İşleri Bakanlığı görevini bırakmasından sonra yeni hükumet üyeleri için Meclis’te yapılan oylamada Kemal Paşa’nın adaylarının hiçbiri seçilememiştir. Muhalefetteki İkinci Grubun güçlendiğini gösteren bu durum tüm hayatını askeri bir sezişle ‘tehlike’ ve ona tedbir alma refleksiyle yaşayan Paşayı gene bir an önce karar verme ve sonuç almaya itmiştir. Nutuk’ta da bu duygularını açıklıkla dile getirmiştir. ‘Hizip’ olarak nitelendirdiği grubun bütün Fırka mensuplarını yanına çekmeye muvaffak olduğunu vurgular, Meclis’in ‘iğfal’ edildiğini söyler. (Aslında Nutuk gerçekten ve dikkatlice, anlayarak okunsa bu tartışmaların veya popülist söylemlerin hiçbirine gerek kalmaz.))

Çözüm, krizden doğar ama atlanmaması gerek husus, her şeyin ‘bir çırpıda’ gerçekleştirildiğinin ‘sanıldığı’ (!) geceden birkaç ay önce Paşa’nın anayasa değişikliği önerisini hazırlayıp dönemin Adliye Vekiline incelettirdiğidir. Neticede sorun Meclis’te çözülür. Mustafa Kemal Paşa mevcut anayasanın çeşitli maddelerinin değiştirilmesini, Başbakanı Cumhurbaşkanının atamasını, onun Bakanlar Kurulunu hazırlamasını ve yönetim şeklinin de cumhuriyet olduğunun karar altına alınmasını istemiştir. Bunlar anayasanın 1, 10, ve 12. Maddeleridir.

Bir kere bu anlatımla cumhuriyetin bir gecede olup bitmediğini, bir ‘armağan’ olmadığını, Mustafa Kemal Paşa tarafından uzun bir sürede, adım adım ve güçlü bir stratejiyle planlandığını saptayarak ve konuyu ebediyen kapatalım. Tarih olaylarını ‘romantize’ etmek başvurulan bir yöntemdir. Sorun bu romantikleştirmenin resmiyet kazanmasıdır. Tarih tarih, tahrif de tahriftir. Yalnız şunu da belirtmek gerekir ki, yapılan anayasa değişikliğiyle hazırlanan rejim tam bir başkanlık rejimidir ve istisnanın kural kabul edilmesine dayanır. Cumhurbaşkanı yeni yönetimde partinin de parlamentonun da bakanlar kurulunun da baş(kan)ıdır.

Cumhuriyetin bu şekildeki bütüncül değerlendirmesi zamanla ortaya çıkmıştır. İlk dönemlerde cumhuriyet neredeyse hiç anılmaz. Arka planda kalır ve yönetim modeli olarak görülür. Daima ‘inkılaplar’ vurgulanır. ‘Devrim’ kavramı ise jargona 1968 sonrasında girmiştir.

IV

Şimdi yazının son bölümüne geleyim. Önceki paragrafın son cümlesi Türkiye’deki cumhuriyet rejiminin özgül ‘anlamını’ açıklar. Rejimin cumhuriyet, Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhurbaşkanı olmasını müteakip çok kısa sürede önemli reformlar gerçekleştirilir. Öncelikle iki Lozan raundu arasında 3 Mart 1924’te Hilafet kaldırılır ve cumhuriyetin ilanı sonrasında 1928’e kadar devam edecek ciddi inkılap adımları atılır. Bunların birbirinden koparılamayacak hamlelerdir. Son ve büyük dönüşüm laikliktir. Tıpkı cumhuriyetin uzun bir hazırlık dönemiyle temellendirilmesi gibi laiklik de Medeni Kanun’un ve Tevhid-i Tedrisat Kanunun kabulünden sonra ve 1928’de yapılan değişiklikle devletin dinini tayin eden madde kaldırılmasının ardından 5 Şubat 1937’de anayasaya derç edilir. Bunlar sistem kuran maddelerdir. Bir de bu lex posterior’ların mevcudiyetini sağlamlaştıran örneğin medreselerin kapatılması gibi lex priori iptalleri vardır. Önemlidirler ama onlar bir önceki sistemin tasfiyesini hazırlar.

Burada başa dönerek spekülatif bir saptamada bulunmak gerek: cumhuriyet, kavram olarak 1923’ten hayli geriye gider. Namık Kemal birçok siyasal yeni kavram gibi cumhuriyetin de ilk önericilerindendir. Her zaman olduğu gibi koyu bir İslam hukuku anlayışı içinde vurguladığı ‘meşveret’ yani danışma ve meclis kavramları yanında ‘cumhur’dan da söz eder. Bu düşüncelerinin yer aldığı Makalat-ı Siyasiye’yi Mustafa Kemal Paşa’nın Bitlis/Silvan’da okuduğunu bizzat 10 Ağustos 1916 tarihli defterine düştüğü nottan biliyoruz.

Bu saptama Kemal Paşanın zihninde kavramın erken bir tarihte biçimlendiğini gösterir. Öte yandan Cumhuriyet reformlarının bazılarının da Tanzimat’la birlikte başlayan transfer yoluyla hukuk ihdası sürecine bağlanması mümkündür ve doğrudur. Fakat bu işaretler de cumhuriyetin radikalizmini ifade etmekte yetersiz kalır. Namık Kemal’in Batı sistemini mevcut sistemi ayakta tutmak, sürdürmek için davet eder. Şaire göre Batıda yer alan her siyasi ve hukuki unsur ‘bizde’ elan mevcuttur. Bu yenilikleri yerleşik yapıyı güçlendirmek için aktarmalıyızdır. Buna karşılık Mustafa Kemal yeni yapının eski yapının taşlarıyla kurulamayacağını söyler. Böylece iki anlayışın uzlaşmayacağı kesinleşir.

Atatürk’ün popüler bilinç tarafından kabul edilen anlayışıyla birlikte cumhuriyetin Türkiye’deki algılanışı önemli ölçüde dönüşür. Cumhuriyet, Türkiye’de, hukuk planında da toplumsal zihniyet planında da salt bir yönetim biçimi olarak görülmez, bugün de görülmüyor. Cumhuriyet dile getirdiğim tüm dönüşümlerin bütünü olarak değerlendiriliyor. Bu anlayış Türkiye’deki cumhuriyetin esin kaynaklarını ve onların çekirdeğinde yer alan bazı kavramları unutmaya kadar gidebiliyor.

Kaynaklar arasında en fazlasından bizzat Mustafa Kemal’in de ‘su içtik’ dediği Fransız Devrimi anılıyor. Fakat dünyada Türkiye Cumhuriyeti’yle birlikte düşünülmesi gereken üç cumhuriyetten geriye kalan Amerikan Cumhuriyetini Türkiye’de ne kurucu kadrolar ne sonrasındaki çevreler zikretti.  Bu ihmalde önceden değindiğim gibi Amerika’nın kendisini cumhuriyetten çok demokrasiyle tanımlamayışının rolü muhakkaktır.

Cumhuriyetin bu şekildeki bütüncül değerlendirmesi zamanla ortaya çıkmıştır. İlk dönemlerde cumhuriyet neredeyse hiç anılmaz. Arka planda kalır ve yönetim modeli olarak görülür. Daima ‘inkılaplar’ vurgulanır. ‘Devrim’ kavramı ise jargona 1968 sonrasında girmiştir. Aynı dönemde cumhuriyetin vakti zamanında bizzat Atatürk tarafından öne itilen diğer nitelikleri kaybolur. Onların başında daha önce Montesquieu’yu anarken değindiğimiz ‘erdem’ kavramı gelir. Atatürk ‘cumhuriyet erdemdir’ diyordu. Bu cumhuriyeti son derecede sivil ve öznel, kişinin özgeci (alruist) beninde tanımlamaktı. Cumhuriyetin bireylerle ilişki kuran bir yaklaşımdı. Benzeri bir tutumu Fransız Devriminin çok genç yaşta kafası kesilerek öldürülen düşünürlerinden Desmoulins, Cicero’nun, İdeal Roma Cumhuriyeti’ne veya tersinden söyleyelim Roma cumhuriyetinin idealarına atıfla gösterir ve cumhuriyeti erdemle özdeşleştirir. Zamanla cumhuriyetin bu niteliğini yitirmesi ve yerini ‘sisteme’ bırakması bambaşka anlam ve davranışlara yansır. Fakat gerçek budur: cumhuriyet, cumhuriyetçi modernleşmeyi sağlayan hareketlerle bir bütün olarak düşünülmektedir-bugün.

Türkiye’de hilafete ya da monarşiye dönüş gibi bir talep bazı marjinal gruplar ve hareketler dışında hiçbir çevreden sistemik olarak gelmemiştir. Tarihe ait kökenleri itibariyle cumhuriyet kendi zeminine yerleşmiştir ve bu çok önemli bir gerçektir.

Cumhuriyetin bu ölçüde sistemleştirilmesi ilk kez bizde yaşanmıyor. Fransa’da da biraz böyledir. Sadece eşitlik, özgürlük, kardeşlik’ kavramlarıyla birlikte anılması bile o toplumsal zihinde cumhuriyetin yönetim biçimi olmaktan çok daha geniş bir tabana oturduğunu kanıtlar. Ama bir özel ve ince ayrıntıyı ihmal etmemek gerekir. Türkiye’de bugün ‘Cumhuriyetin değerleri’ dendiğinde Batılılaşma anlaşılıyor. Ya da tersinden söyleyelim, reformlar Batılılaşma olarak görüldüğünden cumhuriyet de Batılılaşmanın bir unsuru olarak değerlendiriliyor. Batılılaşma modernleşmeyi önceleyen bir kavramdır Türkiye’de. Türkiye modernleşmeden önce Batılılaşmayı düşünmüştür. Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset kitabında ‘garplılaşmayı’ başlı başına bir siyaset olarak alması hayli güçlü bir göstergedir.

Tüm bunlardan sonra ana sorun cumhuriyetin ‘kendisine ait’ sınırları ve iç anlamları geliştirmesidir. Bu da cumhuriyetin demokratikleşmenin de öncüsü olan devrimlerle anıldığı kadar doğrudan demokrasiyle birlikte anılmasıdır ki, iki unsur arasında bir zorunluluk ilişkisinin olmadığını bize Batıda cumhuriyet ve demokrasiyle yönetilen ama monarşisini de muhafaza eden modeller gösteriyor. Oysa Türkiye’de hilafete ya da monarşiye dönüş gibi bir talep bazı marjinal gruplar ve hareketler dışında hiçbir çevreden sistemik olarak gelmemiştir. Tarihe ait kökenleri itibariyle cumhuriyet kendi zeminine yerleşmiştir ve bu çok önemli bir gerçektir. Sivil, yurttaşlık temeline yaslanmış, en geniş anlamda yercilliği temel kurucu değeri olarak gören bir cumhuriyetçilik, belli ve rövanşist çevrelerin dışında kimsenin rahatsız olmayacağı, tersine benimseyeceği bir anlayıştır.

Yinelersem, mesele, cumhuriyetin değerlerini koruyarak demokrasiyle bütünleştirilmesidir. Cumhuriyeti güçlü, kapsamlı, her türden unsuruyla kusursuz ve eksiksiz bir demokrasinin kurucu değerleri arasında saymaktır. Kendi içine kapalı ve yalıtılmış özcü bir cumhuriyet anlayışı sorunludur. Demokrasiyle özdeşleşmemiş bir cumhuriyetin işlevinin sınırlı kalacağı hatta cumhuriyet bağlamında kabul edilen reformları da yetersiz bırakacağı muhakkaktır. Özellikle laiklik, hukuk reformu ve kadınların seçme ve seçilme hakkı demokratik bir toplumu hazırlayacak ilkeler arasında görülmelidir. Kısacası demokrasinin alanını genişletmek cumhuriyetin alanını genişletir, değerlerini berkitir. Cumhuriyetin vektörünü, kendisine özgü potansiyeli koruyarak bu doğrultuya yöneltmek ve devrimleri bu anlayış içinde ele almak açıkçası yüz yıl önceki cumhuriyetin hem erdemini hem de anlamını yeniden kurgulamaktır. İki yüzüncü yılda yapılması gereken budur ve özellikle 1960’larda öne çıkarılan ‘devrimlerin sınırlarını genişletmek’ yönündeki tartışmayı anımsamak bu bakımdan özellikle önemlidir.

 

Hasan Bülent Kahraman, Prof. Dr. Işık Üniversitesi Öğretim Üyesi

[1] ‘Türkiye Cumhuriyeti’ devletin resmi adıdır. Bu yazıda devletten doğrudan söz ettiğim yerlerde özel ad olması nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti imlasıyla yazdım. Fakat Türkiye’de kurulmuş ve yaşanan, genel bir yönetim tarzı olan cumhuriyetten söz açtığımda da sözcüğü bu şekliyle korudum.

Hasan Bülent Kahraman

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir