Sekülerizm ve İslamofobizm

Sekülerizm ve İslamofobizm

Özet: Bu yazının amacı, özellikle 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından Batılı ülkelerde giderek yükselen İslam korkusunun toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel arka planını anlamaya çalışmak ve İslamofobi’nin aslında korku tacirleri, muhafazakâr iktidarlar ve siyasal partiler tarafından üretilmiş bir ideoloji olduğunu iddia etmektir. Modern zamanlarda kökleri 1974 Petrol Krizine dayanan ve daha sonra Bosna-Hersek savaşı, 11 Eylül saldırıları, 2015 Charlie Hebdo katliamı, 2019 Hanau Katliamı gibi olaylarla birlikte derinleşen İslamofobi olgusu 2008 yılından itibaren dünyada büyük bir etki yaratan Küresel Finansal Kriz ve 2015 yılından itibaren Avrupa’da derin izler bırakan Mülteci Krizi ile birlikte daha da derinleşmiştir. Ancak söz konusu korkunun gerçek bir korku mu yoksa söylemsellikten ibaret bir ideolojik olgu mu olduğu konusunda soru işaretleri bulunmaktadır. Bu yazı diğer yandan, son yıllarda yaşanan İslam veya Müslüman korkusunu açıklayabilmek için söz konusu korkunun gerçek olmayıp, aslında söylemsel olarak üretilen ve ideolojik yanları olan bir anlatı olduğunu iddia iddia etmektedir.

Bu nedenle, İslamofobi kavramı yerine, daha açıklayıcı bir kavram olan İslamofobizm kavramınının kullanılması önerilecektir. Bu değerlendirmeleri yaparken, 2000’li yılların başlangıcından bu yana gerçekleştirdiğim alan çalışmalarıyla beslenmiş bilimsel araştırmaların izini sürerek kendi çalışmalarımın yanı sıra diğer pek çok benzeri çalışmadan da yararlanacağım. Yazı, Avrupa Araştırma Konseyi tarafından desteklenen Islam-ophob-ism (No. 785934) rumuzlu araştırmamın bulgularına da göndermelerde bulunarak göç ve İslam konularının nasıl ulusal, toplumsal ve kültürel güvenliği tehdit eden meseleler haline getirildiğini iddia etmektedir. Ayrıca, yazı, Ocak 2024 tarihinde başlayan ve Avrupa Birliği tarafından fonlanan ERASMUS-JMO-2023-NETWORKS- Jean Monnet Politika Tartışması: Dış politika konuları: Değerler ve Demokrasi projesinden de beslenerek Avrupa Birliği bağlamında değerlerin nasıl çatıştığı konusunu da ele almaktadır.

Anahtar Kavramlar: Islamofobizm, Avrupa, 11 Eylül, korku siyaseti, radikalleşme, göç


 

GİRİŞ

Özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından Batılı ülkelerde giderek yükselen İslam korkusunun toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel arka planına bakıldığında İslamofobinin aslında korku tacirleri ve muhafazakâr iktidarlar ve siyasal partiler tarafından üretilmiş bir ideoloji olduğu görülmektedir. Ancak bu iddia ile birlikte özellikle 22 Temmuz 2011 tarihinde Norveç’te yaşanan Breivik katliamı, 2014 yılında Almanya’da yükselen sağcı popülist ve İslam karşıtı PEGIDA eylemleri karşısında Almanya devletinin takındığı tutum ve daha sonra 7 Ocak 2015 tarihinde yaşanan Charlie Hebdo Katliamından sonra Fransız devletinin sergilediği yaklaşıma bakıldığında İslamofobik yaklaşımın en azından siyasal iktidarlarca sürdürülebilecek bir yönetsellik anlayışı olmaktan uzaklaştığı da görülmektedir. Son onbeş yılda, siyasal iktidarların belli ölçüde kullanmaktan vazgeçtikleri İslamofobik söylemin günümüzde daha çok sağ popülist partiler tarafından kullanıldığı görülmektedir. Son yıllarda yaşanan İslam veya Müslüman korkusunu açıklayabilmek için söz konusu korkunun gerçek olmayıp, aslında söylemsel olarak üretilen ve ideolojik yanları olan bir anlatı olduğu düşünülebilir. Bu nedenle, İslamofobi kavramı yerine, bu metinde daha açıklayıcı olduğunu düşündüğüm İslamofobizm kavramını önereceğim.[2] Bu değerlendirmeleri yaparken, 2000’li yılların başlangıcından bu yana gerçekleştirdiğim bilimsel çalışmaların izini sürerek kendi çalışmalarımın yanı sıra diğer pek çok benzeri çalışmadan da yararlanacağım (Kaya, 2000; Kaya ve Kentel, 2005; Kaya ve Kentel, 2008; Kaya, 2012; Kaya, 2014; Kaya, 2015; Kaya, 2020). Bu çerçevede, göç ve İslam konularının nasıl ulusal, toplumsal ve kültürel güvenliği tehdit eden meseleler haline getirildiğini anlatmayı deneyeceğim. “İslam korkusu”nun karanlıktan veya yükseklikten korkmak gibi doğal bir korku değil de aslında üretilmiş ve ideolojik nitelikli bir korku olduğunun altını çizmeye çalışacağım. Hatta, biraz daha ileri giderek, bugünkü Avrupa kimliğinin belli ölçüde İslamofobizm üzerinden inşa edildiğini ve bu yönüyle 19. Yüzyıl sonlarında anti-Semitizm üzerine inşa edilen Avrupalılık kimliğiyle paralellikler taşıdığını göstermeye çalışacağım.

1960’lar boyunca göç Batı Avrupa’da olumlu karşılanıyorken, günümüzde ulus devletler için bir hoşnutsuzluk, korku ve istikrarsızlık kaynağı olarak ifade edilmeye başlandı. 1960’lardan bu yana ne oldu? Göçün ve göçmenlerin algılanmasında neden böyle bir değişim gerçekteşti? Bu soruların cevabı değişen küresel ve sosyo-politik şartlarda yatıyor. Sözgelimi, bugünden geçmişe bakıldığında, göç ve göçmenler konusunu günümüze damgasını vuran özellikle Suriyeli ve Afrikalı mülteciler ile birlikte yine Ortadoğu ve Afrika coğrafyasına hükmeden ve hatta etkisini Avrupa’ya taşıyan Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD/DEAŞ) üzerinden değerlendiriyoruz. Batı’da İslam dininin şiddet ile anılmasına neden olan bu tür oluşumların yanı sıra, öte yandan hiç şüphe yok ki, sanayisizleşme, artan üretkenlik, işsizlik, yoksulluk, dışlanma, şiddet, kültüre yönelme ve neo-liberal ekonomi-politik gibi etkenler, yeterince eğitimli ve kalifiye olmayan göçmen ve Müslüman kökenli kitleleri Franz Fanon (1965)’un kullandığı bir ifadeyi kullanmak gerekirse ‘dünyanın yeni sefillerine’ dönüştürürken, göçmenler ve onların çocukları pek çok yerde yaşanmakta olan işsizlik, yoksulluk ve şiddet gibi sorunların müsebbibi olarak resmedilmektedirler.

Geçtiğimiz bir kaç onyıl boyunca özellikle Müslüman kökenli göçmenlerin farklı şekilde algılanmalarına neden olan başka olaylar da gerçekleşti: İran Devrimi (1979), Salman Ruşdi Olayı (1989), I. Körfez Savaşı (1990), Bosna Savaşı (1992), 11 Eylül (2001), Afganistan Savaşı (2001), II. Körfez Savaşı (2003), Theo Van Gogh cinayeti (2004), Madrid bombalama eylemleri (2004), 7 Temmuz 2005 Londra bombalama eylemleri, 2005 Paris Banliyö eylemleri, Danimarka karikatür krizi (2006), İsviçre Minare yasağı krizi (2009), İran ile yaşanan nükleer enerji krizi (2010), Almanya’da Thilo Sarazin tarafından yazılan rıkçı kitabın yol açtığı polemik (2010), İngiltere, Birmingham’da ders Kuran Kursunda İmam tarafından döğülen çocukların yol açtığı tartışma (2011), Florida’da Amerikalı rahip tarafından Kuran’ın yakılması olayı (2011), Fransa’da Burqanın yasaklanması (2011), Anders Behring Breivik’in Norveç’te gerçekleştirdiği katliam (2011), “Innosence of Muslims” (Müslümanların Masumiyeti) Fragman Filminin yayınlanmasıyla birlikte yaşanan olumsuz gelişmeler (2012), Almanya’nın Saksonya eyaletinde ve özellikle Dresden kentinde parlayan ve daha sonra sönen PEGIDA eylemleri (2014-2015), 7 Ocak 2015 tarihinde Paris’te yaşanan Charlie Hebdo Katliamı (2015), 14 Temmuz 2016 tarihindeki Nice terör saldırısı, 1 Ocak 2017 tarihinde İstanbul Reyna Gece Kulübüne gerçekleştirilen terör saldırısı, 22 Mayıs 2017 Manchester Arena bombalama eylemi, ve son olarak İŞİD’in ve benzeri terör örgütlerinin pek çok yerde yol açtığı infial karşısında Avrupa’da yaşanan İslam korkusu yeniden alevlenmiştir. Yaşanan tüm bu olumsuzluklar Batı’da Müslüman kökenli insanlara ve diğer göçmenlere karşı giderek yükselen düşmansı bir havanın doğmasına neden olmuştur (von Sikorski vd., 2021).

Ayrıca, İslam korkusunu tartışırken Doğu Bloğu’nun çökmesi sonucu oluşan demografik değişikliklerin etkileri de hafife alınmamalıdır. 1989 yılı Alman, Macar ve Rus kökenliler ve Rus Yahudilerin yer değiştirmeleriyle oluşan devasa göçlerin sonucu olan yeni bir dönemin başlangıcına işaret etmiştir (Brubaker, 1991; Kaya, 2012). Komünizm sonrası dönem aynı zamanda Almanya, Avusturya, Fransa, İtalya, Belçika ve Hollanda gibi Batılı ulus-devletlerin yeniden homojenleşme eğilimi içine girmelerine neden oldu. Diğer yandan eski Doğu Bloğu ülkelerinde ortaya çıkan siyasal istikrarsızlık ve etnik çatışmalar bazı etnik grupları, akraba toplulukların yaşadığı Batılı ülkelere göç etmeye zorlamıştır. Milyonlarca insanın yer değiştirmesi, ulus devletlerin göç politikalarını etnik kökene dayalı olarak, yani toplumdaki çoğunluk ile aynı etnik kökene sahip göçmenlerin ülkeye girişine öncelik vererek, farklı etno-kültürel ve dinsel kökenden gelen ve uzun zaman önce göç ederek ülkeye yerleşmiş grupları saf dışı bırakmaya yönlendirmiştir. 1990’larda ulus devletler bu kadar fazla sayıda göçmenin bir anda gelişini özümseyecek kadar donanımlı değillerdi. Batı Avrupa’yı ve özellikle

Almanya’yı etkileyen söz konusu demografik değişim, ‘medeniyetler çatışması’, ‘kültür savaşları’, ‘din savaşları’ ve ‘İslam korkusu’ gibi söylemlerin yüksek sesle dillendirilmesi için gerekli olan zemini de hazırlamıştır (Huntington, 1996). Bu süreç, refah devletinin sınırlarını aşındıran neo-liberal politikaların da etkisiyle, Avrupa’da göç ve entegrasyon politikalarının giderek sertleşmesine ve AB’nin kendi içine kapanmasına neden olmuştur.

Bu yazı içerisinde yapılacak tartışmalarla AB ülkelerinde Müslüman karşıtlığı, Müslümanlara karşı sergilenen ırkçılık veya İslamofobi gibi kavramlarla nitelenen olgunun aslında siyasal bir tasarım olarak önce ana-akım muhafazakâr siyasal partiler tarafından oluşturulan daha sonra da sağ-popülist partiler tarafından sahiplenilen bir ideoloji olduğu iddia edilecektir. Bir sonraki kısımda çoğu muhafazakâr siyasal çevrelerce iddia edildiğinin aksine İslam karşıtlığının dini pratik eden Hristiyanlar veya Museviler arasında yaygın olmadığı, daha çok İslamiyetin kendi hayat tarzlarına tehdit oluşturduğuna inanan seküler ve laik çevrelerde yaygın olduğu konusu ele alınacaktır. Hatta, uzun yıllardır yürüttüğüm alan araştırmalarında da görüldüğü üzere İslamofobinin daha çok Müslümanların yaşamadığı küçük kentlerde, kasabalarda ve kırsal kesimde ortaya çıktığı, büyük kentlerde ise bu olguyla pek karşılaşılmadığı ifade edilecektir. Bir sonraki kısımda, Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Müslüman kökenli insanlar ve topluluklar etrafında cereyan eden ve ana-akım siyasetçiler, sağ popülist çevreler, medya ve hatta bazı bilimsel çevrelerce sıklıkla yinelenen “entegre olmuyorlar” şeklindeki iddiaların aslında ne denli sorunlu iddialar olduğu üzerinde durulup, aslında bu iddiaların göçmen kökenli insanların çok uzun yıllardır maruz kaldıkları sosyo-ekonomik, politik ve epistemik eşitsizlik gibi yapısal sorunların üstünü örten ideolojik tartışmalar olduğuna dikkat çekilecektir. Bu yazının son kısmında ise, AB ülkelerinde yaşayan Müslümanların mevcut sosyo-ekonomik ve politik eşitsizlikler karşısında reaksiyon göstererek radikalleşme eğilimi sergiledikleri ve kendilerini İslami kimlikle giderek daha fazla tanımladıkları konusu ele alınacaktır.

İslamofobizm, AB’nin üzerine kurulu olduğu kapsayıcılık, çeşitlilik ve din özgürlüğü gibi temel ilkelere meydan okuyarak Avrupa Araştırmalarında yıllarca üstünde daha çok durulan norm oluşumu, kurumsallaşması, yayılımı ve ihtilaflığı tartışmalarıyla kesişmektedir. İslamofobizm ile, AB içinde hoşgörü sınırları yeniden sorgulanır hale gelmiş, bu bağlamda üye devletlerde görülen ayrımcı tutumlara AB’nin ne ölçüde müsamaha göstereceğine dair tartışmalar derinlik kazanmıştır. Bu tartışmalar, AB nezdinde insan hakları normlarını korumak ile ulusal düzeyde önyargı ve ayrımcılıkla mücadele etmek arasında bir çekişmeye işaret etmekte, AB mekanizmalarının bu tür zorlukların üstesinden gelmede etkinliğini sorgulatmaktadır. Bu bağlamda, İslamofobizm ile mücadele sadece bireysel haklar meselesi olmakla sınırlı kalmayıp, bir bütün olarak AB’nin uyum ve istikrarının korunması meselesi haline gelmektedir. Ayrıca, İslamofobinin AB üye devletlerindeki farklı dereceleri, AB normlarının ulusal düzeyde nasıl yorumlandığı ve uygulandığı konusundaki farklılıkları ortaya çıkarmakta ve AB çapındaki politikaların yeknesaklığı ve etkinliği konusunda tartışmaları çeşitlendirmektedir.

AB üyesi devletler özellikle 11 Eylül 2001 tarihinde New Yorktaki İkiz Kulelere karşı girişilen terörist saldırıların ardından İslam karşıtı bir söylemin bayraktarlığını yapmışlar ve uzun yıllardan buyana yaşanmakta olan eşitsizlik, güvensizlik, işsizlik ve yoksulluk gibi yapısal sorunların müsebbibi olarak göçmenleri ve özellikle Müslüman kökenli insanları göstermeye başlamışlardır.

İSLAMOFOBİZM VE BATI’DA MÜSLÜMAN ALGISI

Yakın zamanda yaşanan birtakım gelişmeler, uzun zamandan bu yana Avrupa’da yaşanan İslam korkusunun yerini yeni bir korkuya bırakmasına neden olmuştur. Yeniden ortaya çıkan bu korku, aşırı sağ veya ırkçılık şeklinde nitelenebilir. Tarihe Norveç Katliamı olarak geçen ve ırkçı, çokkültürlülük karşıtı ve Müslümanlık karşıtlığıyla bilinen Anders Behring Breivik adlı kişi tarafından 85 kişinin öldürüldüğü olay, adeta Avrupa’da yeni bir miladın başlangıcını oluşturmaktadır.[3] AB üyesi devletler özellikle 11 Eylül 2001 tarihinde New York’taki İkiz Kulelere karşı girişilen terörist saldırıların ardından İslam karşıtı bir söylemin bayraktarlığını yapmışlar ve uzun yıllardan buyana yaşanmakta olan eşitsizlik, güvensizlik, işsizlik ve yoksulluk gibi yapısal sorunların müsebbibi olarak göçmenleri ve özellikle Müslüman kökenli insanları göstermeye başlamışlardır. Bu dönemde söz konusu devletler adeta cadı avına çıkmışlar ve Müslümanları pek çok açıdan günah keçisi olarak resmetmenin yollarını aramışlardır. Ancak günümüzde gelinen nokta, yıllardan bu yana devam eden İslam korkusunun artık sürdürülemez bir siyaset yapma biçimi olduğudur. Özellikle Hristiyan Demokrat nitelikli siyasal partilerin ve tabii ki son yıllarda sağ popülist partilerin bayraktarlığını yaptıkları İslamofobizm siyaseti, ırkçı ve yabancı düşmanı aşırı sağ oluşumların tüyler ürperten faaliyetlerinin kamuoyunun dikkatinden kaçmasına neden olmuştur (Kaya, 2014). Almanya’da ortaya çıkan aşırı sağcı bir neo-Nazi örgütlenmesinin geçtiğimiz on yıl içinde halk arasında “Döner Cinayetleri” olarak bilinen seri cinayetlerle 8 Türk’ü öldürdüğü bilgisine erişilmiş ve yine aşırı sağcı ve beyaz ırkın üstünlüğünü savunan bir terörist 2020 yılında Almanya’nın Hanau kentinde göçmen kökenli gençleri hedef almış ve dördü Türk kökenli olan 9 kişiyi öldürmüştür.[4] 

Bir yandan, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte ortadan kalkan ‘dış düşman’ sendromunun yokluğunda kendi iktidarlarını yeniden üretebilmek için göçmenleri hedef alan ‘içimizdeki düşman’ sendromunu üretirken, öte yandan küresel finansal krizin yoksullaştırdığı ülkelerde Müslümanlar ve göçmenler işsizliğin, şiddetin, gerilimin sorumlusu olarak gösterilmeye başlanmıştır.

MODERN ZAMANLARDA İSLAMOFOBİZMİN KÖKENLERİ

Avrupa’da İslam karşıtı yaklaşımların yükselişinin 40 yıla yakın bir geçmişi bulunmaktadır. 1973 yılında yaşanan Arap-İsrail savaşı bilindiği üzere beraberinde 1974 Dünya Petrol Krizini getirmiştir. Petrol ihracatçısı OPEC ülkeleri Batı’ya petrol sevkiyatında kısıntıya gitmek suretiyle İsrail’e destek verdiğini düşündükleri Batılı ülkeleri cezalandırmaya çalışmışlardır. Öte yandan Batılı toplumlar ise yaşadıkları petrol krizinin ve iktisadi buhranın sorumlusu olarak Ortadoğulu Müslüman ülkeleri görmüşler ve buna paralel olarak geliştirdikleri Islamofobik yaklaşımı kendi ülkelerinde bulunan Müslüman göçmenler ve onların çocukları üzerinde de sergilemişlerdir. Özelikle İslam karşıtlığı konusunda bugün yaşanmakta olan olumsuzlukları 1973 Arap-İsrail Savaşına veya 1974 Dünya Ekonomik Buhranına dayandırmamın başka nedenleri de bulunmaktadır (Vertovec and Wessendorf, 2010). Özellikle İslamofobiyi ve zaman zaman radikalleşen bir takım İslami hareketleri anlamak açısından 1970’li yıllar anahtar öneme sahiptir. Sözgelimi, 1974 yılındaki petrol krizi ile birlikte Belçika hükümetinin Suudi Arabistan hükümeti ile gizli bir anlaşma yaptığı ve ucuz petrol karşılığında Belçika’nın İslam dinini resmi din olarak tanıdığı ve Suudi hükümetine ülkede İslam’ın kurumsallaşması için parasal kaynak aktarılmasına izin verdiği bilinmektedir. Suudi hükümeti, RABITA adlı örgüt ile Belçika’da ve daha sonra diğer Batı Avrupa ülkelerinde daha etkin olmanın yollarını ararken, hatırlanacağı üzere 1980 askeri darbesi sonrasında Kenan Evren cuntasının yurtdışında çalışan Türk İmamların maaşlarının yine RABITA tarafından ödenmesine izin verdiği de bilinmektedir (Kaya, 2012). Diğer bir değişle, reel siyasetin izinin sürülmesinin bugün yaşananları anlamak açısından önemli olduğunun altını çizmekte fayda vardır.

1980’li yıllar Avrupa’da ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının ama daha önemlisi Müslüman karşıtlığının kök salmaya başladığı bir onyıl olmuştur. Öte yandan, 1990’lı yıllar ise Sovyetler Birliği’nin ve Komünizmin çöküşüyle birlikte, Orta ve Doğu Avrupa’da ve özellikle Almanya’da bir takım demografik değişikliklerin yaşandığı görülmüştür. Alman kökenlilerin, Macarların, Romenlerin, Boşnakların, Sırpların, Hırvatların ve benzeri grupların yer değiştirdikleri bu düzlemde ulus-devletler giderek etnik milliyetçi söylemlerin egemenliğini benimsemeye başlamışlardır. Söz gelimi iki Almanya’nın birleşmesiyle birlikte ortaya çıkan enflasyonist baskı ve işsizliği Kohl hükümeti, daha çok etno-kültürel ve milliyetçi bir söylemle aşmanın yollarını ararken, Doğu Alman halkının Birleşme projesi karşısındaki şevkinin kırılmaması için ülkede 30 yılı aşkın bir süredir yaşayan Türkleri Almanların işlerini çalmakla itham etmiştir (Kaya, 2000). Sovyetler Birliği’nin çöktüğü ve Komünizm ideolojisinin giderek zayıfladığı bir döneme girilirken, Batı’nın 1990lı yıllara değin coğrafi anlamdaki ötekisi/düşmanı olan Sovyetler Birliği’nin yerini Ortadoğu alırken, ideolojik anlamdaki ötekisi/düşmanı olan Komünizmin yerini de İslam almıştır (Silva, 2017).

1973 Arap-İsrail Savaşına kadar götürülebilecek süreç ile başlayan ve günümüze kadar gelen süre içerisinde yaşanan tüm bu olumsuzluklar Avrupa’da Müslüman kökenli insanlara karşı giderek yükselen düşmansı bir havanın doğmasına neden olmuştur. Yaşanan olumsuzluklar giderek neo-liberal bir karakter kazanan AB üyesi devletlerin sorunlu yaklaşımlarıyla birlikte ele alındığında, sorunların giderek derinleştiği gözlemlenmiştir. Bir yandan, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte ortadan kalkan ‘dış düşman’ sendromunun yokluğunda kendi iktidarlarını yeniden üretebilmek için göçmenleri hedef alan ‘içimizdeki düşman’ sendromunu üretirken, öte yandan küresel finansal krizin yoksullaştırdığı ülkelerde Müslümanlar ve göçmenler işsizliğin, şiddetin, gerilimin sorumlusu olarak gösterilmeye başlanmıştır. “İçimizdeki yabancılar ulusal güvenliğimize, sosyal güvenliğimize, etno-kültürel ve dinsel bütünlüğümüze karşı tehdit oluşturuyorlar” şeklinde bir algı ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede kitlelerin muhafazakâr siyasetçiler ve medya tarafından Müslümanlar ve göçmenler karşısında mobilize edildikleri görülmüştür (Silva, 2017). Ancak 22 Temmuz 2011 tarihinde Norveç’te yaşanan katliam, Avrupa’da yaşanan ırkçı saldırılardaki sayıca artış ve daha pek çok olumsuz gelişme iktidarların ve siyasal çevrelerin ektikleri nefret tohumlarının ve korku politikalarının ürünlerini biçmeye başladıklarına işaret etmektedir. Diğer bir deyişle, 1974 yılından bu yana giderek katmerlenen yoksulluk, dışlanmışlık, eşitsizlik ve işsizlik gibi yapısal sorunları çözemeyen Avrupalı neo-liberal iktidarlar, adeta İslamofobiyi siyasal bir ideoloji olarak kullanmak suretiyle ne pahasına olursa olsun sadece yurttaşlarının oylarının peşinden koşmuşlar ve İslamofobinin olası olumsuz toplumsal ve siyasal sonuçlarını pek hesaba katmamışlardır. Söz konusu ideolojiyi İslamofobizm şeklinde adlandırmak mümkündür. Günümüzde Avrupa’ya damgasını vuran aşırı sağ, popülizm ve ırkçılık, sadece oy peşinde koşan ve günü kurtarmayı kendisine hedef edinen bağnaz iktidarların neden olduğu olumsuz gelişmelerdir. Bir anlamda 19. Yüzyılın sonlarında ve 20. Yüzyılın ilk yarısında anti-Semitizm üzerinden şekillenen Avrupalılık kimliği, bugün adeta İslamofobizm üzerinden şekillenmektedir.

‘İslamofobi’ ya da daha doğru bir ifade kullanmak gerekirse İslamofobizm, son yıllarda Avrupa’da adeta ‘ana akım’ haline gelmiştir. Fransa, Almanya, Hollanda, Belçika, İsveç, Norveç ve diğer pek çok AB üyesi ülkedeki aşırı sağcı grupları trans-nasyonal bir biçimde bir araya getiren ortak düşmanın artık İslam olduğu görülmektedir.

ANAAKIM SİYASET KARŞISINDA ÇOKKÜLTÜRCÜLÜĞÜN MARUZ KALDIĞI TEHDİTLER

‘İslamofobi’ ya da daha doğru bir ifade kullanmak gerekirse İslamofobizm, son yıllarda Avrupa’da adeta ‘ana akım’ haline gelmiştir. Fransa, Almanya, Hollanda, Belçika, İsveç, Norveç ve diğer pek çok AB üyesi ülkedeki aşırı sağcı grupları trans-nasyonal bir biçimde bir araya getiren ortak düşmanın artık İslam olduğu görülmektedir. Hatta, sağ popülist partilerin İslam korkusu söylemini kullanarak, diğer bir deyişle korku tacirliği yaparak pek çok ülkede anaakım siyasal partiler haline gelmeyi başarmışlardır (Kaya, 2020). İslam karşıtı dalga sadece bunlarla da sınırlı kalmıyor. Sözgelimi Almanya’da giderek görünür bir hâl alan Hristiyan-Musevi ittifakı, adeta 2. Dünya Savaşı yıllarında yaşanan Yahudi Soykırımının toplumsal bellekteki izlerini bir ölçüde de olsa silebilmek için İslamın karşısında kendine siyasal bir zemin bulabilmektedir (Widmann, 2013).

Türkiye kökenli 3 milyondan fazla insanı barındıran Almanya’daki tartışmaların aldığı seyir Türkiye açısından özellikle önemlidir. Almanya’da sürekli yaftalanan ve aşağılanan Türkiye kökenli göçmenler ve onların çocukları, günümüzde belli ölçülerde ötekileştirilmeye devam etmektedir. Thilo Sarrazin’in 2010 yılında polemik yaratan kitabı (Almanya Kendini Tüketiyor, Germany Does Away With Itself, Deutschland schafft sich ab), çerçevesinde kamuoyunda gerçekleştirilen tartışmalara bakıldığında özellikle Müslüman kökenlilere yönelik olarak sergilenen dışlayıcı yaklaşımın egemen bir hal aldığı görülmüştür. Thilo Sarazin’in kitabını eleştiren Jürgen Habermas, Sarazin tartışmalarıyla birlikte aslında Alman Leitkultur (öncü kültür) paradigmasının bundan böyle “Alman kültürü” ile değil de “din” ile tanımlandığı bir aşamaya gelindiğini ifade etmiştir: “Leitkultur savunucuları bugün daha çok “Yahudi-Hristiyan” geleneklere vurgu yapmak suretiyle “biz” ve “ötekiler” ayrımını yeniden tanımlamışlardır” (Habermas, 2010). Habermas’a göre, burada ilginç olan şey, Almanya toplumunun kendi tarihiyle barışmak, diğer bir deyişle Holocaust konusuyla yeniden yüzleşebilmek için İslam karşısında Hristiyanlık ve Musevilik arasında kutsal bir ittifak kurma eğiliminde olmasıdır.

Avrupa’da giderek yükselen İslam karşıtı söylem ve eylemlere Avrupa dışından başka bir örnek vermek gerekirse, 2006 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde San Antonio Babtist Kilisesi Rahibi John Hagee tarafından kurulan ve doğrudan Israil için lobicilik faaliyetleri yürüten Christians United for Israel (CUFI, İsrail için Mücadele Eden Hristiyanlar) adlı örgüt örnek olarak verilebilir. Evanjelik bir örgüt olan CUFI yıllardan bu yana İncil’de yer alan yeniden yaradılış, Sion, Armageddon ve benzeri anlatılarla her üç din için de kutsal olan Israil/Filistin topraklarını korumak için Israil ile Amerikalıların iş birliği yapmaları gerektiğini ve dolayısıyla İslam dinine karşı bir mücadele yürütülmesinin bir zorunluluk olduğunun altını çizmektedirler. Onbinlerce izleyeni olan CUFI, özellikle ABD eski Başkanı George Bush’un da aralarında olduğu Cumhuriyetçiler arasında oldukça popülerdir.[5] Bu örnek de gösteriyor ki, Müslümanlara karşı düşmanlık tohumlarının atılmaya başlandığı 11 Eylül saldırılarının yarattığı korku ikliminde ortaya çıkan bu tür dinsel motiflerle süslenmiş aşırı sağ örgütlenmelerin derinleştirdiği Hristiyan-Müslüman ayrımının yine dikkatlerden kaçtığına tanık olunmaktadır.

İslam karşıtı söylemi ve atmosferi yaratanlar da büyük ölçüde muhafazakâr iktidarlar ve aşırı-sağ popülist siyasal partilerdir. Dikkat edilirse, muhafazakâr Hıristiyan partilerin egemen oldukları ülkelerde, ırkçı söylemlerin ve hareketlerin arttığı görülecektir. Ancak, gelinen bu noktada söz konusu egemen İslamofobik ve ırkçı yaklaşımların sürdürülebilir olmadığı açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Gün geçtikçe siyasetçiler, yöneticiler, medya sektörü ve bilim çevreleri, uzun yıllardır nefret tohumları eken iktidarların kendi ülkelerinin ulusal çıkarlarına zarar vermeye başladıklarını tespit etmeye başlamışlardır (Silva, 2017; Hippler, 1995). Örneğin Almanya’da artık tersine göç başlamış, siyasal ve ekonomik istikrarın yakalandığı 2005-2010 yılları arasında hemen her yıl ortalama 4 bin kalifiye ve eğitimli Türk, Türkiye’ye iş aramaya gelmekteydi. Benzeri eğilimleri Hollanda, Fransa, Belçika ve Avusturya gibi ülkelerde yaşayan Türkiye kökenli insanlar arasında da görmek mümkündür. Batı Avrupa’daki ayrımcılık ve İslamofobi karşısında artık direnemeyen bir takım göçmen ve Müslüman kökenli insanlar başka ülkeleri ve tabii ki anavatanlarını kendilerine yeniden vatan olarak seçme eğilimi göstermeye başlamışlardır (Aydın, 2016).

AB kamuoyuna ve hatta milliyetçi, etnosentrik ve Hristiyan çevrelere dahi zarar vermeye başlayan ve ulusal çıkarları zedeleyen bu atmosferden çıkışın yollarını aramakta fayda var. Bu yollardan bir tanesi, farklılıklar üzerine vurgu yapan postmodern söylemin karşısında daha çok benzerliklere vurgu yapan post-postmodern bir söylemin kurulması yönünde çaba sarf etmektir. Yaşanmakta olan sorunların özünde dinler arasındaki farklılıklar varmış gibi gösteriliyor. Halbuki, dinler arasındaki farklılıkları değil, benzerlikleri ön plana çıkaran söylemlere daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam, bu üç semavi dinin de İbrahimi dinler olduğunu ve birbirine çok benzediğini unutmamalıyız. Ünlü sosyolog Bryan S. Turner (1991)’in ve ünlü filozof Jose Casanova (1994)’nın işaret ettiği gibi dinler ve kültürler arası farklılıkları ön plana çıkaran dilin bir tarafa bırakılması, siyasetin dinsel ve kültürelist bir dil üzerine kurulmaması gerekmektedir.

Sekülerizmin de kendine özgü değerleri, kutsalları ve ritüelleri vardır. Bu anlamda iki farklı kutsalın çatıştığı görülmektedir. Sekülerizm ile dini kutsalın çatışması. Buradaki tartışma medeniyetlerle, dinlerle açıklanabilecek bir tartışma olmaktan çok uzaktır. Buradaki temel çatışma, dünyevi olan ile dünyeviliği tamamıyla reddeden dindarlık anlayışı arasındadır.

SEKÜLERİZM VE İSLAM’IN DEĞERLERİ Mİ ÇATIŞIYOR?

Avrupa Birliği önemli bir toplumsal ve siyasal dönüşümün eşiğinde. Pek çok önemli tartışma aynı anda yapılıyor. Bir yandan muhafazakâr ve aşırı-sağ yönelim sergileyenler göçmen, mülteci ve İslam karşıtı tutum sergilerken, çoğunluk toplumları bu tutum karşısında daha demokratik, eşitlikçi, adaletçi ve dayanışmacı bir tavır sergilemeye özen göstermektedir.[6] 2015 yılında yaşanan Charlie Hebdo katliamı bize çok şey öğretti. Fransız iktidarı ve bürokrasisi tarafından ele alınış şekli itibariyle 2005 yılında yaşadığımız Danimarka Karikatür Krizinin bize öğrettiğinden çok daha fazla şey öğrendik. Birileri İslam’ın kutsallarına hakaret edecek şekilde birtakım karikatürler çiziyor, yazılar yazıyor, söylemler kullanıyor. En azından çok sayıda Müslüman, imgeleri ve metinleri bu şekilde yorumluyor. Burada bir not düşmek gerekirse, Charlie Hebdo Katolik inancını da, Le Pen’in sağ popülst hareketini de, Fransız devletini de mizahi üslupla eleştirmiştir. Hatta, Marine Le Pen’in çoğunluğun aksine “Ben Charlie değilim” derken asıl nedenin derginin kendisini hep mizahlaştırıp eleştirmesi olduğu bilinmektedir. Fakat sadece kutsalı olan Müslümanlar değil. Sekülerizmin de kendine ait kutsalları, dokunulmazları, eleştirilemeyecek unsurları vardır. Burada görüldüğü kadarıyla, her ne kadar çok farklı yorumlarının olduğunu bilinse de, Selefi İslam’ın aslında bir değerler bütünü var ve bu değerlere yönelik saldırılara karşı tepkisel bir şiddet uygulanmasına neden olmaktadır. Ancak burada dikkat etmemiz gereken şey ifade özgürlüğüdür. İfade özgürlüğü de özellikle Fransa’da ve benzer şekilde İskandinav ülkelerinde, seküler düzenin kutsalıdır (Gray, 2002; Luidens, 2003; Singer, 2004).

Sekülerizm de bir din gibi algılanabilir. Sekülerizmin de kendine özgü değerleri, kutsalları ve ritüelleri vardır. Bu anlamda iki farklı kutsalın çatıştığı görülmektedir. Sekülerizm ile dini kutsalın çatışması. Buradaki tartışma medeniyetlerle, dinlerle açıklanabilecek bir tartışma olmaktan çok uzaktır. Buradaki temel çatışma, dünyevi olan ile dünyeviliği tamamıyla reddeden dindarlık anlayışı arasındadır. Global olarak bakıldığında medeniyet kavramının günümüzde dinlere indirgenmesi sorunun özünü teşkil etmekte ve çatışmaları derinleştirmektedir. İnsanlık tarihi üzerinden düşünüldüğünde medeniyetin tekil bir şey olduğu sonucu çıkarılmalıdır. Bahsedilen şey insanlık tarafından üretilen medeniyettir, ya da uygarlıktır. İnsanlığın inşa ettiği medeniyet, büyük bir okyanus gibidir adeta. Kültürler, dinler, maddi ve manevi bütün değerler bu ortak okyanusa akan küçük nehirler gibidir adeta (Hobson, 2012). Hiç şüphesiz bu nehirlerin oluşturduğu büyük denizler de vardır, ama nihai olarak bu denizlerin de aktığı bir okyanus var, bu da uygarlığın okyanusudur.

Görünen o ki, küresel bir sol hareketin yokluğunda İslam, neredeyse sosyalist ideolojinin yerini almıştır. Michel de Certeau (1984: 183) İslam ve sol arasındaki söylemsel benzerliğe dikkat çeker: İslam başka bir dünya, sol başka bir gelecek vaat eder.

SOL İDEOLOJİLERİN HÜKMÜ YİTERKEN YÜKSELEN İSLAMİ KİMLİKLER

Fransa, cumhuriyetçi ve özgürlükçü bir model ile yönetilirken, Hollanda, Almanya, İngiltere, Belçika, İsveç gibi ülkeler daha çokkültürlü olarak tanımlayabileceğimiz bir anlayışla yönetiliyorlar. Fakat bu tür farklılıklar büyük ölçüde kağıt üzerinde kalan retorikler olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Fransız cumhuriyetçi modeli aynı zamanda bir hayli dışlayıcı ve asimilasyonist özellikler taşımaktadır. Çokkültürcü model ise, aslında oldukça neo-kolonyal veya neo-milliyetçi özelliklere sahiptir (Alba and Foner, 2015). Her ikisi de özünde göçmenleri kamusal alana entegre etmeye çalışsa da, sonuç itibariyle onları daha çok gettolara itmekte ve daha da azınlıklaşmalarına yol açmaktadır. Son kırk yılda refah devletinden giderek ödün verilmek suretiyle, neo-liberalizm bizleri, bireyin daha ön plana çıkarıldığı, herkesin kendisini korumak zorunda olduğu, herkesin bir anlamda kendi koruma kalkanlarını üretmek durumunda olduğu bir etik-politik zemine taşımıştır (Steward, 2000; Miller and Rose, 2008). Bununla birlikte, toplumsal bütünlük yerine cemaatlerin varlığı neo-liberal devlet tarafından desteklendi. Bir anlamda devlet toplumsal bütünlüğü koruma görevini cemaatlere ihale etmiştir. Cemaat ile ifade edilmeye çalışılan şey burada her türlü etnik, kültürel, dinsel, epistemik topluluklar olabilir. Mevcut neo-liberal yapı içerisinde maddi, sosyal ve kültürel sermayesi olanlar kendilerini ve ailelerini koruyabildiler. Ancak yoksullar, el emeklerinden başka kullanacakları sermayeleri olmayanlar, küresel kapitalizmin ihtiyaç duyduğu iş kollarına kendilerini entegre edemeyenler göz ardı edilmiştir ve siyasal ve sosyo-ekonomik kaynakların paylaşım süreçlerinde dışlanmışlardır (Miller and Rose, 2008). Dolayısıyla sorunların büyük ölçüde yapısal olduğu düşünülebilir. Bugün karşımızda olan şiddet ve çatışmanın bu yapının ürünü olduğu görülmektedir. Küresel kapitalizmin çevreye fırlattığı bir takım toplumsal gruplar bugün Avrupa Birliği ülkelerinde anti-sistemik birtakım siyasal partilere ve söylemlere doğru yönelmektedirler. Bir yandan göçmen kökenli Müslüman gruplar mevcut İslamofobik düzlemde giderek kendilerini İslami kimlikle ifade etmeye çalışırken, ücra yerlerde yaşayan yerli, işsiz, göreli yoksulluk yaşayan ve coğrafi olarak unutulduğunu düşünen toplumsal gruplar ise sağ popülist partilere yönelmektedirler (Kaya, 2020; Rodrigues-Pose; 2018).

Fransa özelinde 2005 yılının yaz aylarında yaşanan Banliyö eylemleri İslamofobi karşısında Kuzey Afrika kökenli insanların kendilerini neden giderek İslami kimlikle tanımladıklarını göstermek açısından oldukça önemli bir deneyimdir. Banliyö eylemlerinde binlerce Kuzey Afrikalı genç adeta Fransız İhtilali’ndeki yoksul insanların yaptığı gibi hak arayışında bulundular ve güvenmedikleri devlete ait ne varsa yakıp yıktılar. Çocuk oyun alanlarından, okullardan, belediye otobüslerine kadar devleti simgeleyen pek çok şeyi ateşe verdiler. O dönemin İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy hemen bu çatışmaların El Kaide ile bağlantılı olduğunu gündeme getirmişti, ancak daha sonra ilgisi olmadığı anlaşıldı. Hatta zor koşullarda yaşayan Kuzey Afrika kökenli gençlerin önemli bir kısmı kendilerini “Müslüman Ateistler” olarak tanımlıyorlardı. Banliyö eylemleri sırasında yaşanan bu tür kimliklenme süreçleri, dinin giderek etnikleştiğini ve siyasallaştığını gösterirken İslam dininin aynı zamanda sadece bir din olmakla kalmayıp küresel kapitalizmin hegemonyası karşısında küresel bir politik dil haline gelmiştir (Khiari, 2006; Kacem, 2006: 16; Jobard, 2005; Kaya, 2012). Bu tür protestolardaki İslami referans, çoğu zaman meşru bir küresel karşı-hegemonyanın parçası olma ve ondan sembolik olarak beslenmekle de açıklanabilir (Zubaida, 2003). Görünen o ki, küresel bir sol hareketin yokluğunda İslam, neredeyse sosyalist ideolojinin yerini almıştır. Michel de Certeau (1984: 183) İslam ve sol arasındaki söylemsel benzerliğe dikkat çeker: İslam başka bir dünya, sol başka bir gelecek vaat eder.

2005 Paris Banliyö eylemlerinde yine Kuzey Afrikalı göçmen kökenli gençler arasında şu retorik çokça kullanıyordu: “Biz bugüne kadar anne-babalarımızın bize öğrettiği şekilde Martin Luther King benzeri bir pasif direniş sergiledik. Ancak bunun pek de bir anlam ifade etmediğini gördüğümüzden, artık Malcom X gibi daha radikal olmaya başlıyoruz” (Kaya, 2012). 2005’te bugün yaşananların belirtileri görülmüştür. Muhtemeldir ki, bu tür radikal nitelikli muhalefet etme biçimlerinin varlığı, giderek yükseliş gösteren El Kaide ve IŞİD gibi örgütlerin daha kolay bir şekilde savaşçı devşirebilmelerine olanak tanımaktadır. 2015 Charlie Hebdo katliamının faili Kouachy Kardeşlerin kimsesiz oluşları ve yetimhanede büyümüş olmaları gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, ekstremist İslami örgütlerin ne tür gençleri savaşçı olarak devşirdiklerini ve yaşadıkları toplumda yalnızlık ve dışlanmışlık hissi yaşayan bu insanları nasıl bir “dava”ya inandırdıkları gibi konular daha net olarak tartışılacaktır.

Home-grown (yerli) teröristler” şeklinde nitelenebilecek bu tür insanların gerek Londra gerek Paris gibi metropollerde ne tür koşullarda yetiştikleri ve daha sonra radikal örgütler tarafından nasıl devşirildikleri konusu daha ayrıntılı şekilde araştırılmalıdır. Nitekim, Fransız araştırmacı Olivier Roy ve ekibinin 2016 yılında yayınladıkları araştırmanın sonuçlarına göre, IŞİD gibi radikal örgütlerin özellikle geçmişlerinde din bilgileri pek olmayan, şiddete ve suça bulaşmış ikinci ve üçüncü kuşak Müslüman gençlerle birlikte İslam dinin henüz seçen ve geçmişi yine karanlık olan yapısal birtakım sorunların pençesine kapılmış gençleri kendi saflarına doğru devşirdiğini göstermektedir. Roy ve ekibi, El Kaide ve IŞİD gibi terörist örgütlerin gerçekleştirdiği cinayetlerin ve katliamların İslam dini ile ilgili olmadığını söylerken, aslında İslam dininin radikalleşmediğini, tersine radikalizmin İslamileştiğini vurgulamaktadır (Roy, 2017). Unutulmamalıdır ki, radikal uçlar her daim vardırlar ve var olmaya devam edeceklerdir. Sosyo-ekonomik ve politik anlamda marjinalleşen grupların sıklıkla radikalleştiği görülürken, bu tür radikal örgütlenme biçimlerinin kendilerine birtakım ideolojiler aradığı bilinir. Kendilerini ifade etme biçimleri olarak ortaya çıkan bu ideolojiler geçmişte komünizm, sosyalizm, çevrecilik ve anarşizm iken bugün bu tür sol nitelikli ideolojilerin büyük ölçüde hükümlerini yitirdikleri görülmektedir. İşte, hegemonik kapitalizmin eleştirisi niteliğindeki muhalif sol ideolojilerde yaşanan tıkanmanın İslam dininin radikal birtakım gruplar tarafından politik-ideolojik bir şekilde kullanılmasına yol açtığı görülmektedir.[7

Bu koşullarda AB üyesi devletlerinin izlenebileceği en doğru yaklaşımın ana hatları, Müslüman kökenli insanların yaşam koşullarını iyileştirmek, onlara eşit yurttaş olarak yaklaşmak ve onların etno-kültürel ve dini farklılıklarına saygı göstermek şeklinde özetlenebilir.

RADİKALLEŞMENİN ÖNÜNE NASIL GEÇİLİR?

Yukarıda Paris Banliyö eylemlerine referansla anlatılan süreçlerin çok iyi sergilediği üzere, sol ideolojilerin hükmünü yitirdiği bir zamanda İslam dini içerdiği adalet ve daha iyi bir yaşam vurgusu nedeniyle olsa gerek sadece inananlar arasında değil aynı zamanda Müslüman kökenli seküler insanlar arasında da ayrı bir anlam kazanmaya başlamıştır. Sosyo-ekonomik ve politik eşitsizlik, dışlanmışlık, yaftalanma, kurumsal ayrımcılık, ırkçılık ve benzeri olumsuzluklar karşısında kendilerini savunmak durumunda olan göçmen ve Müslüman kökenli insanların dine, etnisiteye, ebeveynlerin anavatanına ve hatta zaman zaman şiddete sarılmaları kaçınılmaz gibi görünmektedir. Bu koşullarda AB üyesi devletlerinin izlenebileceği en doğru yaklaşımın ana hatları, Müslüman kökenli insanların yaşam koşullarını iyileştirmek, onlara eşit yurttaş olarak yaklaşmak ve onların etno-kültürel ve dini farklılıklarına saygı göstermek şeklinde özetlenebilir. Fransa, 2005 Banliyö eylemlerinin ardından bu konuda önemli bir mesafe kat etmiştir. Özellikle göçmen kökenli ailelerin yaşadığı HLM (habitation à loyer modéré) yani bizdeki TOKİ benzeri toplu konut binalarında yaşam şartlarını düzeltmeye çalıştı (Kaya, 2012). Hatırlarsak 2004-2005’te sıkça banliyölerde yaşayanların evlerinde trafo kaynaklı yangınlar sebebiyle öldüklerine ilişkin haberlere rastlanırdı. Artık böyle haberler gelmiyor Fransa’dan. Ancak gerçekleştirilen iyileştirmeler muhtemelen bu tür yerlerde yaşayan insanların hissettikleri dışlanmışlığı gidermedi. Hâlâ Fransız Parlamentosu’nda Müslüman kökenli tek bir seçilmiş milletvekili yok. Zaman zaman hükümette yer alan Kuzey Afrikalı Müslüman kökenli bakanlar ise seçilmiş değil atanmış kişilerdir. Fransa’da altı milyon kadar Müslüman’ın yaşadığı düşünülürse, Fransa siyasal kültüründe eşitsizlik bağlamında önemli sorunların olduğu görülebilir.

Avrupa’da yükselen sağ popülist hareketler her ne kadar İslam karşıtı görünse de, her ne kadar AB karşıtı söylemleri kullansa da, kendi bağlamı dışındaki meseleleri kullanarak meşruiyet alanını genişletmeye çalışsa da, popülist hareketlerin yükselme sebebi, Batı’da yaşanan iç siyasal ve sosyo-ekonomik sorunlardır. Neo-liberalizmin giderek yükselmesine tepkidir aslında (Rodrigues-Pose, 2018; Kaya, 2020; Kaya vd. 2023). Ana akım merkez partilerin yıllardan beri ev ödevlerini layıkıyla yapmıyor olmalarıdır popülist sağın yükseliyor olmasının başlıca nedeni. Merkezdeki siyasal partilerin yoksulluk, eşitsizlik, işsizlik ve sanayisizleşme süreçlerinin ortaya çıkardığı yapısal meseleleri çözmekten giderek uzaklaşıp, daha farklı birtakım yönetim araçları kullandıklarını biliyoruz. Örneğin, ana akım muhafazakâr siyasal partilerin ‘öteki’ni giderek bir günah keçisi haline getirdiklerini görüyoruz. Sağ siyaset çok daha önceki zamanlarda ürettiği anti-Semitist yaklaşımlarla kendine başka günah keçileri üretmişti. Bu tür sağ iktidarlar, günah keçisi olarak sergilediği öteki karşısında çoğunluk toplumunu popülist bir retorik kullanmak suretiyle seçim zamanlarında daima kendi yanlarına çekmeye çalışırlar. Dikkat edilirse, pek çok Avrupa ülkesinde yapılan kamuoyu yoklamalarında halkın geleneksel kurumlara karşı büyük bir güvensizlik içinde olduğu ortaya çıkıyor. Medya ve merkez siyasal partiler gibi geleneksel kurumlara güven giderek azalıyor AB ülkelerinde (Kaya, 2020). Bütün bunların üzerine 2008 krizini de eklediğimiz zaman iyice dibe vuran ekonomik göstergelere paralel popülist sağın yükseldiğini görüyoruz. 2014 yılı sonunda Almanya’nın eski doğu eyaletlerinde ortaya çıkan PEGIDA eylemleri aslında bu durumun en iyi göstergesidir. Müslümanların olmadığı bir yerde Müslüman karşıtı eylemlerin varlığı olsa olsa, kendi sosyo-ekonomik ve politik koşullarından memnun olmayan insanların, giderek egemen bir dil haline gelen İslamofobik dili kullanmak suretiyle dikkat çekmek ve meşruiyet edinme çabalarına işaret eder (Kaya, 2014).

Aslında iş piyasalarına, eğitim alanına, sağlık hizmetlerine, siyasete ve hayatın diğer alanlarına eşit erişim imkânı bulamayan toplumsal grupların kendilerini korumak için etno-kültürel ve dini nitelikli bazı refleksler geliştirdikleri görülebilir. Ancak gelinen bu noktada, Müslüman kökenli topluluklar uzun yıllardan bu yana geliştirdikleri kimlik siyaseti yerine, yerel, ulusal ve Avrupa parlamentoları gibi meşru siyasal kanalları kullanarak siyaset yapmanın kendileri için daha olumlu sonuçlar üreteceğini düşünmeye başlamışlardır

SONUÇ

Göçmen ve Müslüman karşıtı bu durumun sürdürülemezliği yukarıda ifade edilen nedenlerden ötürü ortadadır. Demografik açığın olduğu, net göç oranlarının giderek eksi düzeylere eriştiği, İslamofobinin özellikle Müslümanların yaşamadığı kırsal kesimlerde yaygınlaştığı ve hatta muhafazakâr iktidarlarca bir ideoloji (islamofobizm) olarak yaygınlaştırıldığı bir düzlemde göçmenlerin siyasetçilerce işsizlik, yoksulluk, eşitsizlik ve adaletsizlik gibi bütün yapısal sorunların müsebbibi şeklinde lanse edilmeleri aslında sorunların üstünü örtmekle ilgili bir taktiktir. Söz konusu göçmen karşıtlığı ve Müslümanlara karşı uygulanan ırkçılık bir başka nedenden daha ötürü sürdürülemez bir tutumdur: parlamenter düzlemde meşru kanalları kullanmak suretiyle siyaset yapmayı öğrenmek. Öyle ki, İslamofobizmin giderek tırmandığı son yıllarda AB ülkelerinde yaşayan Müslüman kökenli insanlar ve onların çocukları, içinde bulundukları bu krizden çıkabilmenin yollarını ararken bugüne değin uyguladıkları taktiklerde köklü bir değişikliğe gitmeye başladılar. 13. Yüzyılın önemli sosyal bilimcilerinden İbn-i Haldun (1969), sosyal uyumun ve dayanışmanın ortadan kalktığı, diğer bir deyişle Asabiye’nin bozulduğu durumlarda Müslüman toplumlarının kendilerini koruyabilmek için kendi içlerine kapandıklarını ve namus, onur, din ve kimlik gibi geleneksel değerleri ön plana çıkarma eğiliminde oldukları yönünde bir saptama yapmıştı. Bu saptamanın bugün de hâlâ geçerli olduğu görülmektedir. Özellikle, son birkaç on yılda AB ülkelerinde yaşayan Müslüman kökenli toplulukların entegre olmadıkları ve paralel topluluklar oluşturdukları şeklinde birtakım eleştiriler yapıldığı düşünülürse, söz konusu paralel toplulukların aslında işsizlik, eşitsizlik, adaletsizlik, yoksulluk, kurumsal ayrımcılık ve ırkçılık gibi yapısal sorunları çözemeyen mevcut ana-akım siyasetin iflasının bir sonucu olduğu sonucuna varılabilir.

Aslında iş piyasalarına, eğitim alanına, sağlık hizmetlerine, siyasete ve hayatın diğer alanlarına eşit erişim imkânı bulamayan toplumsal grupların kendilerini korumak için etno-kültürel ve dini nitelikli bazı refleksler geliştirdikleri görülebilir. Ancak gelinen bu noktada, Müslüman kökenli topluluklar uzun yıllardan bu yana geliştirdikleri kimlik siyaseti yerine, yerel, ulusal ve Avrupa parlamentoları gibi meşru siyasal kanalları kullanarak siyaset yapmanın kendileri için daha olumlu sonuçlar üreteceğini düşünmeye başlamışlardır. Bu nedenle son yıllarda Batılı ülkelerde yapılan genel veya yerel seçimlere bakıldığında Müslüman kökenli insanların hem seçmen olarak hem de aday olarak seçimlere daha fazla ilgi gösterdikleri görülmektedir. İslamofobizm gibi son derece sorunlu bir siyasal strateji, bir anlamda Müslüman kökenli insanlara içinde bulundukları zor koşullardan kurutulabilmek için çoğunluk toplumundan soyutlanmadan çoğunluk toplumu içinde siyaset yapma gereğini öğretmiştir. Diğer bir deyişle, yaşanan sorun kendi çözümünü de beraberinde getirmektedir. Önümüzdeki yıllarda Batı’da Müslüman kökenli insanları daha fazla siyaset yaparken, medyada kendilerini anlatırken, eğitim olanaklarını ve iş piyasalarına eşit erişim imkanlarını zorlarken ve çoğunluk toplumlarıyla daha fazla etkileşime girerken göreceğimize hiç şüphem yok. Kaldı ki, son yıllarda AB ülkelerinde doğan ve yetişen çok sayıdaki Müslüman kökenli gencin geleneksel olmayan siyasal katılım yöntemlerini kullanarak, “Black Lives Matter” gibi toplumsal hareketler içinde yer alarak, siyaseti sokağa taşıyarak kendilerinin ve ebeveynlerinin maruz kaldıkları kurumsal ayrımcılığı ve yoksullaşmayı protesto ettikleri görülmektedir.


 

Ayhan Kaya, Prof. Dr., İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, İstanbul, Türkiye, [email protected], ORCID ID: 0000-0003-4431-3220

DİPNOTLAR

[1] İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, İstanbul, Türkiye, [email protected], ORCID ID: 0000-0003-4431-3220

[2] Bu yazı, yazar tarafından 2019-2024 yılları arasında yürütülen ve Avrupa Araştırma Konseyi tarafından fonlanan Prime Youth (Islam-ophob-ism, ERC AdG Anlaşma No. 785934) adlı bilimsel araştırma çerçevesinde kaleme alınmıştır. Araştırma çerçevesinde Almanya, Belçika, Fransa ve Hollanda’da hem yerli hem de Müslüman gençlerin küreselleşme ve modernleşme süreçleri karşısındaki radikalleşme biçimleri araştırılmaktadır. Araştırma hakkında ayrıntılı bilgi için bkz., https://bpy.bilgi.edu.tr. Ayrıca, makale Ocak 2024 tarihinde başlayan ve Avrupa Birliği tarafından fonlanan ERASMUS-JMO-2023-NETWORKS- Jean Monnet Politika Tartışması: Dış politika konuları: Değerler ve Demokrasi projesine de değinmektedir. Proje hakkında ayrıntılı bilgi için bkz., https://valeus.eu/about-us/about-the-project/. Yorumları ve katkılarından ötürü projede birlikte çalıştığım meselktaşım Istanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü ve Jean Monnet Kürüsüsü sahibi Dr. Özge Onursal-Beşgül’e çok teşekkür ederim.

[3] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz., BBC web sitesi, 23 Temmuz 2011, http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-14259356, Erişim: 5 Mayıs 2024.

[4] “Döner Cinayetleri” ve Hanau cinayetleri konusunda ayrıntılı gazete bilgisi için bkz., https://www.hurriyet.com.tr/galeri-almanya-gorene-kadar-10-kisiyi-oldurduler-41464492 Erişim: 30 Nisan 2021.

[5] CUFI hakkında ayrıntılı bilgi için bkz., http://www.cufi.org/site/PageServer?pagename=homepage Erişim: 5 Mayıs 2024.

[6] AB ülkeleri dahil pek çok Batılı ülkede İslam dinine karşı eylemleri ve bu eylemleri çoğunluk toplumun ne şekilde karşıladığı veya kınadığı konusunda ayrıntılı döküm için bkz., http://www.euro-islam.info/ , Erişim 2 Mayıs 2024.

[7] Olivier Roy’un çalışmasının ayrıntılarının Türkçe özeti için bkz., http://medyascope.tv/2015/12/06/olivier-roy-cihadcilik-bir-kusaga-ozgu-nihilist-bir-isyandir/


ValEUs Projesi ERASMUS-JMO-2023-NETWORKS- Jean Monnet Politika Tartışması – Dış politika konuları: Değerler ve Demokrasi

Son yıllarda AB, ortak değerlere dayalı barışçıl bir gelecek yaratma misyonunu yerine getirme konusunda eşi benzeri görülmemiş zorluklarla karşı karşıya kalmıştır. Temel değerlerin küresel yönetişim araçlarına dahil edilmesine rağmen, toplumsal aktörler hem AB’nin değerlerini yayma yöntemlerine hem de değerlerin kendisine giderek daha fazla karşı çıkmaktadır. İtirazları anlamak, sadece AB’nin dayanıklılığı açısından değil, AB’nin uluslararası sahnede oynayacağı rol açısından da büyük önem taşımaktadır. Bu konular çerçevesinde, İstanbul Bilgi Üniversitesi AB Enstitüsü olarak dahil olduğumuz Jean Monnet Network ValEUs’un ana hedefleri şunlardır: (1) AB değerlerine yönelik çeşitli itirazları araştırmak ve AB Dış Politikasına ilişkin gerçekçi bir açıklama sunmak; (2) itirazlara yönelik potansiyel ve başarılı karşı stratejiler hakkında daha fazla bilgi edinmek ve alternatif politika gündemleri geliştirmek; (3) üniversitelerin, sorumlu aktörler, demokrasi laboratuvarları ve Ukrayna gibi tehlike altındaki bölgelerde destekleyici paydaşlar olarak yeni roller üstlenmelerini teşvik etmek. ValEUs projesi, beş kıtaya yayılmış 17 ülkeden 20 paydaş kurumu bir araya getirmektedir. “ValEUs” ağı, disiplinler arası ortak araştırma projeleri yürütmeyi, konferanslar, yaz okulları ve büyük ölçekli bir çevrimiçi ders oluşturmayı hedeflemektedir. Konsorsiyum, proje aracılığıyla toplumsal tartışmalar başlatmayı ve hem siyasi aktörler hem de sivil toplum için öneriler geliştirmeyi amaçlamaktadır.

 

Proje Websitesi: https://valeus.eu/

Projede yer alan kurumlar aşağıda sıralanmıştır.

1 Viadrina Avrupa Üniversitesi, Almanya

2 Pittsburgh Üniversitesi, ABD

3 İstanbul Bilgi Üniversitesi, Türkiye

4 Adam Mickiewicza Üniversitesi Polonya

5 Al Akhawayn Üniversitesi, Fas

6 Doshisha Üniversitesi, Japonya

7 Ulusal V. N. Karazin Kharkiv Üniversitesi, Ukrayna

8 Kiev Ekonomi Üniversitesi, Ukrayna

9 Libertas Uluslararası Üniversitesi, Hırvatistan

10 Nazarbayev Üniversitesi, Kazakistan

11 Roskilde Üniversitesi, Danimarka

12 Rutgers Üniversitesi, ABD

13 Ege Üniversitesi, Yunanistan

14 Amsterdam Üniversitesi, Hollanda

15 Banja Luka Üniversitesi, Sırbistan

16 Floransa Üniversitesi, İtalya

17 Guadalajara Üniversitesi, Meksika

18 Del Norte Üniversitesi, Kolombiya

19 Paris 8 Üniversitesi, Fransa

20 Zagrep Üniversitesi, Hırvatistan


KAYNAKÇA

Alba, R. and N. Foner (2015). Strangers No More: Immigration and the Challenges of Integration in North America and Western Europe. Princeton: Princeton University Press.

Aydın, Y. (2016). The Germany-Turkey Migration Corridor: Refitting Policies for a Transnational Age, Working Paper, Washington DC: Migration Policy Institute.

Brubaker, R. (1991), International Migration: A Challenge for Humanity, International Migration Review, 25(4), 946–957.

Casanova, J. (1994). Public Religions in the Modern World. Chicago: The University of Chicago Press.

De Certeau, M. (1984), The Practice of Everyday Life, trs. Steven Rendall, University of California Press, Berkeley.

Fanon, F. (1965). The Wretched of the Earth. New York: Grove Weidenfeld, Reprint of Les damnes de la terre. Paris, 1961.

Gray, J. (2002). The Myth of Secularism, New Statesman, December 16-30.

Habermas, J. (2010). Leadership and Leitkultur, New York Times (28 Ekim), http://www.nytimes.com/2010/10/29/opinion/29Habermas.html Erişim 26 Nisan 2021.

Hippler, J. (1995). The Islamic Threat and Western Foreign Policy. J. Hippler and A. Lueg (eds.), The Next Threat: Western Perceptions of Islam. Pluto Press: 116–153

Hobson, J. (2012). Islamic Commerce and Finance in the Rise of the West, N. R.F. Al-Rodhan (Ed.), The Role of the Arab-Islamic World in the Rise of the West. London: Palgrave: 84-115.

Huntington, S. (1996). The Clash of Civilisations and the Remaking of the World Order. New York: Simon and Schuster.

Ibn Khaldun, M. (1969). The Muqaddimah: An Introduction to History, N.J. Dawood, ed., Franz Rosenthal, trans. Princeton: Princeton University Press.

Jobard, F. (2005). Sosiologie politique de la ‘racaille’”, in H. Lagrange and M. Oberti (eds.). Émeutes Urbaines et Protestations : Une singularité française. Paris: Science Po Les Presses, p. 59-80.

Kacem, M. B. (2006). La psychose française. Le banlieues : le ban de la République. Paris: Gallimard.

Kaya, A. (2015), Islamophobism as an Ideology in the West: Scapegoating Muslim-Origin Migrants, in A. Amelina (ed.), International Handbook of Migration
and Social Transformation in Europe
, London: Routledge.

Kaya, A. (2020). Populism and Heritage in Europe. Lost in Diversity and Unity. London: Routledge.

Kaya, A. (2000). Sicher in Kreuzberg: Berlindeki Küçük İstanbul. İstanbul: Büke Yayınları.

Kaya, A. (2005). Euro-Türkler. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Kaya, A. (2008). Belçika-Türkleri. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Kaya, A. (2012). Islam, Migration and Integration: The Age of Securitization. London : Palgrave

Kaya, A. (2014). Islamophobia, in J. Cesari (ed.), The Oxford Handbook of European Islam, Oxford University Press: 745-769

Kaya, A., A. Benevento ve M. Koca, eds. (2023). Nativist and Islamist Radicalism: Anger and Anxiety, London: Routledge.

Khiari, S. (2006). Pour une politique de la racaille : immigré-e-s, indigènes et jeunes de banlieues. Paris: Textuel.

Luidens, D. (2003). American Fundamentalism: Implications for US Foreign Policy, Paper presented to the Arab Working Group for Muslim-Christian Dialogue, Lebanon (June 12-14).

Miller, P. and N. Rose (2008). Governing the Present. Cambridge: Polity Press.

Rodrigues-Pose, A. (2018). The revenge of the places that don’t matter (and what to do about it), Cambridge Journal of Regions, Economy and Society, 11: 189–209.

Rose, N. (1996). The death of the social? Re-figuring the territory of government, Economy and Society Vol. 25, No. 3: 327-356.

Rose, N. (1999). Powers of Freedom: Reframing Political Thought. Cambridge: Cambridge University Press.

Roy, O. (2017). Jihad and Death: The Global Appeal of Islamic State. London: Hurst.

Silva, M. D. (2017). The Othering of Muslims: Discourses of Radicalization in the New York Times, 1969–2014, Sociological Forum, Vol. 32, No. 1 (March): 138-161.

Singer, P. (2004). The Power of Faith, in P. Singer, The President of Good and Evil. London: Granta Books.

Turner, B. S. (1991). Religion and Social Theory. London: Sage.

von Sikorski, Christian, J. Matthes, and D. Schmuck (2021). The Islamic State in the News: Journalistic Differentiation of Islamist Terrorism From Islam, Terror News Proximity, and Islamophobic Attitudes, Communication Research, Vol. 48(2): 203–232.

Vertovec, S. and S. Wessendorf (eds) (2010). The Multiculturalism Backlash: European discourses, policies and practices. London: Routledge

Widmann, P. (2013). Korku Tacirleri: Sarrazin Müezzine Karşı, Almanya Notları, AB Enstitüsü, Bilgi Üniversitesi, http://eu.bilgi.edu.tr/docs/Sarrazin_Muezzine_Karsi_Turkce.pdf

Zubaida, S. (2003). Islam in Europe, Critical Quarterly, Vol. 45 (1-2): 88-98.

Ayhan Kaya

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir