Kürt Sorunu mu, Kürtlerin sorunu mu?

Kürt Sorunu mu, Kürtlerin sorunu mu?

Bir şeyin nasıl olacağını tartışabilmek için önce nasıl olmayacağı konusunda netleşmek gerekir. Kürtler bugüne kadar ki yaşadıkları acılar ve bir türlü somut kazanıma dönmeyen siyasal tercihlerinin muhasebesini öz eleştirisine yeniden yapmak durumundadır. Kürtler hem bu hafızayı diri tutarak geçmişte yaşadıkları acılardan ders çıkartmalı hem de yeni dünyada diğer tüm halklarla birlikte var olmanın yeni yollarını aramalı.

Elbette bir sorunun tarihsel arka planı, boyutlarını ve kapsamıyla birlikte tanımlanma biçimini de şekillendirir. Fransız ihtilali sonrasında yükselen milliyetçilik ve ulus-devlet arayışları 150 yıl önce Kürtlerin de, özellikle dil-kültür eksenli beklentilerini güçlendirdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecinde ortaya çıkan tablo, Kürtlerle Türklerin birlikte var olma iddiasını da şekillendirdi. Musul Kerkük başta olmak üzere Misak-ı Milli sınırları içerisinde yaşayan Kürtlerin Lozan sınırlarının dışında kalması, doğal olarak Kürtler konusunu iç Kürtler ve komşu Kürtler olarak yeniledi.

İçeride ise ulus-devlet inşa sürecinde 1930’lar dünyasının egemen yaklaşımları etkili oldu. Dil ve tarih konusunda homojenleşme çabaları güvenlik politikalarının ayrılmaz parçası olarak ele alındı.

Soğuk Savaş sonrasına gelindiğinde ise dünyada ortaya çıkan arayışlar doğal olarak Kürtler için de yeni bir dönüm noktası oldu. Türkiye 12 Eylül ‘80 darbesi ile zirveye çıkan politikasını, özellikle çatışmanın devamı “terörle mücadelenin gereklilikleri” bağlamında ele almıştır.

1999 yılına kadar da kimi “farklı” arayışlara girmiştir. İlki Özal döneminde örgütle temas kurarak silahlı süreci bitirme, isyanı bastırma planı “çözüm süreci”nde son kez denendi. Buzdolabına kaldırma ile askıya alınan bu süreç içerisinde, sorunun güvenlik boyutu, ekonomik ve sosyal politikalar boyutu, anayasa ve hukuk boyutu ön plana çıktı. Doğrudan güvenlik bürokrasisi bile zaman zaman konunun ekonomik ve sosyal politikalar boyutuna dikkat çekerek, bu yöndeki adımların siyasetçiler tarafından atılması gerektiğini ifade etti. Siyasetçilerin risk alıp kimi girişimlerde bulunduğunda ise, askerlerin tepkisine maruz kaldığı evreler olduğu gibi, tersi örnekler de vardır.

Nihayet, son “çözüm süreci” de daha çok dönemin MİT Müsteşarı ve onun çabalarıyla ikna olmuş askeri bürokrasi ve sonrasında da siyasetin inisiyatif alması biçiminde tarif edilebilir. Dolayısıyla bu boyutunun, aslında Kürt sorunun Türkiye devlet geleneği ve yapısıyla, iktidar içi çekişmelere de değdiğini göz ardı etmemeliyiz.

Kürt sorunu hangi penceresinden bakarsanız bakın sonuçta bütüncül olarak ele alınması gereken niteliktedir ve tüm sosyal sorunlar gibi ciddi bir değişim süreci yaşamaktadır. Sorunun niteliğindeki değişim, dünyadaki ve bölgedeki değişim, Türkiye içinde özellikle göçten kaynaklı ekonomik ve sosyal değişim ve nihayet yeni dönemde iletişim sürecinin ortaya çıkarttığı toplumsal dönüşüm, sorunun niteliğini de önceliklerini de yeniden ele almayı zorunlu kılmaktadır.

Türkiye siyasetine, hatta dünya siyasetine egemen olan popülist yaklaşımlar Kürt siyasetini de kuşatmış ve yozlaşmayı, nitelik kaybını örtmeye dönük hamaset dili ve slogan siyaseti etkili olmaya devam etmiştir. Bir kısır döngüye evrilen bu süreç sonunda bumerang gibi dönüp kendisini vurmaktadır. Değişimi yönetememek siyasetin alanını daraltmakta, alanı daralan siyaset eski şablonlara sığınmaktadır.

KÜRT SORUNU VE DEĞİŞİNE SİYASET

90’lı yıllarda “zorunlu göç”, öncesinde başlayan ve hala devam eden işsizlikten ve yoksulluktan kaynaklı göç ile birleşince Kürt sorunu artık sadece bir bölge sorunu olma özelliğinin çok ötesine geçmiştir. İstanbul’da, Ege’de, Çukurova’da yaşayan Kürt nüfus, elbette kültürel değerlerini koruma arzusuyla birlikte, ekonomik hayatta güçlü ve etkili olma çabasını öncelemektedir.

Sorunun niteliğindeki değişimi görmezlikten gelen eski şablonlara dayalı analizler, çözümü de zorlaştırmaktadır. Özellikle zaman zaman gündeme gelen sert inkârcı yaklaşımlar, ayrımcı uygulamalar bu eski bakış açısını kaçınılmaz olarak yeniden güncellemektedir. Bir sokak şarkısının Kürtçe söylenmesinin engellenmesi ya da otobüste telefonda Kürtçe konuşan birisine verilen bireysel tepki, statlarda nefret söylemi içeren sloganlar, Kürtlerin toplumsal psikolojisini yeniden eski yıllara götürmektedir. Oysa bir devlet televizyon kanalının uzun süredir Kürtçe yayın yapıyor olması, seçmeli olarak da olsa devlet okullarında Kürtçe okutulması göz ardı edilemeyecek bir değişimdir. Bu değişimin kalıcı bir kazanıma dönüşüp dönüşmemesi konusu elbette siyasetin ve sonrasında da hukukun konusudur. Sorunun diğer sorunları etkileme kapasitesi, bir süredir Kürt siyasetinin “Türkiyelileşme” çabası, barış sorunu ile demokrasi talebinin birlikte ele alınmasını zorunlu kılmıştır.

“Türkiye demokratikleşirse, Kürt sorunu da kendiliğinden çözülmüş olur” yaklaşımı, Kürtlerin sadece kendi kimlik ve bölgesel taleplerine odaklanmayıp, tüm Türkiye’nin demokrasi ihtiyacına dayanışmacı katkı sunmasını kaçınılmaz kılmıştır. Burada elbette siyasetin sosyolojik değişime uygun adımlar atması beklenir. Ancak büyüyen ve değişen Kürt sosyolojisine rağmen siyasetin eski ezberler üzerinden gitmek kolaycılığını ayrı ayrı ele almalıyız.

Siyasi temsil noktasında ciddi bir değişimin yaşanmamış olması “muhataplık” başlığının altında ele alınabilir. Kürt sorununda muhatap ve özneler değişmediği takdirde siyaset yapma biçiminin de değişmesini beklemek çok gerçekçi değildir. Bu konuda legal siyasal aktörlerin değişime öncülük edecek bir irade ortaya koyamamış olması en önemli noktayı oluşturmaktadır. Demokratik siyasetin diğer siyasal aktörleri dönüştürmeye öncülük etmesi beklenirken, bu yönde ciddiye alınır bir mesafe alınması söz konusu olmamıştır. Doğal olarak Türkiye siyasetine, hatta dünya siyasetine egemen olan popülist yaklaşımlar Kürt siyasetini de kuşatmış ve yozlaşmayı, nitelik kaybını örtmeye dönük hamaset dili ve slogan siyaseti etkili olmaya devam etmiştir. Bir kısır döngüye evrilen bu süreç sonunda bumerang gibi dönüp kendisini vurmaktadır. Değişimi yönetememek siyasetin alanını daraltmakta, alanı daralan siyaset eski şablonlara sığınmaktadır.

Filistin sorunun çözümü, en az onun kadar eski Kürt sorununun çözümünü hızlandırır ve kolaylaştırır mı? Bu sorunun cevabını elbette önce Kürtlerin takınacağı tavır belirleyecektir. İsrail’den yana durup, kazanan taraftan yana olarak kazançlı çıkmak eğilimi mi ağır basacak yoksa ezilen Filistin halkı ile dayanışma mı ön plana çıkacak?

KÜRTLER VE ORTA DOĞU’DAKİ SİYASETE DAİR

Orta Doğu’daki değişim beklentisi Kürtler açısından ne ifade ediyor? Yüzyıl önce yarı manda rejimleri, daha sonra kurulan Baas yönetimleri, darbeler, krallıklar, şeyhler ve prenslikler Orta Doğu’da değişimin önündeki en önemli engeldir. Arap toplumlarının değişim arzusunun önünü kesmek, siyasal iktidarların ömrünü uzatmanın ön koşulu haline gelmiştir. “Arap Baharı” diye tarif edilen süreç, başladığı yer olan Tunus’ta bile Gannuşi’nin cezaevine girmesiyle sonuçlanmıştır. Bu dönem içerisinde Sudan’ da, Libya’da Yemen’de ve nihayet Suriye’de yaşanan iç savaşlar, fiili ve resmi bölünmeleri doğurmuştur. Birlikte yaşamanın eşit ve özgür formüllerini bulma konusunun güçlü bir toplumsal talepten bir siyasal tercihe evrilmesi elbette kolay değildir.

Bölge üzerindeki hesap ve uluslararası operasyonlar da, sağlıklı bir değişim sürecinin yönetilmesini de zorlaştırmaktadır. 75 yıllık çözümsüzlüğüyle “Filistin sorunu” bu açıdan önemli bir rol oynamaktadır. Bölge ülkeleri, başta Körfez olmak üzere, ne sorunun çözümüne yönelik risk üstlenmeyi ne de tümüyle sorundan bir bigane hareket etmeyi mümkün kılmaktadır. 7 Ekim’de yeniden başlayan süreç, bir şekilde bölgesel değişimin yeni bir dinamiği haline gelebilir.

Filistin sorunun çözümü, en az onun kadar eski Kürt sorununun çözümünü hızlandırır ve kolaylaştırır mı? Bu sorunun cevabını elbette önce Kürtlerin takınacağı tavır belirleyecektir. İsrail’den yana durup, kazanan taraftan yana olarak kazançlı çıkmak eğilimi mi ağır basacak yoksa ezilen Filistin halkı ile dayanışma mı ön plana çıkacak? Bir süredir, Arafat başta olmak üzere Filistin liderlerinin Kürt düşmanı olduğu iddiası, sosyal medyada yaygın bir kampanya olarak sunuluyor. İsrail’in Kürtlere hiçbir husumetinin olmadığı ifade ediliyor. Böylece İsrail ve onu destekleyen devletlere yakın durarak daha kazançlı çıkılacağı iddiası konuşuluyor. Irak’ta KDP’nin Amerika’ya yakın durarak kazanımlar elde ettiği, Suriye’de YPG’nin aynı yönde hareket ettiği, dolayısıyla Kürtlerin bölge ülkelerinin baskısına karşı İsrail ve Batı yanlısı olması gerektiği dillendiriliyor. Eğer konuyu toplumlar bağlamında ele alıyorsanız, Kürtlerin kaderini belirleyen coğrafya, onların Türkler, Araplar ve Farslarla eşit özgür birlikte yaşam formülü bulmasını zorunlu kılmaktadır. Aksi takdirde bölge halklarıyla çatışmalı bir pozisyona düşmüş Kürtlerin kazanımları da kalıcı olmayacak, hatta büyük ihtimalle, İsrail ve Batı karşıtı öfkenin, tepkinin en kolay erişilir adresi Kürtler olacaktır. Orta Doğu’da değişim ve dönüşüme öncülük edebilecek dinamik iki halk olan Filistinliler ve Kürtler, başka bir Orta Doğu ve başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösterme iddiası yerine, toplumsal çatışmaların kurbanı haline gelmemelidir.

Kürtler, dinamik nüfusları ile başta birlikte yaşadıkları halklar ve ülkelerin dönüşümüne öncülük edebilirler. Haritalara odaklı olmayan, yani bölünme korkusunu uyandırmayan bir demokratikleşme süreci, yeniden ele alınmalıdır. Hak ve özgürlükler eksenli bu yeni bakış açısı, güvenlik politikalarının çatışmacı denklemini de, uluslararası aktörlerin Orta Doğu’ya müdahale malzemesi üretmesini de boşa çıkarabilir. Uluslararası insani dayanışma ve bölge halklarının çıkarını esas alma eğilimi pekâlâ birlikte yeni bir sentez olarak değerlendirilebilir. IŞİD ile mücadelenin ortaya çıkardığı uluslararası sempati, sadece devletler arası pazarlıkta kullanılıp atılacak bir aparat olmanın ötesine geçmeyi doğurmalıdır.

Bir şeyin nasıl olacağını tartışabilmek için önce nasıl olmayacağı konusunda netleşmek gerekir. Kürtler bugüne kadar ki yaşadıkları acılar ve bir türlü somut kazanıma dönmeyen siyasal tercihlerinin muhasebesini öz eleştirisine yeniden yapmak durumundadır.

KÜRTLER KRİZİN DEĞİL, SİYASETİN PARÇASI OLMALI

Küresel krize küresel çözüm aramak kaçınılmazdır. Pandemi ile birlikte ortaya çıkan ekonomik durgunluk ancak savaşlarla yönlendirilmeye çalışılabilir. Bu savaşın Orta Doğu’da gerçekleşmesi elbette en ağır bedelin de Orta Doğu’lular tarafından ödenmesini doğuracaktır. Kürtler, kriz, çatışma ve savaşların fırsata dönüştürüleceği bir pozisyonda değildir. Aksine krizlerin tüm dünyada olduğu gibi Orta Doğu’da da milliyetçiliği körüklemesi, ırkçı çatışma denklemlerini güçlendirecektir. Hollanda’dan Arjantin’e gittikçe yükselen aşırı sağ siyaset, Orta Doğu’da da benzer gelişmeleri tetikleyebilir. Bu nedenle Kürtler, yeni durumu doğru anlamak için yeni bir okuma yapma yolunu konuşmalıdır.

Farklı dil ve inançlar da, Kürt çoğulculuğu, Kürt siyasetine de yansımak zorundadır. Kürtlere egemen olma, Kürtleri yönetme, Kürt iktidarını güçlendirme çabaları doğal olarak Kürt siyasetinin tekleşmeye çatışmaya ve mücadeleye yöneltmektedir. Oysa kültürel çoğulculuk, siyasal işbirliği biçiminde daha etkin bir yeni yönteme zemin oluşturabilir. Uzun yıllardır Irak, Suriye, İran ve Türkiye’de Kürt gruplar arası siyasi çekişme, rekabetin ötesinde iktidar mücadelesine zemin oluşturmaktadır. Kürt siyasetinin kaçınılmaz olarak çoğulculaşması bir zaaf olarak görülmemelidir. Irak, İran ya da Türk egemenliğinden şikâyet edip bunların yerine Kürt hegemonyası ikame etmeye kalkmanın demokrasi ve barış talebiyle izah edilebilir bir tarafı yoktur. Bileşik kaplar misali, bölgedeki her kazanımın, diğerleri için de artı değer ve fayda ortaya çıkartacağı bir yaklaşım geliştirilmelidir.

Adeta serbest piyasanın gizli eli gibi bir gizli elin Orta Doğu’da Kürt karşıtı Arap, Fars ya da Türk milliyetçiliğini körüklemesine paralel olarak Kürt milliyetçiliğinin yükselmesi keskin sirke misali küpüne zarar verecektir. Bu nedenle Kürtlerin artık ne küçük bir muhalif azınlık refleksiyle muhalefetçilik oynama lüksü vardır ne de sadece başkalarına kaybettirme üzerine kurulu bedel ödeme yolunu tekrar etme hakkı olabilir. Fazlasıyla ödenen bedelin kalıcı kazanıma dönüşmesi, ülke yönetimlerinde etkili olmayı ya da en azından tutarlı kuşatıcı bir muhalefetin öncülüğünü yapmayı gerektirir.

Son genel seçimler göstermiştir ki Zafer Partisi’nin özgül ağırlığı ve masada güvence altına aldığı politik tercihler, Kürtlerin sosyolojik gücüne rağmen siyasi zayıflığının eseridir. Müzakere, siyaset üretme, diplomasi geliştirme elbette bir siyasal aklın ve güçlü bir toplumsal hafızanın ürünü olabilir. Kürtler hem bu hafızayı diri tutarak geçmişte yaşadıkları acılardan ders çıkartmalı hem de yeni dünyada diğer tüm halklarla birlikte var olmanın yeni yollarını aramalı.

Bir şeyin nasıl olacağını tartışabilmek için önce nasıl olmayacağı konusunda netleşmek gerekir. Kürtler bugüne kadar ki yaşadıkları acılar ve bir türlü somut kazanıma dönmeyen siyasal tercihlerinin muhasebesini öz eleştirisine yeniden yapmak durumundadır.

Ayhan Bilgen, SES Partisi Genel Başkanı

 

Artık konuş(a)madığımız sorunların başında Kürt Sorunu geliyor. Konuşamasak da Kürt sorunu Türkiye’nin en önemli sorunu olmaya devam ediyor. Kürt siyasi hareketini temsil eden partiler Meclis’te ama biz bölgede ne yaşandığını tam olarak bilmiyor, tartışamıyoruz.

Peki temel sorun devletin güvenlik politikası mı?

Kürt sorununun çözümünde neredeyiz?

Yerel seçimler sorunu konuşmak için fırsat mı?

Cevapları arıyoruz.

Dosyanın diğer yazılarını okumak için buraya tıklayınız.

Ayhan Bilgen
Latest posts by Ayhan Bilgen (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir