Yeniden Refah’ın yaptığını Gelecek neden yapamadı

Yeniden Refah’ın yaptığını Gelecek neden yapamadı

Seçim sonuçlarında bazı yerlerin YRP adayının varlığı yüzünden kaybedildiği ortaya çıkarsa bence “bir bölen” konumuna geldikleri için işleri daha da zor olacak. AKP’nin alternatifi daha sert İslamcı söylem tutturan YRP olamaz çünkü. YRP’nin Erdoğan’a şahsi destek verip AKP’ye karşı olmak, bir partinin alabileceği en rahat siyasi pozisyondu.

Günümüzün yükselen değeri Yeniden Refah Partisi, gazetecilerin ve akademisyenlerin de ilgisini çekiyor, farklı kesimlerden insanların övgüsüne mazhar oluyor.

Fatih Erbakan’ın Anadolu’da karşılık bulan kimi açıklamaları ve ciddi kalabalıklar toplayan eski AKP’li adayları YRP’nin AKP sonrasındaki alternatif olabileceği yönündeki görüşleri kuvvetlendiriyor.

Ayrıca, gazetecilerin saha izlenimleri de YRP’nin yükselişini vurguluyor.

31 Mart seçimleri öncesinde altı-yedi şehri gezen gazeteci Kemal Öztürk’ün saha izlenimlerini Medyascope’ta dinledim, akabinde Ruşen Çakır’ın “Gelecek ve DEVA partileri neyi, neden başaramadı” konusundaki analizini izledim, başta Nihal Bengisu Karaca olmak üzere bazı yazarların bu konudaki yazılarını okudum, en son da Birikim dergisinde Abdullah Esin ve Mehmet Yaşar Altundağ’ın birlikte kaleme aldıkları makaleyi okuyunca ben de bu konudaki düşüncelerimi ifade ederek tartışmaya katılmak istedim çünkü bütün bu değerlendirmelerde gözardı edilen, eksik bırakılan bir yer olduğu kanaatindeyim.

Ortak noktaları şu: Kurulduğu günlerde ciddi bir alaka toplayan Gelecek Partisi, Cumhurbaşkanlığı seçiminde yanlış bir pozisyon aldığı için bu ilgiyi yitirdi.

Gelecek Partisi’nin Kemal Kılıçdaroğlu’nu desteklemesinin ve -esasen seçimden hemen önce yürürlüğe giren D’Hondt sistemi yüzünden- CHP ortak listesinden seçime girmesinin partinin kimliğine büyük zarar verdiğinde de hemen bütün yorumcular mutabık.

YRP ise Gelecek’in antitezi bir pozisyon alarak hem Cumhurbaşkanlığı seçiminde Cumhur İttifakı’nın adayı Erdoğan’ı destekledi hem de seçimlere kendi logosuyla katıldı.

Yani, zıt pozisyon alan iki partiyi mukayese etme imkânı doğdu.

Mesela, Altundağ ve Esin, altını çize çize, YRP’nin hep doğru zamanda doğru siyasi pozisyonu aldığını söylüyorlar.

Ama sadece 31 Mart seçimleri öncesindeki havaya bakarak bu analizleri yapmanın yanlış ve hatta insafsızca olduğunu düşünüyorum, gelin şimdi sebeplerini anlatayım.

Gelecek Partisi’nin kuruluşunda Ahmet Davutoğlu’nun bir çağrısı vardı: “Mahallelerinizden çıkın.”

İdeolojilerin ve kimliklerin üstünde ama onları da yok saymayan bir siyaset yapma çağrısıydı bu.

Yoğun siyasi baskı ortamında bulabileceği ölçüde karşılık da buldu ve Gelecek Partisi farklı görüşlerin temsil edilebileceği bir parti olarak kuruldu.

Bugün Meclis’teki milletvekillerine bakarsanız yine bu kompozisyonu görürsünüz: Türk var, Kürt var, Sünni var, Alevi var, başörtülü-başı açık ayrımı yapmaksızın kadınlar var, eski BBP’li, CHP’li, AKP’li var…

Bir de seçim dönemini hatırlayın, iki parti arasındaki mukayeseyi öyle yapın.

YRP iki tavrıyla gündeme gelmişti -aşı karşıtlığı sonucunda “aşı olanların çocuğu maymun doğuyor” aculluğuna değinmiyorum bile: Bunlardan ilki, seçime bir seneden fazla vardı, bizzat Fatih Erbakan’ın Konya’da dahi Cumhurbaşkanı’na ne kadar büyük tepki olduğuna dair açıklamasıydı.

İkincisi de, YRP’nin tek tük kadın adayının fotoğrafının afişlerde gizlenmesiydi.

YRP’nin kadınlar konusundaki tavrının 21. yüzyılla bağdaşmadığını düşündüğümü söylemekle yetineyim.

Peki, ne oldu da 31 Mart seçimleri öncesinde YRP’nin Gelecek’ten daha başarılı olduğuna dair analizler okumaya başladık?

Çok basit, Fatih Erbakan söylediği sözlerden rücu etti ve Cumhur İttifakı’nın şemsiyesi içinde siyaset yaptı.

Böyle olunca, hem Erdoğan’ı desteklemenin geniş muhafazakâr kitle nezdindeki “bizden biri” imajını pekiştirdi hem de baraj sorunu ortadan kalktığı için kendi logosuyla seçime girdi.

Yine bu sayede, AKP’nin göstermediği bazı güçlü isimler YRP’nin teklifini kabul ederek aday oldular.

YRP’nin AKP’ye bir alternatif olup olamayacağının sınavı şimdi başlıyor, bundan sonra, baskılar başladığında göreceğiz.

Ayrıca, bu çok sert İslamcı söylemin gençler ve kadınlar üzerinde ne kadar tesiri olduğunu, ne ölçüde tasvip edildiğini de anlayabileceğiz.

Unutmayın ki, AKP, kendi asr-ı saadetinde toplumun her kesiminden oy alan, AB reformlarını peş peşe uygulayan, değişimin öncüsü bir partiydi.

Hele de seçim sonuçlarında bazı yerlerin YRP adayının varlığı yüzünden kaybedildiği ortaya çıkarsa bence “bir bölen” konumuna geldikleri için işleri daha da zor olacak.

AKP’nin alternatifi daha sert İslamcı söylem tutturan YRP olamaz çünkü.

14 Mayıs seçimlerinin bize gösterdiği yalın hakikat, ittifaklar arasında geçişlerin sınırlı kaldığı ama ittifakların içinde çok ciddi geçişler yaşandığıdır.

Dolayısıyla, Erdoğan’a şahsi destek verip AKP’ye karşı olmak, bir partinin alabileceği en rahat siyasi pozisyondu.

İktidar, Evren’le Sunalp’in ilişkisini hatırlatacak şekilde, adeta oyu bana vermiyorsanız YRP’ye verin, yeter ki ittifak içinde kalın, dedi.

Peki, sizce bu akla hayale gelmeyen bir öneri miydi?

Diyeceğim o ki, Gelecek Partisi’nden kimsenin aklına gelmemiş miydi?

İleri gideyim, Ahmet Davutoğlu’na bu öneride bulunan, böyle yaparsa partinin oyunun ansızın roket gibi fırlayacağını söyleyen kimse olmamış mıdır?

Bir adım daha atıp şu soruyu sormama müsaade edin: YRP’nin tavrını Ahmet Davutoğlu alsaydı, yani Cumhurbaşkanı’na destek açıklayıp kendi logosuyla seçime girseydi, sonuç bambaşka olmaz mıydı?

Geniş muhafazakâr kitle nezdindeki “bitsin bu ayrılık” hissinin sona ereceği beklentisi güçlenseydi, Gelecek’in oy oranı bugün söylenenin katbekat üstünde olmaz mıydı?

AKP’ye oy veren seçmen, hâlâ “Hocam” ya da “Sayın Başbakanım” diye hitap ettiği ve saygıda hiç kusur etmediği Davutoğlu’nu derhal bağrına basmaya hazır değil mi sizce?

Madem siyasi durum bu kadar barizdi, Davutoğlu’nun, partisine niçin YRP’nin takındığı pozisyonu aldırmadığını da tartışmamız lazım.

Türkiye’deki otoriterleşme, küresel eğilimle de benzer bir süreç izliyordu; Avusturya’nın ikide bir faşist birini seçmesi alışıldıktı belki ama Fransa’dan İsveç’e, Brezilya’dan Hindistan’a pek çok ülkede durum benzerdi. 

SİSTEMİ DEĞİŞTİRMEK Mİ DAHA ÖNEMLİ, OY ORANI MI

Sebebi açık: Davutoğlu, ilkelerinin hayata geçebilmesini partisinin oy oranının üstünde tuttu.

Hal böyle olunca, Davutoğlu’nun önündeki yol ikiye ayrıldı: Ya Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ya Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem.

Birinde YRP tarzı siyasetin kolaycılığı, ötekinde çetrefil bir yürüyüşün azaplı günleri vardı.

Jakoben laiklik anlayışıyla geçen bir ömrün CHP ile kesişmesi kolay değildi.

Ama Türkiye, 15 Temmuz’la birlikte girdiği süreçte kuvvetler ayrılığını yok sayan tuhaf bir başkanlık sistemine geçmişti ve sorunlar çığ gibi büyüyordu.

Türkiye’nin bu sistemden bir an evvel çıkması gerekiyordu çünkü partilerin kimyasını da bozan 50+1 sistemi yüzünden ülke sürekli kutuplaşıyordu.

Çoğulculuk, demode bir kıyafet gibi dolabın ücra köşesine kaldırılmışken 50+1 oy alanın her istediğini yapabileceği “çoğunlukçu” bir sistem ekonomiden hukuka her alanı tıkaç gibi kapıyordu.

Türkiye’de bunlar yaşanırken, sığınmacı dalgası Avrupa’da dahi otoriter eğilimlerin önünü açıyordu.

Yani, Türkiye’deki otoriterleşme, küresel eğilimle de benzer bir süreç izliyordu; Avusturya’nın ikide bir faşist birini seçmesi alışıldıktı belki ama Fransa’dan İsveç’e, Brezilya’dan Hindistan’a pek çok ülkede durum benzerdi.

İşte bu ortamda gidiliyordu 14 Mayıs seçimlerine.

Ve Ahmet Davutoğlu bir karar verdi.

Türkiye’yi bu otoriterlik yolundan çıkaracak bir formül ararken bunun dünyadaki gidişatı da tersine çevirebileceğini umuyordu.

Kurulmasına öncülük ettiği Altılı Masa’nın esas çabası Türkiye’yi otoriterleşmeden kurtarmaktı.

Hangi görüşe mensup olursanız olun, gelin, bir masa etrafında birbirimizle konuşalım, bütün meseleleri konuşarak çözelim, hep birlikte, kimseyi dışlamadan ve “öteki” ilan etmeden ülkeyi ayağa kaldıralım, demokrasiyi hakim kılalım.

Altılı Masa’nın harcı ise bizzat Gelecek Partisi’nden Prof. Serap Yazıcı’nın kaleme aldığı “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Modeli” ile atıldı.

Daha sonra, Altılı Masa’da ufak tefek rötuşlarla kabul edilen bu önerinin altında Gelecek Partisi’nin imzası vardı.

Altılı Masa’nın 14 Mayıs seçimlerini kaybetmesi konusuna girmeyeceğim, -süreci anlatan henüz yayınlanmadığım bir kitap da yazdım- ama bu masanın kurulması sayesinde kutuplaşma siyasetine karşı en ciddi adım atılmış oldu.

Bir partinin seçim otobüsünde farklı partilerden, görüşlerden insanlar vardı.

Saadet’in iftarında Kılıçdaroğlu konuşuyor; CHP’nin mitinginde halkı Ali Babacan selamlıyordu.

Yereldeki siyasetçiler vasıtasıyla taban birbiriyle tanışıyor, konuşuyor, ortak bir sevinci, ortak bir acıyı paylaşıyordu.

Doğumlarda, cenazelerde, hastalıklarda, kutlamalarda ilk kez biraraya geliyordu.

Seçimi kaybetmiş olsa da Altılı Masa büyük bir zihniyet dönüşümünün işaret fişeğini yakmıştır.

Benim kıstaslarımla göre, en büyük ve en uzun soluklu başarı da bu.

er seçmenin 1.5 puanlık kısmı tercihini Altılı Masa’dan yana yapsaydı, bugün emin olun, sadece Türkiye’de değil dünyanın dört bir yanında otoriterleşmeye karşı “Altılı Masa Modeli” konuşuluyor, üstüne tezler yazılıyordu.

TANIDIĞINIZDAN NEFRET EDEMEZSİNİZ

Basit bir kural vardır: İnsan sadece soyuttan nefret eder.

Somuta indirgediğinizde, yani o kişiyle tanıştığınızda, onu sadece bir partiye veya kimliğe mensup görmediğinizde nefret de edemezsiniz.

Altılı Masa, Türkiye’nin girdiği kutuplaştırma siyasetine karşı verilmiş en büyük mücadeledir.

Eğer seçmenin 1.5 puanlık kısmı tercihini Altılı Masa’dan yana yapsaydı, bugün emin olun, sadece Türkiye’de değil dünyanın dört bir yanında otoriterleşmeye karşı “Altılı Masa Modeli” konuşuluyor, üstüne tezler yazılıyordu.

Nasıl ki “Malezya Modeli” siyaset literatürüne girdiyse, “Altılı Masa Modeli” de girerdi, bütün dünyada otoriterleşme-karşıtı hareketin kıblesi haline gelirdi.

Olmadı.

Ama seçimde alınan bu yenilgi, Altılı Masa’nın tümüyle başarısız olduğunu ve kaybettiğini asla göstermez.

Gelgelelim, Altılı Masa’nın kuruluşuna öncülük etmek Gelecek Partisi’nin oyunu yükseltecek bir girişim değildi, bunun böyle olmadığı da bilinmeyen bir şey değildi.

Parti kurulmadan önce sorulan “Ahmet Davutoğlu parti kursa oy verir misiniz?” sorusuna “Evet,” diyen yüzde dokuzluk bir seçmen vardı.

Tabii ki bu yanıt, henüz adı bile olmayan, kurulmamış bir partinin 9 puanla başlayacağını göstermez, ama bir karşılığı olduğunu gösterir.

Bu 9 puan, genellikle, AKP’nin hukuk ve ekonomi alanındaki siyasetinden memnun olmayan tepkili seçmenden neşet ediyordu.

Ama Gelecek’in kısa süre sonra Altılı Masa’da CHP ile oturması bu seçmenin beklediği, istediği, doğrusu ya, tasvip ettiği bir şey değildi.

Zira Altılı Masa daha önce görülmemiş yepyeni bir siyaset tarzıydı ve içselleştirilmesi için de zamana ihtiyaç vardı.

Mahallelerin yüz yıllık kapalı kapıları açıldığında insanların tedirgin olması doğaldır.

Giren ilk ışık gözünüzü kamaştırır ama sabrederseniz, eğer o kapının açılmasının iyi olduğuna samimiyetle inanıyorsanız, gözünüz bir süre sonra ışığa alışır ve siz dünyayı çok daha güzel görmeye başlarsınız.

Peki, sizce Ahmet Davutoğlu’na “Altılı Masa’nın kurulması için çaba gösterme, tek başımıza olalım, CHP’ye vurmak bizi seçmen nezdinde sürekli yükseltecektir,” diyen olmamış mıdır?

Ama bu durumda partinin oyunu yükseltmek mümkünse de Türkiye’yi içine girdiği sistemden çıkarmak imkânsızdı.

“Siyaseten doğru” ile “ahlaken ve vicdanen doğru” birbiriyle çeliştiğinde, Davutoğlu, hiç tereddüt etmeden, bir kez daha dikenli yoldan yürümeyi seçti.

CHP’li Cumhurbaşkanı adayı, Altılı Masa’nın ortak adayı olduğu için alışılmış reflekslerin hiçbirini göstermedi -bu cümlenin tersi de doğru: Alışılmış reflekslerin hiçbirini göstermediği için Altılı Masa’nın adayı oldu.

Başörtüsüne yasal güvence istedi, 28 Şubat mağdurlarına gitti, helalleşme yolculuğuna çıkarak Tek Parti mirasıyla yüzleşti.

En kolayı, kuruluştan itibaren CHP ile sonsuz kısır didişmelere devam etmekti ama ilk günden beri o yola tevessül edilmedi.

Altılı Masa’nın olmadığı bir ortamda Gelecek Partisi, AKP’den daha radikal bir söylemle seçmenin karşısına çıksın. Popülizme abanarak ilkeleri boşversin, korku aşılayan bir dille konuşsun. Ve, Cumhurbaşkanı adayı olarak Erdoğan’ı desteklediğini açıklasın. Bu durumda, Gelecek Partisi, hiçbir ittifakın içinde yer almaya mecbur kalmadan barajı tek başına rahatlıkla aşardı.

YA ALTILI MASA OLMASAYDI?

Şimdi makarayı geri saralım ve zamanda bir yolculuğa çıkalım.

Davutoğlu, Altılı Masa’nın kurulması için hiçbir şey yapmamış olsun, böylece Altılı Masa diye bir şey de hayatımızda olmasın.

Lütfen bana 2019 seçimlerindeki Millet İttifakı’nı örnek göstermeyin çünkü o sadece bir seçim ittifakıydı, seçimden sonra da bitti, Altılı Masa ise ürettiği dokümanlarla Türkiye’nin geleceğini inşa etmeye çalışan en büyük projeydi.

Makarayı geri sarmaya devam edelim.

Altılı Masa’nın olmadığı bir ortamda Gelecek Partisi, AKP’den daha radikal bir söylemle seçmenin karşısına çıksın.

Popülizme abanarak ilkeleri boşversin, paranoya ve korku aşılayan bir dille konuşsun.

Ve, en önemlisi, Cumhurbaşkanı adayı olarak Erdoğan’ı desteklediğini açıklasın.

Bu durumda, en ufak şüpheniz olmasın, Gelecek Partisi, hiçbir ittifakın içinde yer almaya mecbur kalmadan barajı tek başına rahatlıkla aşardı.

Bunu söylerken, Erdoğan’a hiçbir koşulda destek olunamaz da demiyorum.

Demirel’in meşhur sözünü hatırlatayım: “Barışmayı bilmeyen siyaset yapmasın.”

Şayet Erdoğan, AKP’nin Parti Programı’nda yazan ilkelere dönmeye karar verse, sanırım, yanında evvela Davutoğlu’nu bulur -bugünkü ortakları ise birbirlerine derhal “tekeden süt sağılır mı?” diye sormaya başlarlar.

14 Mayıs seçimleri, sadece Kılıçdaroğlu ile Erdoğan arasında bir seçim değildi, aynı zamanda bir “sistem referandumu” idi.

Ne yazık ki, özellikle iletişim alanında yapılan hatalar neticesinde, seçim bir “sistem referandumu” olmaktan çıktı, ama montaj ama şu ama bu derken, kendimizi bir anda muhayyel bir “güvenlik endişesinin” hakikatmiş gibi yaşandığı bir atmosferde bulduk.

Üstelik, bu son bir-iki haftada oldu.

Dolayısıyla, ben bu seçim sonucuna bakarak toplumun Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin kalıcı olmasını istediği sonucuna varamıyorum.

Varoluşsal olduğu için her türlü tartışmayı bastıran bazı endişeler, seçimin bir sistem referandumu olmasının önüne geçti.

İşbu durumda, Ahmet Davutoğlu’nun Cumhurbaşkanı’nın şahsında hayata geçirilen Tek Adamlık sisteminin devamını savunması mümkün değildi.

Bugün kimilerince büyük bir siyasi oyun kurucu olarak gösterilen Fatih Erbakan ise tercihini dayatılan sistemin devamından yana yaptı.

Büyük siyasi analizlere girenleri kızdırma pahasına söyleyeyim, iki parti arasındaki temel fark budur.

Siyaset, bir tercih meselesidir.

Her tercih de sizi bir şeylerden vazgeçmek zorunda bırakır.

Dönüp baktığınızda, bu yolculukta kimilerinin geride ilkelerini, ahlakını, vicdanını; kimilerininse makamlarını bıraktıklarını görürsünüz.

Bilgehan Uçak

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir