2. yüzyılında Cumhuriyet hepimizin mi?

2. yüzyılında Cumhuriyet hepimizin mi?

Çocukken sıkça radyodan duyduğumuz Cumhuriyet Bayramı’nı coşkuyla kutluyoruz anonsları hala kulağımda çınlamakta. Bizler için 23 Nisan’dan sonra 29 Ekimler ayrı bir heyecanın ve içimizdeki sevincin ikinci bir adresiydi. Bugünlerde ise artık bazı devlet ve siyaset kurumlarınca sıkça ertelenen veya iptal edilen Cumhuriyet Bayramı kutlamalarından bahsedilmekte.

Çocukken sıkça radyodan duyduğumuz Cumhuriyet Bayramı’nı coşkuyla kutluyoruz anonsları hala kulağımda çınlamakta. Bizler için 23 Nisan’dan sonra 29 Ekimler ayrı bir heyecanın ve içimizdeki sevincin ikinci bir adresiydi. Bugünlerde ise artık bazı devlet ve siyaset kurumlarınca sıkça ertelenen veya iptal edilen Cumhuriyet Bayramı kutlamalarından bahsedilmekte.

Akademisyen Emrah Gülsunar, Cumhuriyet kutlamalarına ilişkin sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda şöyle diyordu: “Sanırım Kemalist kesimin bir gerçeği kabullenmesi gerekiyor: Türkiye’nin 1923-45 dönemini bir bütün olarak sahiplenenler toplumun %35’ini geçmiyor. O yüzden Cumhuriyet Bayramı’nın o dönemi idealize ederek coşkulu kutlanmaması toplumun çoğunluğunu rahatsız etmiyor. Eskiden böyle kutlanması ise toplumun talebinden ziyade %35’lik kesimin devlete hâkim olmasıyla ilgiliydi. Ama artık değil”. Yazıya bu alıntıyla girişi yapmışken ilişkin olarak da ayrıca Cumhuriyetimizin yüzüncü yılı anma arifesinde imam hatipli bir gencin yaptığı saygısızlığı da özel bir durum da olsa hatırlatmamız gerekmekte. Tabii bu arada genel kutlama kayıtsızlığına tepki olarak Kemalist bir kesimin 1940’ların Avrupa’sını andırır besteler, sloganlar, marşlar ve kostümleri organizasyonları ile ikonik tepkisini göstermeleri de beklenendi. Sorun da bu tepkinin en azından öz olarak değil de yöntem olarak mahallelinin çoğunluğunca kültürel bağlamda hiçbir zaman içselleştirilemeyecek olması ve yabancı madde kabul edilmesidir esasında.

Bağdat Caddesi ve benzer yerlerde yaşayanları da mahalleli bir kesim Gazze katliamına karşı gerekli duyarlılığı göstermemekle eleştirmekte. Gazze katliamı protestolarının kararlılığı ve Ortadoğu bataklığına bir daha batmama dersinin mesafesi de Cumhuriyetin coşkusunu kutlama tartışmaları arasına karışmakta. Bu durum adeta aynı camide farklı kıblelere ibadet eden farklı gruplar resmini de bizlere yansıtmakta. Bu da sanki toplumdaki psikolojik bölünmüşlüğün bir veçhesini Cumhuriyet’in 2. yüzyılına girerken açığa çıkarmakta. Tüm bu tespitler ve görüşler adeta Cumhuriyet coşkusunun ortak paylaşımına ait arka plandaki toplumsal sahiplenme sorununu da göstermekte. İşin anlaşılmaz tarafı, asimetrik travmaları olan bölünmüş kesimlerimizin birbirlerine karşı anlayış açısından anlayışsız davranmaları kendilerininki dahil karşılıklı acılarını görmeme konusundaki kararlılıkları.

Yas tutma birey için ne kadar gerekliyse bir grup veya bir millet için de o kadar gereklilik arz etmekte. Kendiliğini güvende hissedebilmenin de bir parçası. Belki de ülkede anlamlı bir devamlılık içinde artık Osmanlı’nın bittiğinin sağlıklı bir şekilde sindirmek gerekmekte.

YASI BİTİRMEK VE CUMHURİYETİ SAHİPLENMEK

Geçenlerde “Post Emperyal Travmamız” hakkında bir yazı yazmıştım[1]. Yazımda, kaybettiğimiz 600 yıllık ihtişamlı imparatorluğun yasını ertelememizin veya doğru tutmamamızın bugünkü sonuçlarından-bedellerinden bahsetmiştim. Yazımı okuyan Bahriyeli emekli bir albay arkadaşım hemen bana ilettiği yorumunda, “Biz Osmanlı imparatorluğunu inkâr etmiyoruz ki ancak yeni bir devlet kurduk, Osmanlı’nın yasını neden tutacakmışız ki?” diyordu. Belli ki dostum yas tutmak denilince acı bir kaybın anılarının tazelenmesini anlamaktaydı.

Aslında yas tutmak, sadece kaybı değil olumlu-olumsuz tüm yaşam geçmişinin ardından sadece yeni duruma uyum sağlayabilmektir. Ne yazık ki sıkça yas sürecinin inkâr ve öfke aşamasında kaldık. Bu manada başlangıçta yeni bir sivil din[2], yeni bir tarih üretimine zorlandık; geçmişi güvenle kopartabilmek için. Bu sivil din anlayışının başarılı olması beklenemezdi. Belki de Osmanlı’nın temkinli modernleşmesinden esinlenmek gerekiyordu. Bugün hala faiz veya halifelik tartışmaları yapılmakta. Bu tartışmaların ekonomik ve siyasal maliyetleri bizlere bedelini ödettirmekte. Bu durum inkara tepki ve ciddi bir kesimdeki tarihsel gerilemenin bizlere ayrı bir göstergesidir. Toplumsal bölünmemizin veya cumhuriyetin mirasına sahiplenme tartışmalarının arkasında bu yeni duruma uyum sağlayamamak yatmakta. Yas tutma birey için ne kadar gerekliyse bir grup veya bir millet için de o kadar gereklilik arz etmekte. Kendiliğini güvende hissedebilmenin de bir parçası. Belki de ülkede anlamlı bir devamlılık içinde artık Osmanlı’nın bittiğinin sağlıklı bir şekilde sindirmek gerekmekte.

Cumhuriyetimizin ilk yüzyılını, İlber Ortaylı’nın Osmanlı’ya ilişkin kitabının başlığı “İmparatorluğun en uzun (son) yüzyılı” gibi oldukça uzun geçtiğini söyleyebiliriz. İmparatorluğun enkazından kalan yegâne mihraptan bu kadar zor şartlarda bir devleti çıkartabilen öncelikle M. Kemal Atatürk başta olmak üzere, değerli arkadaşlarını buradan minnet ve şükran hislerimizle içten yad etmeliyiz.

Cumhuriyetin bize kazanımlarını değerlendirirken süreci doğal olarak Osmanlı’nın Tanzimat ile başlayan reformlarının katkısı olan Harbiye, Mülkiye, Tıbbiye ve Darülfünun gibi kurumlardan bağımsız düşünmek haksızlık olacaktır. İmparatorluktan devreden temkinli modernleşmeyi Cumhuriyetimizin radikal bir sürece dönüştürdüğü de söyleyebiliriz.

Taha Akyol “Neden 29 Ekim?” kitabında[3] Atatürk’ün 29 Ekim akşam Cumhuriyet’in ilanına karar verirken Kazım Karabekir, Rauf Orbay ve Refet Bele gibi fikir ayrılığına düştüğü arkadaşlarını özellikle devre dışı bırakıyordu tespitini yapmakta. Bir bakıma Kurtuluş Savaşı’nın yükünü çeken toplam 5 büyük komutandan dördü tasfiye edilmişti. O dönemde T.B.M.M’de yönetim ve karar alma mekanizmalarına ilişkin kriz yaşanmaktaydı. Atatürk, kendine uyum sağlamayacaklarını gördüğü arkadaşlarını tasfiye ederek cumhuriyetin ilanıyla yeni bir dönemi başlatıyordu. Bu tasfiyenin bir bedeli olacaktı. Bu bedel de o dönemden bugünlere toplumsal bir tepki olarak dolaylı olarak merkez sağ, açık olarak da olarak da radikal sağ hareketler şeklinde hayatımıza yansıyacaktı.

Bu kadar farklı kırılmalara/tartışmalara rağmen Amerikalıların da ayrı etnisitelerden ürettikleri “One nation-tek millet” dedikleri bir üst çadır bilincini, imparatorluk bakiyesi olarak hepimizin hissedebilmesi Cumhuriyet’in başarısıdır. Cumhuriyet kurulurken hedeflenen uluslaşma tamamen bu ortak aidiyetin güçlenmesi üzerineydi. Kurucu unsur ideolojik ve saha deneyimi olarak İttihat ve Terakki’nin kadrolarından oluşuyordu. Ancak Atatürk’ün liderliği ve öngörüsü İttihatçıların bazı kötü miraslarını da elimine etmişti. Ortak kimlik genetik olmayan seküler Türklük oldu. Her ne kadar sâri yıllarda “Andımız” gibi Musollini İtalya’sı döneminden de alınan bazı uygulamalar sorun yarattıysa da bu kimlik makul bir zeminde benimsendi. Bu üst kimliğin Kürt vatandaşların bireysel demokratik ve anayasal hakları talepleri doğrultusunda ne kadar benimseyebileceği ise hep iki taraflı tartışmaların konusu oldu.

Bugün artık başta Atatürk olmak üzere, bu toprakları bölünmez bir bütün olarak korumaya çalışan mefkure sahibi yöneticilerimize layık olmanın yolu, 2. yüzyıl eşiğinde karşılaştığımız sorunlarla yüzleşip, yapıcı çözümler üretmekten geçmekte. Bu sorunlar ise;

  • Toplumsal kutuplaşma ve ötekinin acısını görememe,
  • Bölgesel nitelikli Kürt sorunu,
  • Devletin derin refleksif zihniyetinin dönüşememesi bu duyarlılıklarıyla da kendini devlet gibi gören aktörlerin sıkça siyasete dolaylı müdahalesi,
  • Görgü modernleşmesinin akamete uğraması sonucu zengin ve yönetici elit dahil köylüleşmedir.

Bu saatten sonra Kürt sorununun kodlarını 1925’de bırakmanın lüksüne sahip olmamamız, cumhuriyetimizin ortak geleceği açısından bizleri sorumlu kılmakta.

KÜRT SORUNUNU KONUŞMAK GEREK

Cumhuriyetin 2. yüzyılında, ülkemize de bölgesel etkileri olan Kürt sorununu konuşmamak oldukça anlamsız olacaktır. Bu sorun imparatorluğun dağılmasıyla coğrafyanın bize mirası olan bir konu. Bu sorunun anlaşılmamasındaki temel dinamik Türk üst kimliği altında toplanmayı içselleştiren ve adanmışlığı olan dedeleri Anadolu’ya sığınmış Balkan ve Kafkas kökenli devlet bürokrasisinin bazı ön kabullerinden kaynaklanmaktadır. Bu da Anadolu topraklarının bir kısmı binlerce yıldır kadim ortak vatanı olan Kürt vatandaşlarımızın sorunlarını kendi dış göç travmalarının geçmişiyle bugün için onları kodlaması gibi durmaktadır. Bu meseleyi görmemek, ayrıca Türk sağcı ve ulusalcılarının hala yas tutmanın inkâr ve öfke aşamasında olduklarının da ayrı bir göstergesidir.

Kutsal kitapların anlaşılmasında tarihsellik nasıl önem arz ederse, kişiler ve kurumların da zamanın şartlarına göre değerlendirilmesi anlaşılmaları için önem arz etmekte. Bu manada tasvip etmesek de Talat Paşa’nın tehcir trajedisi veya Atatürk’ün kuvvetler birliği uygulamaları anlaşılabilmektedir. Ancak bu saatten sonra Kürt sorununun kodlarını 1925’de bırakmanın lüksüne sahip olmamamız, cumhuriyetimizin ortak geleceği açısından bizleri sorumlu kılmakta. Gönüllü asimilasyon, kültürel entegrasyon ve sorunu yıllara öteleme bizlere çözüm olarak cazip gelse de çevre ve toplumsal gelişme dinamikleri uzun vadede bunları bu şekilde bırakmaya bizlere izin vermeyecektir.

Başta DP’nin Vatan Cephesi’nden bugünlere uzanan İttifakların kutuplaştırma siyasetleri, tepeden inmeci darbeler ve 15 Temmuz travması ortak aidiyet bilincimizde derin psikolojik yaralara ve ayrımlara neden olmuştur. Uzun süredir birkaç seçim sonuçlarına da yansıyan bu durum, toplumumuzu karpuz gibi ortadan ikiye bölündüğünün bir resmidir de.

Atatürk ve arkadaşları yıllarca imparatorluk eliti tarafından hakir görülen yoksul Anadolu taşrası üzerinden bir modernleşme yaratmak istediler. Köy enstitüleri, tarım kooperatifleri, öğretmen okulları ve hatta askeri liseler görgü modernleşmesi açısından bugün mumla aradığımız harika örneklerindendi. Aslında görgü modernleşmesi, kısmi başarısı eğitim ve kalkınma için önemli bir zemini de teşkil ediyordu.

Cumhuriyet devrimleri ülkeye bir özgüveni ve görgüyü kazandırmasına rağmen ne yazık ki hiçbir zaman zihni bir derinleşme ve vizyonu kazandırabilecek felsefi bir altyapıyı inşa edemedi. Bunda tabi ki Jön Türklerden Türk Ocağı’na kadar süre gelen felsefi değil ama devletin kurtarılması endeksli aceleci eylem modernleşmesi kalıplarının mirasının da etkileri vardı. II. Mahmut reformlarının radikalliğinde de, Atatürk’ün yaptığı devrimler de, “acil” kodundaydı ve bir rıza üretmeyi içermiyordu. Aristokrasinin bir görgü ve iç güvenlik ideolojisi olarak sarıldığı bu devrimlerin önemli bir kısmını mahalle benimsemesine karşın imparatorluğun mirasını hatırlatabilecek her türlü ritüel ve sembollerinin inkarını da mahalleli kabul edemiyordu. Az önce zikrettiğimiz gibi, bugünlere uzanan merkez veya radikal sağ siyasetin tepkisi de bu durumun bir göstergesiydi.

29 Ekim 2023’te görüşlerinden veya yayınlarından ötürü birçok gazeteci, STK temsilcisi veya politikacı değişik gerekçelerle cezaevlerinde. Ayrıca ülkenin vatandaşı olup da farklı düşünceler ve eğilimler içinde oldukları gerekçesiyle yasal korkular ve yaptırımlar nedeniyle ülkeye giremeyen veya çekinen insanların toplamı azımsanmayacak derecededir.

CUMHURİYET İÇİN ÜÇ DÖNEM

Cumhuriyetin ilk yüzyılını tanımlarken bunu niteliksel ölçekte ve üç bölümde tanımlamak daha uygun olabilir. Atatürk ve İnönü’nün tek adam dönemleri ilk bölümdü. Bu dönem olağanüstü koşulların dayattığı bir dönemdi. Hatay’ın ilhakı ve II. Dünya Savaşı’ndan korunarak çıkılması önemliydi. Yetenekli Anadolu gençlerine ülke ve dışında önlerinin açılması adeta “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesi” söylemini teyit etmekteydi. Sanki bu durum Tanzimat-Abdülhamit dönemi yurt dışına devletin gönderdiği sonradan da muhalif olan bürokrat-aydın politikalarını anımsatıyordu. Nurettin Topçu ve Necip Fazıl gibi yeni ideolojiye muhalif aydınlar bunlardan sadece birkaçıydı.

İkinci dönem Merhum Menderes ile başlayan “popüler demokrasi” dönemi olarak adlandırılabilir. Tatsız darbe ve muhtıraların sıkça demokratik işleyişi kestiği bu dönemde teoride fena olmayan ancak pratikte mükemmel işlemeyen anayasalar tesis edildi. Başta Menderes ve milliyetçi cephe dönemleri olmak üzere, toplumsal kutuplaştırma odaklı siyaset tercih edildi. Ülkede uzlaşma kültürüne en uygun örnek çok da uzun süremeyen ancak oldukça başarılı CHP-MSP koalisyonuydu.

Kurucu ideoloji, demokrasiye geçişi nasıl güvenlik kaygısıyla geciktirdiyse İslamcı siyasetten de hep ürktü. Bu rezerv, bu siyasetçilere karşı başta belediyelerde ve ılımlı demokratik İslam’ı savunmaları karşılığında -Ak Parti örneği- aşamayla sancılarıyla birlikte kalktı.

Bir üçüncü dönemden bahsedeceksek bu dönemi, 2002 Ak Parti döneminden başlatabiliriz. Belki de bu 22 yılı nasıl başlangıç için en uzun yüzyıl tabirini kullanıyorsak bunu da Cumhuriyetimizin halen de devam etmekte olan en uzun on yılları olarak tanımlayabiliriz.  Umutlar, uzlaşma ve reformlarla başlayan bu yıllar, Gezi, Çözüm Süreci hayal kırıklığı ve 15 Temmuz etkisiyle güvenlikçi ve statükocu popüler otoriterlik ile sonlanmıştır. Bu doğrultuda geçilen “Türk tipi başkanlık rejimi”, teröre ve bazı dış güvenlik sorunlarına karşı ciddi başarılar kazanmasına rağmen ülkeyi yönetebilmek amacıyla sıkça otoriterliğe başvurma zorunluluğunu gerektirdi. Bu da toplumsal refah, ekonomi, hukuk ve kurumların boşalması gibi sorunlara yol açtı. Mevcut sistem revize edilmedikçe yapısal sorunları görme veya rızaya dayalı bir çözüm üretme mekaniği bu şartlar altında pek gözükmemekte.

Ülke, iç siyasetteki çalkalanmaya karşın dış siyasette de alışılmadık risklerle karşılaştı. Zaman zaman içeride ve dışarıda statükoyu aşma iddiasında olan popülist İslamcılık, kurucu ideolojiye bir antitez teşkil edemedi. Ancak popülist İslamcılık ve Kemalist ikonik ulusalcılık antitez tartışmalarının ötesinde son dönemlerde yeni güvenlik rejimi iddiaları gölgesinde farklı bir sentez girişimi içine girdi. 2. yüzyıla girerken cemaatler ve tarikatlar sivilleşemediler; tam tersine STK’ların siyasete bağlı cemaatler olması adeta arzulandı. Halk, özellikle gençler, din ve devlet ilişkilerinin bu seyrinden çok rahatsız oldular. Cemaatlerden bireysel özgün din anlayışına kaçış ve tercih yoğunlaştı. Atatürk ve hatta bazen eleştirilen bir kısım devrimleri toplumun dindarları dahil mağdur kesimlerince özlenir hale geldi.

29 Ekim 2023’te görüşlerinden veya yayınlarından ötürü birçok gazeteci, STK temsilcisi veya politikacı değişik gerekçelerle cezaevlerinde. Ayrıca ülkenin vatandaşı olup da farklı düşünceler ve eğilimler içinde oldukları gerekçesiyle yasal korkular ve yaptırımlar nedeniyle ülkeye giremeyen veya çekinen insanların toplamı azımsanmayacak derecededir. FETÖ davaları gerekçesiyle ilgili piramidin altında yer alan ve ezilen binlerce insan mağdur durumdadır. Merhum Özal bu manada yurt dışında yaşayan muhalif aydınların ülkeye kazanımına ilişkin ihtilal sonrası merhum İnönü’nün benzeri jestini yaptığını burada hatırlamak önemli olabilir.

Gönül böyle bir anlamlı günü mevcut iktidarın silahlı teröre başvuran ve sebep olanlar dışında bir siyasi af ile değerlendirebilmesini isterdi. Kimsesizlerin cumhuriyetine yakışan da buydu.

Başta zikredildiği gibi tarihsel travmalarımızın çözümlenmesi ve duygusal gerilimlerin sağlıklı boşalması gerekmekte.

Ne yazık ki Sayın Kılıçdaroğlu’nun CHP’yi dönüştürme ve Sayın Davutoğlu’nun 6’lı Masa uzlaşma doktrini çabaları kutuplaşma ekseninde siyasette ve toplumda bir karşılık bulamadı. 2. yüzyılımıza girerken bizlerin travmaya duyarlı kurumlar ve liderlere ihtiyacı var. Muhtemelen duvarları gelecekte bu kurum ve liderler aşabilecektir.

Eğer 3. yüzyıla tek parça olarak girebilmek arzusundaysak, Cumhuriyetimizi, sonraki kuşaklarımıza, ötekimiz olmaksızın, herkes için, ortak bir geleceğin rüyası ve kimsesizlerin de cumhuriyeti olarak devam ettirebilmeliyiz.

Bu Cumhuriyetin hisseleri 80 milyona eşit dağıtılmıştır. Hiçbir şahıs, kurum veya topluluğun hisselerde ayrımcılığı olmamalı. Zira bu Cumhuriyet hepimizin Cumhuriyeti.

 

Tarık Çelenk, Araştırmacı, Yazar

 

[1] https://www.karar.com/gorusler/post-emperyal-travma-hal-i-purmelalimiz-1796328

[2] Rousseau ve Bellah’ın tanımı. Kaynağını geleneksel dinden alan ancak seküler karakterde üretilen toplumsal birleştirici unsur olacağına inanılan üretilmiş din anlayışı.

[3] Taha Akyol “Neden 29 Ekim” kitap- Doğan Yayınevi


Sitemizin açılışında ilk dosya konusunu “100. Yılında Cumhuriyet” olarak belirledik.
Bu yazı 100. Yılında Cumhuriyet Dosyası‘nda yayımlanmıştır.
Dosyanın diğer yazıları için buraya tıklayınız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir