Afyon krizinin perde arkası ve geleceğin CHP’si

Afyon krizinin perde arkası ve geleceğin CHP’si

Yeni dönemde İmamoğlu’nun SHP çizgisini mi yoksa Baykal çizgisini mi sürdüreceğini göreceğiz ama Köksal’a verdiği tepkiyle hem yönetim hem de politika bakımından çok öne çıktığı, çok önemli bir konuma geldiği ve partiyi koparıp götürecek yeni bir potansiyel kazandığı muhakkaktır. Hasan Bülent Kahraman, Köksal krizi üzerinden CHP’nin geleceğini yazdı.

Bir partinin gündelik siyasete yansıyan olaylarının çoğunluğu her sabah yeniden kurulan siyaset meydanının taktik savaşlarıyla ve sıradan işleriyle ilgilidir ve ertesi gün unutulacak bazı söylemleri, davranışları içerir. Kısacası onlar siyasayla (policy) değil, siyasetle (politics) ilgilidir. Her ne kadar bazı felsefeciler siyaseti siyasanın üstünde bir yere oturtursa da partilerin tarihi siyasalarıyla yazılır. Siyasa ideoloji, dünya görüşü, temel modeller ve yöntemler demektir. Siyaset onları ayakta tutmak için kullanılan araçlardır.

CHP Afyon Belediye Başkan adayı Burcu Köksal’ın DEM partisi hakkında yaptığı açıklamalar, yarın-öbür gün, şu veya bu manevrayla aşılır, parti de kendisi de yoluna gider. Ama aynı zamanda partinin Grup Başkanvekili gibi en üst düzeyde temsil görevinde bulunması Köksal’ın hamlesine başka yönlerden bakmayı ve onu büyük bir olgunun semptomu olarak ele almayı zorunlu kılıyor. Köksal, hamlesiyle, son derecede karmaşık bir denklem kurmuş, partinin yakın dönemdeki dinamiklerini, ayrışma çizgilerini, çatışma alanlarını su yüzüne doğru itmiştir. Bugün yine günlük siyaset pratiği bakımından belki o suyun üstündeki buz tabakasının veya halının altına saklanacak sorunların yakın dönemdeki CHP gerçeğini belirleyecek bir atılım olduğu besbelli.

Bilgi, düşünce ve kuramla desteklenmiş bu poiesis (‘praksis değil) bizi ihtimallerle ve ansızın karşımıza çıkan meselelerle uğraşmaktan kurtarıp yeni tutumlar, yeni model ve formlar kurmaya yöneltecektir. Yani edim/eylem siyaset üretiminde önde gelir. Castoridias’in bu planda ustası Aristo’dur.

SİYASAL PRATİK DERKEN…

Neden böyle, çünkü, Türkiye’de muhtemelen Marksist ortodoksiye her planda karşı çıktığı ve geniş bir zihinsel/kültürel alandan beslendiği için daima daha karmaşıklaşan bir muhakemeyle konuşup yazdığı için bir türlü sevilmeyen hatta hiç bilinmeyen[1] (kim biliniyor ki?..) 1922 İstanbul doğumlu olup, 1924’te Yunanistan’a göçen hemşehrimiz bir Rum ailenin çocuğu Cornelius Castoriadis, politikayı çok ilginç bir anlayışla tanımlar. Vakti zamanında o kadar etkili olan Sosyalizm Veya Barbarlık dergisinin ve hareketinin öncülerinden Castoriadis’in Marx’ı bile determenistik olmakla yargıladığı temel görüşüne göre siyaset gerçek insanın, insan edimlerinin, düşüncesinin toplamıdır ve ‘….’nın adına’ dendiği anda siyaset boş bir retoriğe dönüşür.

Buna mukabil siyasetin temel belirleyeni saf bir logos veya evrenselcilik (universalism) anlayışı da değildir. Siyaset şeke şüpheye mahal bırakmaksızın insanın gerçek edimlerinden türer. (Geçerken belirteyim, Marx’ı, teknolojik determinizme, ekonomik doktrinizme ve sahte bir yararcılığa kaydığı için eleştirir.) Sözün özü, ‘siyaset bilgiyle eylem arasındaki teknolojik olmayan ilişkidir’. Düşünelim, bir yordam geliştirelim ama teoriye saplanmayalım, teori, düşünmenin sadece bir durağıdır. Taklitçi olmayan yaratıcı girişimlerde bulunalım. Bilgi, düşünce ve kuramla desteklenmiş bu poiesis (‘praksis değil)[2] bizi ihtimallerle ve ansızın karşımıza çıkan meselelerle uğraşmaktan kurtarıp yeni tutumlar, yeni model ve formlar kurmaya yöneltecektir. Yani edim/eylem siyaset üretiminde önde gelir. Castoridias’in bu planda ustası Aristo’dur.[3]

Parti üst kademesinde gösterilen iki tepkiye, Özel’in onarma, tevil etme, saklama yaklaşımına mukabil İmamoğlu’nun ‘ya kendisine yeni bir iş bulacak ya yeni bir parti’ gibi liderlik gösteren ve partinin gerçek sahibi olduğunu gösteren çıkışı bundan sonra nasıl gelişecek?

CHP’NİN ÜÇ ANA KRİZ AKSI

Bu çerçeveyi yaşanan son olayın üstüne yerleştirdiğimizde müthiş bir tablo çıkıyor karşımıza. Birbirini doğuran, besleyen sorular demek de mümkün onlara. Köksal’ın açıklaması ne kadar kendiliğinden (spontane), ne kadar beklenmeyen, ihtimale dayalı (contingent/olumsal) bir soruydu diye sorarsak hızlı bir cevap veremeyeceğimize göre ve peşinden gelen tartışmalara bakarsak o çıkışın ‘gerçeği’ CHP’nin birkaç aylık geçmişi ve birkaç aylık geleceğinde saklıdır. Yine de ana soru değişmez: DEM partisine, yani Kürtlere belediyenin kapısını kapatacağını söyleyen bu davranış, partinin tabanıyla ve yönetimiyle ne kadar örtüşüyor? Parti üst kademesinde gösterilen iki tepkiye, Özel’in onarma, tevil etme, saklama yaklaşımına mukabil İmamoğlu’nun ‘ya kendisine yeni bir iş bulacak ya yeni bir parti’ gibi liderlik gösteren ve partinin gerçek sahibi olduğunu gösteren çıkışı bundan sonra nasıl gelişecek?

Bu sorulara verilecek yanıtları bir yana bırakalım. Tümünün toplamıyla ortaya çıkan bir sonuç var. CHP, çok önemli, çok ciddi bir yol ayrımında. İster öyle sonuçlansın ister böyle, CHP’nin 1 Nisan’dan başlayarak yeni bir döneme gireceği, kartlarını yeniden karacağı berrak şekilde görülüyor. Bugün yaşadığımız hadise de o dönemin habercisi. Koksal’ın hamlesi CHP bağlamında üç soruyu gündeme getiriyor:

  1. Köksal’ın çıkışı ne kadar partide temsil kapasitesine sahiptir, açıkçası, Köksal, partide Kürtlere ve o manasında DEM partisine dönük somut bir tepkiyi temsil ediyor mu?
  2. Köksal’ın çıkışı parti içinde hala bir Kılıçdaroğlu çizgisinin sürdüğünü ortaya koyuyor mu ve İmamoğlu’nun hızlı, sert ve çok yerinde tepkisi partide 1 Nisan sonrasında devam edecek ayıklamaların, iç kavgaların işareti midir?
  3. İmamoğlu’nun ciddi tepkisine mukabil Özel’in yumuşatıcı, tavizkâr tutumu yine 1 Nisan sonrasında ciddi bir kırılmanın işareti midir ve hala CHP içinde bir yönetim krizinin yaşandığını göstermekte midir?

Bu üç sorudan birincisi CHP’nin temsil krizi, ikincisini CHP’nin siyaset krizi, üçüncüsünü CHP’nin yönetim krizi olarak adlandırmak gerekir. Bu soruları iç içe geçmiş bir şekilde ele almak istiyorum.

Siyasette bir genel başkan yeniliyorsa düşünceleri ve uygulaması yenilmiş demektir. Son kurultay yenilgisi sadece bazı başarısızlıkların cezalandırılması değildi. Öyle dursa bile esasen temsil edilen bütün birikimin yenilgisidir, parti yönetiminden uzaklaştırılmasıdır.

KRİZLERİN ARKA PLANI

CHP, Kemal Kılıçdaroğlu döneminden başlayarak bir türbülans halinde, bir vorteks içinde, bir toz duman ve sis perdesi arkasında olsa da önemli bazı adımlar attı. Toplumun getirdiği kaçınılmaz, görmezden gelinmez gelişmelere bağlı olarak CHP de, Castoridias’ın tabiriyle taklit (imitation) yoluyla kimi açılımlar gerçekleştirdi. Çarşaflı kadınlara CHP rozeti takmak, Baykal’ın gerçekle ilişkisi olmayan retorik politikalarına çok uygundu ama arkasında toplumun geriye itilemez realitesi yatıyordu. Kılıçdaroğlu daha önce yazdığım yazılarda söylediğim gibi yine muhtemelen belli bir oportünizm veya taktik dozu taşısa da iki önemli katkıda bulundu CHP’ye, bir tür aşı da diyebiliriz.

Önce, partinin benim artık geleneksel veya folklorik dediğim, bazılarının tarihsel demeyi tercih ettiği sembollerini suskunlaştırdı. Her ne kadar uzun tarihi boyunca Kılıçdaroğlu tek bir defa sosyal demokrasi gibi ideolojik bir kavramı telaffuz etmese ve partinin o kökenlerini bütünüyle uyutarak unuttursa bile bu hamlelsi CHP’yi başka bir platforma taşıdı. İkincisi, örgütünü, CHP gibi bir parti için olmazsa olmaz tabanına, doğal dayanaklarına, destek odaklarına yani Alevilere ve Kürtlere açtı. Onlara ciddi temsil kapasiteleri kazandırdı. Bu hamlelerin ardında iyi işlenmiş bir plan, bir düşünce çerçevesi, ciddi bir politika yoktu. Çok önemli sonuçlar doğuracak adımları Kılıçdaroğlu daha çok insiyaki ve o anda işine öyle geldiği için atıyordu ama siyaset öyledir, su gibi, akar ve yolunu bulur. Ne var ki, Kılıçdaroğlu opportünitelerden yani fırsatlardan hareketle sonuç alma alışkanlığıyla son Cumhurbaşkanlığı seçiminde olmayacak davranışlar göstererek sonunu hazırladı.

Verdiğim şu hiç de kısa sayılamayacak CHP tarihi geldi, tüm kapasitesiyle son kurultayda yenildi. Siyasette bir genel başkan yeniliyorsa düşünceleri ve uygulaması yenilmiş demektir. Son kurultay yenilgisi sadece bazı başarısızlıkların cezalandırılması değildi. Öyle dursa bile esasen temsil edilen bütün birikimin yenilgisidir, parti yönetiminden uzaklaştırılmasıdır. Bu bir. İkincisi, kazanılan zaferin Özgür Özel’in değil, Ekrem İmamoğlu’nun zaferi olduğunu köşesinde oturan sağır sultan da duyduğuna göre, şu anda buzdolabında tutulan, sadece buzdolabının kapağı açıldığında görülen başkanlık çatışması veya yönetimin iki başlılığı, belki bugün için bir co-habitation yani birlikte sürdürülen yaşamdır ama, yakın zamanda bu çelişkinin siyasetin yapısına uygun şekilde ortadan kalkacağı bellidir. Dolayısıyla eğer o dönemi şimdiden düşünmek gerekiyorsa, önce bugünkü yönetimin anlamı üstünde durmak gerekir. İmamoğlu kurultayı hangi kapasiteyle, neyi temsil ederek, neyin temsilcisi olarak kazandı?

Unutmayalım ki, Kılıçdaroğlu’nun partinin başında bulunduğu süre içinde Özel onun yanında olmuş, yapılanların sorumluluğunu üstlenmiştir. Özel’in bu niteliği gelecek açısından bakınca sorunu daha da karmaşıklaştırıyor.

İMAMOĞLU, TEMSİL VE SİYASET…

O sorunun cevabını hemen şurada vermek olanağı yok. Kapsamlı ve karmaşık bir mesele olduğu muhakkak ve ne yazık ki, bugüne, şu ana kadar, gündelik değerlendirmeler dışında kurultayın neden, nasıl mevcut sonucunu ürettiğine dair kıymete değer bir inceleme bulunmuyor elimizde, önümüzde. Öteki belirleyici faktörleri bir yana bırakırsak, CHP’de yönetimin iki önemli nedenden ötürü değiştiğini söylemek gerek. Birincisi, Kılıçdaroğlu’nun yönetimde bulunduğu uzun süre boyunca partinin yaşadığı yenilgiler tarihinin artık değiştirilmek istenmesi. Bu kesin bir iradedir ve tartışma götürmez. İkinci nedense daha netameli bir soruya dayanır: acaba İmamoğlu’nun sahip olduğu temsil kapasitesi, CHP’nin Kılıçdaroğlu eliyle yaşadığı dönüşüme bir tepki midir? Eğer Kılıçdaroğlu’nu değerlendirirken vurguladığım Alevi-Kürt koalisyonu bir gerçekse şimdi İmamoğlu’na düşen bu koalisyonu parti içinde ayakta ve diri tutmaktır. Aksi takdirde partinin hızla Baykal CHP’sine dönemsi kaçınılmazdır.

O zaman şunu açıkça yazmak mümkün: CHP içindeki siyaset krizi, 1 Nisan sonrasında Alevi-Kürt koalisyonuna sahip çıkan tarafça sona erdirilecek. CHP gerilimi veya uzlaşması bu koalisyon üstünden çözülecek, İmamoğlu-Özel ikilisinin hangi yönde, müşterek mi muhalif mi hareket edeceğini şimdiden bilemiyoruz. Ama Köksal’ın yarattığı krizin biraz da beklenmeyen şekilde ve çok müspet olarak İmamoğlu’nun tepkisini çekmesi, tepkinin Kürtlerle kurulan koalisyonu savunmaya dönük olması çok önemli bir açılımdır. Kılıçdaroğlu bakiyesinin tasfiyesi ve devamı yine bu olgu etrafında biçimlenecektir. Unutmayalım ki, Kılıçdaroğlu’nun partinin başında bulunduğu süre içinde Özel onun yanında olmuş, yapılanların sorumluluğunu üstlenmiştir. Özel’in bu niteliği gelecek açısından bakınca sorunu daha da karmaşıklaştırıyor.

Kürtlerin mevcudiyeti Türkiye’de siyasetin demokratikleşmesi, demokrasinin siyasallaşması açısından da hayati öneme sahip. Siyaset tek odaklı olamaz, hele demokratik siyaset hiç olamaz.

ALEVİ-KÜRT KOALİSYON VE TEMSİL İHTİYACI

CHP’de yaşanan siyaset krizinin çözülmesi ancak Alevi-Kürt koalisyonuyla mümkündür, tekrarlayalım. Kürtlerin hiç değilse kendi partileriyle bir temsil kabiliyeti var, oysa Aleviler boşlukta kalan çok önemli bir toplumsal kimlik odağıdır. Gerçekten de sahipsiz olan bu kesim şimdi CHP’de ne kadar temsil edileceğini ne kadar CHP tarafından kapsanacağını bilemiyor. Eğer bu kapsama bir asimilasyon olacaksa o anlayışın fazla üretken olmayacağı açıktır. Alevilerin bugüne değin CHP içindeki tarihi daha ziyade bu anlayışa dönüktür, devletin partisi olarak gördükleri CHP’yle bu anlayış içinde bir ittifak kurmuşlardır. Alevi-CHP ilişkisi ancak Kürtlük üstünden farklı ve dinamik bir anlam taşımıştır parti içinde. CHP’nin, bu kesimi, tıpkı Akparti’nin kendi tabanını politize edip dinamik bir siyaset odağına dönüştürdüğü gibi, politize edip güçlendirmemesi sadece onun muhafazakâr anlayışıyla ve gerçekten, hangi kisve içinde olursa olsun, devlet partisi olmasıyla açıklanabilir.

Kürtler ise CHP’nin esas zeminlerinden biridir, en önemlisidir. Sadece kent seçkinlerinden, üst gelir gruplarından, Batıcı kesimlerden oy alan bir parti olarak CHP’nin kıyılarda sıkışmış halini aşması ancak bu büyük kitlenin, dinamik ve politika üreten kapasitesini kazanmasıyla mümkündür. Kürtler bugün kendi içinde siyasal olarak parçalanmış durumda. Kürtlerin kendi içlerinde ve liderlik bakımından azımsanmayacak bir temsil krizi yaşadığı gerçektir. Buna rağmen şu anda Türkiye’deki politik alanın en önemli oyun kurucusu oldukları da başka bir gerçektir. Sadece içlerindeki kadın temsiline, kadın hareketine bakarak Kürt kesiminin politik dinamizmini görmek, anlamak mümkün. Türk siyasetinin merkezde yoğunlaşma çabaları son kertede o siyasetin, kendi tanımına uygun şekilde, git gide içine kapanmasını getirdi. İyiP’in baştan beri saklayarak sürdürdüğü şimdi ayan-beyan ortaya saçılmış ciddi dışlayıcı politikası, Zafer Partisinin saçmalık düzeyinde yabancı düşmanlığına dayanan ve zımnen ırkçı politikası merkez sağ arayışlarının hazin durumunu gösteriyor. Akparti dışında kalan muhafazakâr partilerin hali ise sadece ‘pür melal’ diye açıklanabilir. Bu koşullarda siyasal muhalefetin an ak Kürtler üstünden temsil edildiği açık bir gerçek.

Sadece bu açılardan bakarak değil, Kürtlerin mevcudiyeti Türkiye’de siyasetin demokratikleşmesi, demokrasinin siyasallaşması açısından da hayati öneme sahip. Siyaset tek odaklı olamaz, hele demokratik siyaset hiç olamaz. Bu tanıma uygun şekilde, radikal olanları da konuşacak şekilde, Kürt önermelerinin siyaseten kapsanması şarttır. Akparti’nin din tabanlı Kürt kesimini kapsaması bakımından önemli bir merkez olmasına mukabil, Kürtlerin kendilerini politik olarak temsil ettikleri partilerin ayrı bir demokratik siyasal merkez oluşturması zaruri görünüyor.

Oysa bugün işin o yanı geniş ölçüde ihmal ediliyor ve Kürtler kendi politik partilerini dahi CHP ile kurdukları ilişki üstünden işlevlendiriyor. Siyaset koalisyon kurma yetisidir. Ona kimsenin söyleyecek sözü olmaz. Fakat bir siyaset muhtaciyet sergilemeye başladığı andan itibaren başka bir nitelik kazanır. Kürtlerin CHP’ye ilişkisi bu planda gerçekleşmelidir. Öyle anlaşılıyor ki, önümüzdeki dönemde, Akparti’nin Kürtleri, boyutlarını bilmediğimiz ölçüde CHP’nin Kürtleri ve nihayet kendi partilerinde temsil edilen Kürtler olmak üzere, siyaset, üç Kürt odağıyla hareket edecek, CHP’nin bu plandaki işlevi ve politikaları ayrı bir önem taşıyacaktır.

İmamoğlu’nun CHP içindeki konumu da bu zeminde gerçekleşecektir. Unutmamak gerekir ki, CHP içinde daima bir Karadeniz-Güneydoğu zıtlaşması cereyan etmiştir. 1984-1994 arasında süren Kürt ilişkisi SHP’de önce Karayalçın’ın iş başına gelmesi, sonra onun partiyi daima sağ, muhafazakâr ve devletçi bir siyaset izlemiş Baykal’ın CHP’sine teslim etmesi, Kılıçdaroğlu gelene kadar Baykal’ın CHP’yi bir Genelkurmay partisi olarak konumlandırması ve maalesef Türkiye’de 28 Şubat ve 27 Nisan hamlelerinin ardındaki politik kuvvete dönüştürmesiyle sona ermiştir. Bu bakımlardan Kılıçdaroğlu’nun ‘örtük’ yaklaşımı çok önemlidir. Şimdi, İmamoğlu’nun SHP çizgisini mi yoksa Baykal çizgisini mi sürdüreceğini göreceğiz ama Köksal’a verdiği tepkiyle hem yönetim hem de politika bakımından çok öne çıktığı, çok önemli bir konuma geldiği ve partiyi koparıp götürecek yeni bir potansiyel kazandığı muhakkaktır.

Sosyalistlerin şu halindeki CHP’yle bütünleşmesi ne ortada yüzen gezen bir gerçektir, ne kıyısına yaklaşılmış bir durumdur ne de sosyalistlerin bir çırpıda kabul edeceği, benimseyeceği bir yaklaşımdır. Kaldı ki, ortada öyle bir irade de görülmüyor. Sadece CHP’nin, eğer öyle bir düşünce varsa, yenileşmesi için bir olanaktan, güçlü bir olanaktan söz ediyoruz.

SOSYALİSTELER NEREDE?

Yeniden kurulması muhtemel CHP’nin bir dayanağı da sosyalistlerdir. CHP tarihinde sadece 1973-1980 arasında sosyalistlerle irtibat kurmuş bir partidir. O açılımı sağlayan Bülent Ecevit daha 12 Eylül darbesinden önce bulunduğu çizgiyi terk etme kararını vermiş, o anlayıştan 12 Eylül sonrasında tamamen uzaklaşmış, CHP de bir daha sosyalistlerle irtibat içinde olmamıştır. Dikkat edilirse CHP’den söz ediyorum. O tabandan önemli unsurları bünyesinde barındırsa bile 1983-1995 arasındaki SHP’nin CHP ile ne ideolojik ne politik pratik olarak hiçbir ilişkisi yoktur. SHP, sosyal demokrasinin hiç değilse ciddi şekilde tartışıldığı, sosyal demokrasinin izni doğrultusunda sosyalizme açık bir partiydi. Ama hatırlamak gereken bir husus var: açıkça sağcı ve muhafazakâr Baykal, genel sekreterliği döneminde Kürtlere ağır bir darbe indirmiş, onları partiden ihraç etmiş ve bir daha kapanmayan bir yara açmıştır. SHP’nin Türkiye’deki demokrasi açısından hazin hikayesi 1992’de yeniden açılan, nokta kadar etkisi olmayan CHP’ye, 1995’te Murat Karayalçın’ın beceriksizliğiyle katılmasıyla biter. O günden sonra CHP yukarıda belirttiğim niteliklerini kazanmıştır, yani bırakın sosyal demokrasiyi, 1992-2010 arasında düpedüz tutucu bir parti olmuştur.

O süre içinde dağılan ve kendilerine ait partilerde siyaset yapan sosyalistler tüm çabalarına rağmen son dönemdeki TİP çıkışı dışında ciddi, elle tutulur bir siyasal odağa dönüşememiştir. Son seçimlerde hareketlenen bu kesim CHP için hayati bir önem taşıyor. Doğru olan, CHP’nin sosyalist kesimle ilişki kurmasıdır ama bunu hangi CHP’nin yapacağı kritik bir sorudur. Kritik sorudur çünkü, 1 Nisan sonrası CHP’nin yakın gelecekteki tarihinde önemli bir rol oynayacaktır. CHP o dönemde temsil, siyaset ve yönetim krizlerine çözüm arayacaktır, o arayış içinde sosyalistlerin pozisyonu önemlidir. Yine de unutmamak gerekir ki, sosyalistlerin şu halindeki CHP’yle bütünleşmesi ne ortada yüzen gezen bir gerçektir, ne kıyısına yaklaşılmış bir durumdur ne de sosyalistlerin bir çırpıda kabul edeceği, benimseyeceği bir yaklaşımdır. Kaldı ki, ortada öyle bir irade de görülmüyor. Sadece CHP’nin, eğer öyle bir düşünce varsa, yenileşmesi için bir olanaktan, güçlü bir olanaktan söz ediyoruz.

CHP’nin bugün DEM’le kurduğu ilişki sadece bir siyaset pratiği olarak ve İmamoğlu’na İstanbul seçimlerinde katkı sağlayacak bir olanak şeklinde değil, CHP’nin geleceğini tayin edecek, demokrasi, çoğulculuk, katılımcılık bakımından da CHP’ye imkânlar sunacak bir fırsattır.

SON MU BAŞLANGIÇ MI?

Başta Castoriadis’in ufuk açan ve değindiğim görüşlerinden hareket edince siyasal ideolojinin pratikle bütünleşmesinin ne kertede önemli olduğu ortaya çıkıyor. Kendisine politik olarak güçlü bir ideolojik çerçeve tayin edemeyen her parti fırsatçılığın ve basit bit faydacılığın içinde erir.

CHP, çok uzun süredir böyle bir siyaset güdüyor. Fakat toplumsal talepler ve itkiler onu köşeye sıkıştırıyor. CHP yeni bir cevap üretmek zorunda. Bu cevap daha muhafazakâr bir yaklaşımla olabileceği gibi daha ilerici bir anlayışla da olabilir. Parti üstündeki ağırlığının git gide arttığı bir ortamda İmamoğlu’nun da bir kavşağa geldiği açıktır. Partide ister uzlaşmacı ister çatışmacı olsun, kendisini gösterecek mücadele şimdi Afyon Belediye Başkanı adayının tutumunun ortaya çıkardığı bir hat üstünde belirmiştir ve reddedilmesi yerindedir. Yeni CHP’nin siyasal pozisyonu, karşımızda duran şu gerçeği nasıl biçimlendireceğiyle ilişkilidir. Köksal’ın düşüncesi doğrultusunda atacağı her adım CHP’nin yaşadığı temsil, siyaset ve yönetim krizini ağırlaştıracak, ona karşı çıktığı süre boyunca CHP bu krizleri aşacaktır.

CHP’nin bugün DEM’le kurduğu ilişki sadece bir siyaset pratiği olarak ve İmamoğlu’na İstanbul seçimlerinde katkı sağlayacak bir olanak şeklinde değil, CHP’nin geleceğini tayin edecek, demokrasi, çoğulculuk, katılımcılık bakımından da CHP’ye imkânlar sunacak bir fırsattır.

CHP’nin önündeki dönemi ve seçim pratiğini bu muhakemeyle değerlendirmesi şarttır.

 

[1] Türkçede, o da çok yıllar önce çevrilmiş tek bir kitabının olması elbette bir utanç: Dünyaya, İnsana ve Topluma Dair. Çev. H. U. Tanrıöver. İstanbul: İletişim Yayınları, 2001.

[2] İlgilenenler için yazayım, antik dönem felsefecileri, praksis’i techne’nin karşıtı olarak önermiştir. Poiesis, gündelik ve sıradan yapıp etmeye mukabil çok daha yaratıcı yaklaşımları içerir. Şiir sözcüğünün başka dillerdeki karşılığı olan poem ve en geniş manada bir şeyi incelemenin, teşrih etmek anlamına gelen poetics, bu kötkten, poiesis, türer.

[3] Castoriadis’in Aristo’yla meselesi karmaşıktır. Onu eylem önermeleri, kinesis, bağlamında benimser. Bununla birlikte Aristo’nun Marx’ta içkin olduğunu unutmaz.

Hasan Bülent Kahraman

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir