Yeniden yol ayrımındaki Ortadoğu

Yeniden yol ayrımındaki Ortadoğu

Ekonominin dar boğazda olduğu, Filistin’e yaklaşımlarında geçmişe kıyasla farklı bir sürecin içinde bulunan kimi bölge ülkeleri nezdinde sıcak para arayışının sürdüğü bir dönemde Filistin halkının tümünü değil, Hamas’ı önceleyen bir tercihin bölgede ve ötesinde ters tepebileceğini öngörmeyen ihtiyatsız bir yolun, Türkiye’yi yine açmaz sokaklara sürükleyebilecek bir süreci tetikleyebileceğini dikkate almak gerekir.

İşlerin bu hale gelmesinde Amerika ile İsrail’in bir sorumluluğu yok mu,

diye sorulabilir bana.

Var, kuşkusuz; ama bu, Arap âlemi için bir mazeret… bir Sünni militan,

Şii ailelerin gittiği bir pazar yerini havaya uçurmak üzere bomba yüklü bir

kamyonun direksiyonuna geçince ve bu katil, bazı fanatik vaizler tarafından

‘direnişçi’, ‘kahraman’ ve ‘şehit’ olarak adlandırılınca, başkalarını suçlamak

artık hiçbir işe yaramaz, asıl vicdan muhasebesi yapması gereken, Arap âlemidir.

Neyin savaşını vermektedir? Hâlâ hangi değerleri  savunmaktadırlar?

İnançlarına nasıl bir anlam yüklemektedirler?

(Amin Maalouf, Çivisi Çıkmış Dünya, YKY Yayınları, s. 28-29)

 

Jeopolitik/jeostratejik rekabetin keskinleştiği bir ortamda, 7 Ekim’de Hamas ve İslamî Cihad militanlarının İsrail’e karşı gerçekleştirdiği saldırı, hiç şüphesiz, Ortadoğu ve ötesindeki dengeleri ve hizalanmaları derinden etkilemeye ve dönüştürmeye adaydır. Bundan böyle ne Ortadoğu ne de Filistin aynı kalacaktır.

Son dönemde İsrail-Hamas sorununa evrilen sürecin Hamas’ın hiç kuşkusuz terör de içeren saldırıları ertesinde yeniden İsrail-Filistin sorunsalına dönüşen bir mahiyete bürünmesi Hamas’ın herhalde başlıca amacını oluşturuyordu. Bu temel hedefin pratikte ne derecede başarı sağlayacağı ise şimdilik muamma olmakla birlikte, mevcut açmaz, başta birçok Arap ülkesi ile 1979’dan beri “değerli yalnızlığın” acı sonuçlarını yaşayan İran’ın olabildiğince yalnızlık çemberinden kurtulmaya dayalı derin hedefinin şekillendirdiği ulusal çıkarlar arasında bulunacak ortak paydayı esas alacak bir çerçevede çözüme kavuşabilir.

Filistin meselesinin çözümünde bölgede ortak bir anlayışa varılması gerekli, ancak bu yeterli olmayan bir tablodur. Çünkü, Ortadoğu dendiğinde akla gelen hususlardan biri dünya siyasetinde ağırlığı olan büyük güçler arasında da bir mutabakat zemini bulunmasının gerekli olduğudur.

Dolayısıyla, bölgesel ve küresel çıkarları örtüştürecek ortak bir zemin kayganlığını koruduğu sürece Filistin meselesinin eski paradigmalara göre çözüme kavuşturulması beklenmemelidir. Bu meselenin belli bir mezhebî anlayışa dayalı olarak çözüleceğini düşünenler düş kırıklığına uğramaya ve Ortadoğu’da zemin kaybetmeye mahkûmdur. Bu çevrelerin, yeni veya yenilenmiş değerli yalnızlıklarıyla baş başa kalma riskine sürüklenmelerinin kaçınılmaz olduğunu öne sürmek abartı değildir.

Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika kuşağında Müslüman Kardeşler’in temsil ettiği silahlı veya silahsız zihniyet ülkeler bazında tarih sahnesinden çekilmeye zorlanmaktadır. Müslüman Kardeşler zihniyetinin, Gazze’deki gelişmelerin de tetiklemesi ve gelecekte tasfiye edilmesiyle 2013’te Mısır’da başlayan sürecin daha da güç kazanması beklenmelidir. Bunun somut örnekleri, başta Müslüman Kardeşler’in beşiği sayılan Mısır’da, bilahare Tunus ve Libya’da görülmüş ve deneyimlenmiştir. Ortadoğu’da şu anki çalkantılar durulduğunda sahneye sürülen tasfiye sürecinin Filistin’i de kapsayacak yönde ilerlemesi sürpriz sayılmamalıdır.

Kendi ülkesinde derin kırılma hatlarının kök salmasına müsaade eden Netanyahu Hükümeti’nin temsil ettiği aşırı sağcı ve din temelli siyasî akımlar en başta İsrail toplumuna büyük zarar vermekte ve bu toplumun maruz kaldığı güvenlik endişelerini körüklemekten başka bir amaca hizmet etmemektedir. Netanyahu’nun ve ittifak halinde olduğu fanatik dinci ortaklarının ileride İsrail toplumuna hesap vermeleri kaçınılmaz bir sonuç oluşturacaktır.

Zirve Bildirisi İİT-Arap Ligi üyelerinin gerçek niyetini yansıtıyorsa, gelecekteki kalıcı bir çözüm çerçevesinde ilk aşamada Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Batı Şeria ve Gazze’de yönetimi üstlenmesi gerekecektir. FKÖ’nün mevcut lider kadrosuyla, dolayısıyla yeniden yapılandırılmadan, Filistin halkının tümünün yönetimini üstlenmeye ehil olup olmadığı ayrı bir meseledir ve buna Filistin halkının karar vermesi gerekecektir.

ZİRVE’NİN SONUÇLARINI NASIL OKUMAK GEREKİR?

İsrail’in bugün Gazze’de ordusuyla, Batı Şeria’da ise “yerleşimciler” aracılığıyla icra ettiği baskı, sindirme ve silahlı eylemlerin meşru ve savunulacak yanı yoktur. Bu çerçevede İsrail’in, Hamas’ın 7 Ekim’deki terörle malûl saldırılarına karşı bir devlet olarak gerekli önlemleri alması ve münhasıran Hamas ve İslamî Cihad’ın silahlı unsurlarını hedef alan askerî bir operasyon yapması bölge ülkeleri ve küresel aktörler tarafından makûl ve meşru bulunabilirdi. Ancak, İsrail’in Hamas saldırısını bahane ederek Gazze’deki tüm Filistin halkını ayrım gözetmeksizin hedef almasının ne uluslararası hukuk ne de uluslararası toplum nezdinde meşruiyeti ve inandırıcılığı bulunmaktadır. Nitekim, Gazze’deki sivil toplumu her yönden perişanlığa sürükleyen operasyon karşısında Batı toplumlarının çoğunluğu, hükümetlerinin İsrail’i destekleyen politikalarına karşı giderek artan ölçülerde seslerini yükseltmeye başlamışlardır. Buna paralel olarak İsrail sivil toplumunun da kendi hükümetini protesto etmeye başladığı görülmektedir. Bu tablonun devam edeceği ve İsrail’i destekleyen resmî politikaların bundan etkileneceği şüphesizdir.

Arap alemine dönüp bakıldığında ortaya çıkan durum esasen bölgede çıkarları bulunan küresel aktörlerden çok farklı değildir. Her şeyden önce genel Arap siyasetinin baş aktörleri olan Mısır, Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn ve Ürdün gibi ülkeler, Hamas’ın temsil ettiği Müslüman Kardeşler örgütünü kendi güvenlikleri açısından varoluşsal bir tehdit olarak görmektedirler. Bu çerçevede, 11 Kasım’da Riyad’ta düzenlenen İİT-Arap Ligi Ortak Zirvesi öncesinde yapılan Arap Ligi toplantısında İsrail’e karşı izlenecek politika konusunda Arapların kendi aralarında anlaşmazlık çıktığını, bölgedeki dengeleri sağlıklı bir şekilde tahlil etmek açısından nesnel bir veri olarak kabul etmek gerekir.

İİT-Arap Ligi Ortak Zirve Toplantısı, genelde İslâm, özelde ise Arap dünyasının Hamas’a bakışını teyiden ortaya koymak bakımından önemli bir vesile oluşturmuştur. Alınan kararlar arasında İsrail’in yaptığı saldırıları durdurmasını sağlamaya dönük bir dizi önlem çağrısı yer almakla birlikte gelecekte Hamas’ın, Gazze’nin siyasi yaşantısındaki rolüne son verilmesi yönündeki iradenin ortaya konması dikkat çekmektedir. Zirve Bildirisi’nin 24. maddesini bu iradenin işaret fişeği olarak kabul etmek gerekir.

Eğer Zirve Bildirisi İİT-Arap Ligi üyelerinin gerçek niyetini yansıtıyorsa, gelecekteki kalıcı bir çözüm çerçevesinde ilk aşamada Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Batı Şeria ve Gazze’de yönetimi üstlenmesi gerekecektir. FKÖ’nün mevcut lider kadrosuyla, dolayısıyla yeniden yapılandırılmadan, Filistin halkının tümünün yönetimini üstlenmeye ehil olup olmadığı ayrı bir meseledir ve buna Filistin halkının karar vermesi gerekecektir.

Vahşetin halen Gazze’de devam ettiği bir aşamada, bölgesel ve küresel aktörlerin ortak çıkarının mevcut çatışmaların bölgeye yayılmamasında yattığı gözlenmektedir. Bu bağlamda, İran Dini Lideri Hamaney’in, Kasım ayı başında Tahran’daki buluşmalarında Hamas Siyasi Büro Başkanı Haniye’ye İran’ın Gazze’deki savaşa Hamas adına doğrudan girmeyeceğini, buna karşılık siyasi ve moral destek sağlayacaklarını bildirdiğinin öne sürülmesi dikkat çekmektedir.

Gazzedeki insanî drama son vermek için hem bölge ülkeleriyle hem bölgede etkin olan küresel aktörlerle ikili ve çoklu çerçevelerde temas halinde kalmak tabiatıyla doğru bir yaklaşımdır ve uluslararası toplumu harekete geçirmek yönüyle tercih edilmelidir. Diğer yandan, salt Hamas yanlısı bir çizgi izlemenin, orta-uzun vadede ne derecede sonuç üretebileceği mercek altında tutulmalıdır.

FİLİSTİN MESELESİNİN AKTÖRÜ KİM OLMALI?

İsrail’in Filistin halkına karşı amansızca saldırılarının devam ettiği bir sırada hiçbir bölgesel veya küresel gücün sahada Hamas’ın yanında yer almayacağı, bu güçlerin çatışmanın bölgeye yansımamasını ana hedef olarak izleyeceği açıkça anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra Mısır ve Ürdün Gazzeli Filistinlilerin kendi topraklarına geçmesini, dolayısıyla Gazze’nin Filistinlilerden, kademeli de olsa, arındırılmasının önlenmesini amaçlamaktadır. Mısır’ın, Refah Sınır Kapısı’nı insanî yardımlar için dahi kontrollü açması dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, en başta komşu Arap ülkeleri, Filistin meselesini kendi bünyelerine ithal edecek yollardan kaçınmaktadırlar. Bu yaklaşımın süreceğini ise öngörmek gereklidir.

An itibarıyla en öncelikli konu elbette ateşkesin sağlanması ve insanî yardımların önünün açılmasıdır. Diğer yandan, aşırıcı/dinci kadroların yönettiği İsrail’den kısa vadede kalıcı ateşkese olur vermesini beklemek iyimserlik olur. Hamas’ın elindeki rehineler ile İsrail’de tutuklu bulunan rehinelerin değiş tokuş edilmesi suretiyle geçici bir mütareke sağlansa bile Gazze’deki operasyonların durmasını beklememek ihtiyat gereğidir; zira İsrail’in Hamas’ın askerî altyapısını tamamen tahrip etmeden Gazze’den çekilmeyeceğini varsaymak gerekir.

Devam eden çatışmaların yerel düzeyde kalmasının sağlanması ve ileride yapılacak müzakereler yoluyla barışın sürdürülebilir bir temele oturtulması halinde dahi, Filistin meselesinin kalıcı çözüme kısa-orta vadede kavuşmasını beklemek de mümkün gözükmemektedir. Bu açıdan bakıldığında Hamas’ın 7 Ekim saldırısının Filistin meselesi lehine çözüm üretecek bir zemin oluşturmayacağı, dolayısıyla Hamas’ın izlemiş olabileceği hedefte başarısızlıkla yüzleşmek zorunda kalacağı söylenebilir. Bu yüzleşme İsrail açısından da geçerlidir. Filistin meselesi barışçı yollardan ve kalıcı bir zemin üzerinde çözülmezse, her türlü oldubittiye rağmen, İsrail toplumunun yaşamakta olduğu sürekli güven krizinin aşılması da mümkün olmayacaktır. Bu durumda, bölge ülkeleri ile küresel güçleri ortak bir paydada buluşturacak bir yol haritasının öncelikle İsrail’le ilişkilerini normalleştirmiş veya normalleştirmeye yönelmiş bölge ülkelerince geliştirilmesi gerekecektir. Bölgede İsrail’le ekonomik entegrasyonu artmış bulunan, hidrokarbon kaynaklarını da içerecek şekilde diğer bölgesel ekonomik-ticari bütünleşme yolunda mesafe katetmiş olan ülkelerin, geçmişten miras aldıkları ve bugün de gündeme getirdikleri çözüm bileşenleriyle yol alıp alamayacaklarını düşünmeleri gerekecektir. Bu bağlamda, Kudüs’ün statüsü saklı kalmak kaydıyla, sonuçta iki devletli bir temelde İsrail-Filistin konfederasyonu seçeneğini de kapsayabilecek geçmişten farklı çözüm modelleri üretmeleri kaçınılmaz hale gelebilir. Bu modellerin, dış çeperde paydaşlarının olacağını da hesaba katmaları gerekecektir.

Mevcut gelişmeler ve potansiyel süreç karşısında Türkiye’nin tutumuna gelince; 7 Ekim saldırısının hemen akabinde Türk yönetim çevrelerinin taraflara itidal telkin eden bir yaklaşım içine girdikleri, dolayısıyla çatışmaların bölgeye yayılmasına karşı bir duruş sergiledikleri gözlenmiştir. İsrail saldırılarının artması ve Gazze’de başta çocuklar olmak üzere binlerce masum insanın katledilmesi üzerine ilk aşamadaki ihtiyat telkin eden tutum, kamuoyundan da gelen baskılar karşısında yerini sert bir söyleme ve Hamas yanlısı bir tutuma terk etmiştir.

Gazze’deki insanî drama son vermek için hem bölge ülkeleriyle hem bölgede etkin olan küresel aktörlerle ikili ve çoklu çerçevelerde temas halinde kalmak tabiatıyla doğru bir yaklaşımdır ve uluslararası toplumu harekete geçirmek yönüyle tercih edilmelidir. Diğer yandan, salt Hamas yanlısı bir çizgi izlemenin, orta-uzun vadede ne derecede sonuç üretebileceği mercek altında tutulmalıdır. İsrail dahil bölge ülkeleriyle ilişkilerin normalleştirilmeye başlandığı bir süreçte, özellikle İsrail’e komşu ülkelerin mevcut tablo karşısında, söylemsel bir birliktelik arayışı içine girseler de, pratikte kendi çıkarları doğrultusunda nüanslı yaklaşımlar sergilemekten geri durmadıkları görülmelidir. Bu bağlamda, kendilerini Hamas’la özdeşleştiren bir yol ve tutum izlememektedirler. Türk yönetim çevrelerinin ise, Hamas yanlısı bir kulvarda ilerlemekte beis görmedikleri gözlenmektedir. Bölgede, ileride Filistin’i de kapsayacak evrim halindeki dinamikleri yeterince gözetmeden, mevcut çizgide devam edilirse, bu kere “taaraf olanın bertaraf olabileceği” bir yöne sürüklenilmekte olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, sıkı ve hesapsız taraftarlığın reçetesinin yine acılı bir yalnızlıkla sonuçlanabileceğinin hesaplanması lazım gelir. Kaldı ki Hamas’la temas sürecinde Mısır ve Katar’ın Türkiye’ye öncü bir rol verilmesine karşı çekinceli duruşlarını da not etmekte yarar vardır. Küresel güçlerin de, mevcut ağır tabloyu, geçici de olsa, olabildiğince hafifletmekte bu iki bölge ülkesine yöneldikleri artık açığa çıkmıştır.

Üstelik, ekonominin dar boğazda olduğu, Filistin’e yaklaşımlarında geçmişe kıyasla farklı bir sürecin içinde bulunan kimi bölge ülkeleri nezdinde sıcak para arayışının sürdüğü bir dönemde Filistin halkının tümünü değil, Hamas’ı önceleyen bir tercihin, bölgede ve ötesinde ters tepebileceğini öngörmeyen ihtiyatsız bir yolun, Türkiye’yi yine açmaz sokaklara sürükleyebilecek bir süreci tetikleyebileceğini dikkate almak gerekir. Aksi yönde ısrar, ilk aşamada askerî, ilerleyen dönemde siyasî tasfiyeye maruz kalması kuvvetle muhtemel bir oluşumla birlikte Türkiye’yi ve toplumu yeniden “değerli yalnızlığın” kollarına itecek sonuçlar doğurabilir.

Fatih Ceylan, Emekli Büyükelçi

Fatih Ceylan
Latest posts by Fatih Ceylan (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir