Sabahattin Ali’nin ‘Arabalar Beş Kuruşa’ öyküsü üstüne

Sabahattin Ali’nin ‘Arabalar Beş Kuruşa’ öyküsü üstüne

Kadın çocuğunu sürükleye sürükleye otomobile götürürken iki çocuğun da gözü yaşlıydı ve “Arabalar Beş Kuruşa!” diye bağırmaya yeniden başlarken, arkadaşı gerçek ve lüks bir otomobil içinde ondan uzaklaşıp gidiyordu. Sabahattin Ali’nin en sevdiğim öykülerinden biri olan “Arabalar Beş Kuruşa”, Türk edebiyatının en acı ve en güzel öykülerinden biri bence.

Sabahattin Ali’nin “Arabalar Beş Kuruşa” adlı öyküsü Ayda Bir dergisinin Şubat 1936 sayısında yayımlanmış. Sabahattin Ali’nin öyküleri içinde en acı olanlardan biri, belki de birincisi bu. Gerçi, Sabahattin Ali’nin mutlu sonla biten Hollywoodvari bir öyküsü yok ama gene de bu öyküyü başka bir yere koymak istiyorum.

Öykünün adını okurken içimizden bir ses yükseliyor. Adeta karşı kaldırımda birinin bağırarak araba sattığını işitiyoruz. “Beş kuruşa” satıldığına göre bunlar oyuncak olmalı. Üstelik öyle aman aman bir özelliği olmayan, sıradan oyuncaklar.

Bu oyuncaklar kimin? Kim satıyor? Kime satıyor? Niye satıyor? Yeni mi yoksa kullanılmış mı? Bu soruların cevabını öykünün içinde arayacağız.

Öykünün ilk cümlesi şöyle: “Akşam, caddelerin kalabalık zamanında, köşe başına bir kadınla çocuk gelirdi.” Bu cümleyi, virgüllerinden üçe bölelim. Öncelikle, akşam olduğunu öğreniyoruz. “Akşam”ın burada iki işlevi var: Birincisi, öykünün geçtiği zamanı belirtiyor. İkincisi, öykünün haletiruhiyesini veriyor.

ÖYKÜNÜN İLK CÜMLESİ

Öykünün ilk cümlesi şöyle: “Akşam, caddelerin kalabalık zamanında, köşe başına bir kadınla çocuk gelirdi.” Bu cümleyi, virgüllerinden üçe bölelim. Öncelikle, akşam olduğunu öğreniyoruz. “Akşam”ın burada iki işlevi var: Birincisi, öykünün geçtiği zamanı belirtiyor. İkincisi, öykünün haletiruhiyesini veriyor. Gri bir hava, yorgunluk, düşük omuzlar vs. İki virgül arasında ise akşamın detaylarını okuyoruz. “Caddelerin kalabalık zamanı” olduğuna göre, mesainin paydos ettiği saatlerdeyiz. Sene 1936, özel teşebbüsün payı henüz çok küçük. Kalabalığı oluşturanların çoğunun memur olduğunu tahmin edebiliriz. Cümle, “köşe başına bir kadınla bir çocuğun geldiğini” bize söyleyerek bitiyor. Köşenin varlığı önemli. Kadınla çocuk, cadde üstünde değil de köşe başında bekliyorlar. Sebebi ne olabilir acaba?

Caddede işten eve dönen insanlar olduğuna göre onlara bir şeyler satmaya gelen satıcılar da vardır. Ama bu isimsiz kadınla çocuğu köşe başındalar. Bu, sanırım caddeye ait olmamanın -bununla beraber de olmaya çalışmanın- bir metaforu. Ama ondan daha çok, kaçma ihtimali hissettiriyor bize. Zabıtadan kaçacaklar muhtemelen. Ne de olsa yapılan iş kanunsuz. Vergisi yok, faturası yok. Kayıtdışı ekonomi. Başları sıkışır gibi olursa köşe başından kendi yollarına gidecekler.

Oyuncak arabanın ne olduğunu da hemen öğreniyoruz: “(…) küçük bir çuvaldan birtakım oyuncaklar çıkarırdı: Bunlar bir değneğin ucuna takılmış bir çift tahta tekerlekti. Tekerleklerin üzerinde, iki yuvarlak tahtanın arasına çivilenmiş dört çubuktan ibaret kameriye gibi bir şey duruyordu ve tekerlekler yerde yürütülünce bu kameriye fırıl fırıl dönüyordu.”

Sabahattin Ali, bize oyuncağı bütün detaylarıyla anlatıyor. Öykünün tek “sevinç noktası” bu kameriyenin “fırıl fırıl” dönme ânı. Yazar söylemiyor ama bu oyuncağı muhtemelen anne evde kendi yapıyor. Çocuk da kaldırımda satıyor. Ama kadının oğluna satış yaptırmaktan pek mustarip olduğunu görüyoruz. “Siyah bir çarşafa bürünen kadın elleriyle çarşafını yüzüne kapatır, yalnız iki siyah göz, sokağın yarı karanlığında, önüne bakardı.” Oyuncakları satma işi çocuğun. Bu da, hayat şartlarının acımasızlığına karşı mecburi bir işbölümü. Kaldırımda gidip gelen tekerlekler kameriyeyi de döndürürken öykünün adının nereden geldiğini öğreniyoruz. Meğer, öykünün adını okuyunca işittiğimiz ses aslında bu çocuğunmuş.

“Ve sokaklar tenhalaşıncaya kadar, belki üç dört saat, burada duruyorlardı.”

Mesai beşte bitiyorsa, caddenin kalabalıklaşması yarım saat kadar sonra olur. Demek ki, kadınla çocuk kimi zaman dokuz buçuk gibi köşe başından ayrılıp evlerine dönüyorlar. Mevsimi şimdilik bilmiyoruz ama bu saat karanlığın bastırması ve soğukla mücadele etmek manasına da geliyor gibi. İleride bakacağız.

“Çocuk sekiz yaşında vardı, fakat ilk görüşte altı yaşından fazla denilmezdi. Zayıf ve minimini idi. Sonra, hiç durmadan bağıran sesi küçük bir kızın sesi gibi ince ve titrekti.”

Böylece, çocuğa dair de ilk bilgileri edindik. Bu ailenin korkunç bir sefalet içinde yaşadığını çocuğun kavrukluğundan anlıyoruz. Beslenemediği için gelişememiş. Yaşam koşullarının kötülüğü çocuğun geri kalmasına sebep olmuş. Sesi bile “ince ve titrek” ki bu bizim gibi “ataerkil” toplumlar açısından istenen bir şey değildir.

Babadan hâlâ hiç bahis yok. Hayatta mı, değil mi meçhul. Eğer, öykünün şimdisiyle yayımlandığı tarihin şimdisi örtüşüyorsa, çocuğun sekiz yaşında olduğuna bakarak adamın en azından 1927’de hayatta olduğunu söyleyebiliriz. Yani, Balkan Harbi, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı cephelerine gitmiş ve sağ dönmüş olabilir, ama olmayabilir de çünkü yaşını tahmin edebilecek başka bir ipucu elimizde yok. Savaşta ya da savaşın getirdiği yokluk ortamında ölmediyse nerede? İşte mi? Eğer düzenli bir işi ve geliri varsa karısı ve oğlu neden böylesine sefalet içinde? Yoksa kaçıp gitti mi? Bunları da şimdilik bilmiyoruz.

Annesi gibi oğlu da başını yerden kaldırmıyormuş. Peki, kaldırırlarsa ne görecekler?

“Bulundukları köşenin biraz ötesinde parlak vitrinli bir tuhafiye mağazası vardı.”

Mağaza, bütün şatafatıyla kalabalık için bir cazibe merkezi gibi. Ana-oğul onu görmemek için yanından geçerken bile başlarını çevirip bakmıyorlar. Sadece “sokağın çamurlu kaldırımlarına akseden” ışıkları fark ediyorlar arada. Sokağın kaldırımları çamurlu. Pislikten olabileceği gibi yağmurlu bir mevsimden de olabilir -ikisi birden de olabilir.

Öykünün acı dozu, ateşe tutulmuş cıva gibi yükseliyor burada. Camekândaki oyuncaklara iç geçirerek bakan çocukların canı bu ilkel tahta tekerlekleri çekmiyor. Çekmeyince de satılmıyor. Satılmayınca da üç-dört saat beklemek gerekiyor. Son otobüse mi binecekler yoksa yürüyecekler mi bilmiyoruz.

ÖYKÜNÜN ACI DOZU ATEŞE TUTULMUŞ CIVA GİBİ YÜKSELİYOR

Öykünün acı dozu, ateşe tutulmuş cıva gibi yükseliyor burada. Camekândaki oyuncaklara iç geçirerek bakan çocukların canı bu ilkel tahta tekerlekleri çekmiyor. Çekmeyince de satılmıyor. Satılmayınca da üç-dört saat beklemek gerekiyor. Son otobüse mi binecekler yoksa yürüyecekler mi bilmiyoruz ama en azından yarım saat sürse yol, çocuk, şayet o da varsa, akşam yemeğini saat onda yiyecek. Sabahattin Ali, burada bir “ara açma” kullanarak, sinemada kararıp açılan ekran gibi sahneyi değiştiriyor.

“Büyücek bir otomobil, mağazanın önünde durdu; içinden süslü ve şişmanca bir kadınla sekiz dokuz yaşlarında, beyaz bereli ve tozluklu, yumuşak lacivert pantolonlu bir çocuk indi.”

Artık mevsimi öğrendik. Kaldırımlardaki çamurun sebebi de ya yağmur ya da eriyen kar. Otomobilden inen çocuğun haline de gene dışardan bakıyoruz. Ama onun her şeyi olması gerektiği gibi –comme il faut. Yüzüne yansımış. Sağlık fışkırıyor. Yaşından büyük gösteriyor. İkisi de sekiz yaşında ama aralarında üç yaş fark varmış gibi. İlk üç sene hemen hemen bütün bebeklerin birbirine benzediğini düşünürsek, koşulların eşit olmayışı, beş senede üç yaş fark ettirmiş. Bu hayatın sonuna kadar artarak devam edecek bir eşitsizlik.

Beyaz bereli çocuk, mağazadan çıkınca arkadaşının sesini duyar ve karşıya geçip yanına gelir. Arkadaşının araba satıyor olmasına hayret eder. Onun dünyasında bu yaştaki çocukların böyle şeyler yapmadığını anlarız.

“(…) yün eldiveni ellerini paltosunun cebine sokarak küçük bir kesekâğıdı çıkardı, içinden bir badem ezmesi alıp ağzına attı, bir tane de arkadaşına verdi.”

Çocuklardan birinin kış şartlarına uygun giyindiğini görüyoruz. Ötekinin üstünde ne var, bilmiyoruz. Ama pek bir şey olmadığı, olamayacağı kesin. Annesi siyah çarşafıyla iyice örtünmüştü. Bu havada üç dört saat oturup hasta olmamak bile başlı başına bir iş.

Derslere ne zaman çalışabildiğini sorar.

“Mektepten çıkınca… İki saat filan çalışıyorum, dersleri yapıyorum. Ondan sonra buraya geliyoruz. Hem gece zaten çalışamam ki. Gaz masrafı çok oluyor.”

Anlaşılan çocuğun okulu ikiye doğru bitiyor. Eve gidiyor, derslerine çalışıyor, sonra işe başlıyor.

Şimdi burada kendi ilkokul günlerimden bir örnek vermek istiyorum. Bahariye İlköğretim Okuluna gittim ben. İlk sene sınıf mevcudu kırk sekizdi. Ailesinin durumu yerinde olanlar da hiç olmayanlar da beraberce okurduk. Mesela, bizim apartmanın görevlisi Muharrem abinin torunu Gamze’yle aynı sınıftaydık. İyi de arkadaştık. Şimdiki özel okul, kolej furyası toplumdaki sınıf ayrımını çok keskin çizgilerle belirtir oldu. İlkokullarda bir geçişkenlik vardı. Sabahattin Ali’nin öyküsünde de bunu görüyoruz.

“İki çocuk el ele tutuşmuşlardı. Çarşaflı kadın bunları hazin gözlerle süzüyordu.”

Çocukların masumiyeti ve saflığı… Annesi biliyor böyle olamayacağını. Onların eşit olmadığını, el ele tutuşamayacaklarını. Tabii, bu ellerden biri yün eldivenli. Öteki çocuğun soğuktan üşümüş, çatlamış eli, belki bu esnada ısınıyor biraz olsun.

Sabahattin Ali, çocuklara isim de vermemiş. Böylece, onları en azından bir düzlemde eşitlemek istediğini düşünüyorum. Okul çağındaki, sekiz yaşındaki çocuklar. Aralarında hiçbir ayrım yok.

SABAHATTİN ALİ ÇOCUKLARA İSİM DE VERMEMİŞ

Sabahattin Ali, çocuklara isim de vermemiş. Böylece, onları en azından bir düzlemde eşitlemek istediğini düşünüyorum. Okul çağındaki, sekiz yaşındaki çocuklar. Aralarında hiçbir ayrım yok.

Beyaz bereli çocuk, “hesap vazifesini” yapamadığını, gece beybabasına soracağına söyleyince arkadaşı arabaları satması gerektiğini bile unutup anlatmaya başlar. Onların arasında bir yardımlaşma, dayanışma vardır. Badem ezmesini de, matematik bilgisini de paylaşırlar. Onlara doğal gelir böylesi. Bir şey beklemeden, sadece ötekinin, arkadaşının eksiğini tamamlamak için.

Beyaz bereli, sınıfta yanında oturan arkadaşının ağzının koktuğunu söyler. Birlikte oturmak istiyordur. Daha iyi çalışabileceklerdir, anlaşıyorlardır. Öteki çocuğun aklından geçenleri ise beyaz bereli düşünemez.

“Benim yanımdaki kalkmaz ki; hem ben söyleyemem. Mahalle komşumuzdur… O da bizim gibi fıkaradır.” İçinden geçenler, söylediklerinden daha yakıcıdır: “Onu kaldırdı da yerine zengin çocuğu oturttu derler…”

Okul, birlikteliği sağlarken bile kendi içinde bölünmüş. Üçüncü çocuğun -o da isimsiz- ağzı açlıktan mı yoksa bakımsızlıktan mı kokuyor bilmiyoruz ama fakir fakirle, zengin de zenginle oturtulmuş gibi.

Bugün hiç satış yapamadığı halde annesi tek söz etmedi. İnsanlar geçip gidiyordu. Onlarsa oradan buradan laflıyorlardı. Zaman geçiyordu.

Sonra anneyi görüyoruz, mağazadan çıkarken yüklendiği paketleri şoföre veriyor. Köşe başında, oğlunun, yaşıtı birisiyle konuştuğunu fark ediyor. “Hızlı adımlarla o tarafa yürüdü.” Konuşma kesilmiştir şimdi aralarında. Kadın kalabalığı yarıp yanlarına geldiğinde “bir an hepsi birden kımıldamadan” dururlar.

“Küçük satıcının annesi başını kaldırmış, yuvarlanır gibi gelen bu kürk mantolu ve yılan derisi iskarpinli kadına bakıyordu.”

Kadının “kürk mantolu” oluşu, Sabahattin Ali’yi düşününce hoş bir simge. Ama küçük satıcının annesi, baktığı ayakkabının “yılan derisi” olduğunu, böyle bir anda, bir çırpıda anlayabilir mi, emin değilim. Burada, kadının lüks yaşamını ötekinin gözünden anlatmaya çalışırken yazarla karakter iç içe geçmiş gibi. “Deri iskarpin” de demiyor, ne derisi olduğunu biliyor. Oysa, manto için sadece “kürk” dedi, kürkün ne olduğunu söylemedi.

Çocuğuna bağıran kadın şemsiyesini -demek yağmur yağmış- “elini hâlâ unutarak arkadaşının avucunda bırakan küçük satıcının omzuna vurdu.” Satıcı çocuğa, “pis,” diye hitap ediyor, “senin konuşabileceğin bir insan mı bu?”

Çarşaflı kadın duvar dibine büzülmüş, satıcı çocuğun gözleri yaşla dolmuştu. Çocuk, annesine isyan ederek, “o benim mektep arkadaşım!” dedi.

Kadın, oğlunun bu sözünü işitince hiddetinden kıpkırmızı kesildi ve okuldaki idarecilere de göstereceğini söyledi. Oğlunu “kendi seviyesinde olmayanlarla temas ettirdikleri” için cezalandıracaktı onları. Çocuğun “beybaba” dediği eşine söyleyecek, o da nüfuzunu kullanarak gereğini yapacaktı.

Kadın çocuğunu sürükleye sürükleye otomobile götürürken iki çocuğun da gözü yaşlıydı ve “Arabalar Beş Kuruşa!” diye bağırmaya yeniden başlarken, arkadaşı gerçek ve lüks bir otomobil içinde ondan uzaklaşıp gidiyordu.

Sabahattin Ali, öyküyü bitirirken satıcı çocuğun babasının nerede olduğu gibi bazı boşlukları bizim doldurmamızı istiyor gibidir.

Sabahattin Ali’nin en sevdiğim öykülerinden biri olan “Arabalar Beş Kuruşa”, Türk edebiyatının en acı ve en güzel öykülerinden biri bence.

Bilgehan Uçak
Latest posts by Bilgehan Uçak (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir