Değişmeye çalışan CHP’ye Hollanda, Arjantin ve 14 Mayıs’tan dersler

Değişmeye çalışan CHP’ye Hollanda, Arjantin ve 14 Mayıs’tan dersler

Siyaset, piyasa; CHP ise, iktidar karşısında muktedirleşmelidir. Bunun da ilk adımı, Türkiye’de konut sahipliğinin nasıl bir yöntemle yaygınlaştırılacağının belirlendiği bir “imza proje” olabilir. Böylece hem Türkiye’nin bu yaygın sorununa kamucu bir cevap verilirken hem de büyük ölçüde “inşaat rantı”na dayanan mevcut iktidarın sınıfsal olarak yapamayacağı halkçı bir tercih yapılmış olur.

1980’lerden sonra hem dünyada hem de Türkiye’de egemen hale gelen neoliberal dönemle beraber, “ekonomiyi siyasetten bağımsızlaştırmak” diye bir safsata ortaya atıldı. Elbette böyle bir şey mümkün değildi. Üstelik böyle bir iddianın kendisi, ideolojik rakiplerini silahsız bırakan, bilimsellik zırhının arkasına saklanmış bir siyasetti. Siyaseti piyasacılığa mecbur bırakan neoliberal siyaset…

Ancak böyle bir ekonomi anlayışı, değil sorunların çözümü, aksine sorunların nedenidir. Bir kere 1980 öncesinde toplumsal olan refah taleplerinin, kişilerin bireysel refah ya da zenginleşme talepleriyle ikame edildiği, tek kutsalın “köşeyi dönmek” olduğu bir düzende birey, toplum, siyaset ve ekonomi arasındaki bağ kopmuş demektir. Böyle bir düzende elbette bireysel zenginliğe ulaşmak için toplumsal açıdan neyin “iyi” olduğu dikkate alınmaz; çünkü zafere giden yolda her şey mubahtır. Başka bir ifadeyle, bu düzende ahlak çökmüş demektir.

Nitekim siyaseti ekonomiden soyutlayan bu anlayışın sonucunda devlet, sosyal adaletçi rollerinden arınmış ve rolü de adeta yaşam biçimleri ve hak arayışları üzerinde bir tahakküm aracı olmaktan ibaret kalmıştır. Bauman’ın “siyasetin iktidarsızlaşması”; Bordoni’nin ise, “devletin kendi tebaasından sorumlu olmaksızın onları yönetmesi” olarak tanımladığı bu durumda her birey kendinden sorumludur ve devlet, toplumsal rollerini piyasaya devretmiştir. İşte böyle bir durumda hem siyaset hem de toplum kaçınılmaz olarak yozlaşır. Siyasette gücü ele geçirenin kendisi ve çevresini kalkındırıp bu belirsiz, güvencesiz hayatta “dünyalığını yapıp” kendisi ve yakınlarını garanti altına alma kaygısını, toplumun karşılığını göremediği vergiden kaçınma çabasından, kayrılmak için siyasetçi kapılarını aşındırmaya varana dek, toplumsal iyiyi tahrip etme pahasına kişisel çıkarının peşinden koşması takip eder.

Dolayısıyla bu çağda; toplum bireyle, ahlak yozlaşmayla, siyaset ise piyasacılıkla yer değiştiriyor. İşte bu da, müesses siyasetin ve siyasetçinin itibar kaybına sebep oluyor. Toplum gözünde adeta “yağmacı”ya dönüşen siyasetçiler ve sorun çözmek yerine sorun üretmenin kurumsallığını temsil eden siyaset kurumunun itibar kaybı ise, toplumları merkez siyaseti temsil eden aktörlerden koparıp, radikal olana, aşırıyı söyleyene ve farklılaşana yönlendiriyor. Nitekim Demir Leydi Thatcher’ın dediği gibi, “Toplum diye bir şey yok!” (There is nothing such a society) ise eğer, toplumsal barışın da bir anlamı yoktur. Dolayısıyla radikali söyleyene yönelmenin de bir sakıncası olmayacaktır…

Margret Thatcher

Eğer ortak düşmanın neoliberalizm ve buna bağlı olarak siyasetin iktidarsızlaşması olduğunu gösterecek bir hikâye yaratılmazsa; aşırı sağ, yeni “aşırılıklar çağı”nın parçalarından biri olmaya aday.

SİYASETSİZLİK, AŞIRI SAĞ VE TOPLUMSAL EŞİTSİZLİK

Bu anlayışa göre siyasetin müesses aktörleri, sorunları çözemediği gibi, bir de göç gibi sorunlara sebep oluyorlar. Öfkelerini göçmenler ve sistem partileri gibi “ortak düşmanlar”la besleyen aşırı sağ partiler de özellikle gençlerin uğrak noktası oluyor.

Bu da bize bir şeyi gösteriyor: Eğer ortak düşmanın neoliberalizm ve buna bağlı olarak siyasetin iktidarsızlaşması olduğunu gösterecek bir hikâye yaratılmazsa; aşırı sağ, yeni “aşırılıklar çağı”nın parçalarından biri olmaya aday.

Çünkü hâlihazırda 280 milyon insanın doğduğu ülkelerin dışında yaşamını idame ettirmesinin de en temel nedeni, neoliberalizmin merkez ülkeler haricindeki ülkelere dayattığı yoksulluk. Yani, insanların ülkelerinde kalmasını istiyorsak da bu düzenle evrensel bir hesabımız olmalı. Bu olmazsa hem göçün arttığı hem de buna bağlı olarak aşırı sağın yükseldiği küresel bir kısır döngü içine gireceğiz. Nitekim, ardı ardına yaşanan Arjantin ve Hollanda pratikleri de karşı karşıya olduğumuz tehlikeyi bir kez daha gözler önüne serdi.

Bu bağlamda Thomas Piketty, yakın zamanda yayınladığı “A Brief History of Equality” başlıklı çalışmasına kulak vermekte fayda var. Henüz dilimize kazandırılmamış olan bu eserin argümanını özel kılan şey, onun yalnızca adil bir gelir dağılımının yetmeyeceğini, ayrıca miras ve mülkün de yeniden dağıtılması gerektiğini iddia etmesidir.

Peki, bunun finansmanı nasıl sağlanacaktır?

   

Piketty’nin hesaplamalarına göre, milli gelirin yüzde 5’ine tekabül eden, miras ve toplam gelire göre yükselen kademeli vergilendirmeyle…

Bunun sonucunda, Avrupa’da mevcut durumda en zengin yüzde 10’un mülkiyetin yüzde 60’ını, yüzde 40’lık orta sınıfın yüzde 40’ını ve en yoksul yüzde 50’nin yüzde 10’unu elinde tuttuğu düzen sırasıyla şöyle değişecektir: yüzde 20, yüzde 45 ve yüzde 35.

Türkiye’de de nesiller boyu aktarılan eşitsizliğin temelinde yatan şey mülkiyet eşitsizliğidir.

İYİ Parti İzmir Milletvekili Ümit Özlale’nin ekibinin yaptığı çalışmaya göre, en zengin 8 milyon kişi, menkul kıymet gelirinin yüzde 52’sine, gayrimenkul gelirinin yüzde 59’una sahip.

Daha da acısı, 25 milyon hanenin yalnızca 3,5 milyonu tüm mülkiyet gelirini elinde tutuyor.

Nitekim, İBB Genel Sekreter Yardımcısı Dr. Buğra Gökçe de benzer bir konuya dikkat çekiyor:

“İnsanlar, ‘Her yere konut yapılıyor nasıl oluyor da insanlar evsizleşiyor’ diyebilir. Birileri mükerrer konut aldığı için esas ihtiyaç sahibi ev alamadığı için bu oran (ev sahipliği) düştü. Birileri 15. evini aldığında bu rakam artmıyor. Bu rakam gerçek ihtiyaç sahibi hane halkı ev sahibi olduğunda artıyor. Peki, gerçek ihtiyaç sahibine devlet olarak konut ürettik mi? TOKİ’nin son 20 yılda ürettiği konutların sadece %5’i sosyal konut…”

Dünyanın çeşitli yerlerinde aşırı hareketlerin yükselişine neden olan siyasetin iktidarsızlığı halinden Türkiye de azade değildir elbette.

CHP için atılması gereken ilk adım, siyaseti piyasa karşısında muktedirleştirmektedir. Çünkü Türk siyasetinin mevcut yapısında siyaset de demokrasi de bir soru değildir. Siyasetin ahlakçı ve güvenlikçi bir perspektiften iktidar tarafından kolonize edildiği bir düzenden çıkışın yolu elbette bu rejimle çatışmaktır. Ancak bu çatışma, kimlikleri besleyen ve iktidarın siyasetine hizmet eden bir alandan değil, iktisadi saha üzerinden cereyan etmelidir.

CHP’NİN ÖNÜNDEKİ TEK SEÇENEK: SİYASETİ PİYASA KARŞISINDA MUKTEDİRLEŞMEK

SES Verilerine Göre Yeniden Refah’ın Oy Oranı (İstanbul)

Not: A+ En Yüksek, E ise en düşük Sosyo Ekonomik Statüyü (SES) gösterir.

Türkiye’de de bu trend özellikle 3 harekete eğilim şeklinde ortaya çıkıyor: ZP, YRP ve TİP. Yukarıdaki tabloda da görüldüğü gibi yoksul mahallelerde yoğunlaşmalarına rağmen YRP’liler, iktisadi konular yerine, iktidarın öne çıkardığı ahlaki konuları gündeme getirmeyi öncelemişlerdir. Özellikle iktidarın muhalefete dönük olarak uyguladığı “LGBTİ’ci olma!” ithamına dayanan hakikat-ötesi propagandasının, Cumhur İttifakı’nın özellikle YRP kanadında karşılık bulduğunu araştırmamda gözlemlediğimi rahatlıkla ifade edebilirim. Bu, YRP’nin nafaka ve İstanbul Sözleşmesi karşıtlığı üzerinden aile yapısının sürekli olarak tehdit altında olduğunu vurgulayan propagandasının bir sonucu kabul edilebilir.

Nitekim saha araştırmamda gözlemlediğim bir diğer sonuç da, YRP seçmeninin AK Parti’ye, “LGBTİ’cilerle yeterince mücadele etmediği” gerekçesiyle kızarak bu partiye yöneldikleri. Öyle ki AK Parti’nin bir “münafık yuvası”na dönüştüğünü ve böyle bir yapı içinde Erdoğan’ın “bu hayasızlar” ile gerektiği gibi mücadele edemeyeceği gerekçesiyle YRP’nin Erdoğan’ın imdadına yetişeceğini düşünüyorlar. Ayrıca Erdoğan’la bir rekabet iddiasında da değiller. Erdoğan’ın siyaseti bıraktığında görevin Fatih Erbakan’a düşeceğini düşünüyorlar daha çok. Dolayısıyla rastladığım bir diğer sonuç da Erdoğan’a değil, AK Parti’ye rakip olan ve demokratikleşme gibi “Millet İttifakı’nın ağzıyla” konuşmayıp, bunun yerine yoksulların ekonomik taleplerini dillendirdikçe, yani “yerli ve milli muhalefet” olduğu sürece YRP’nin AK Parti tabanında kendisine çekebileceği çok ciddi bir potansiyel hâlâ var.

Bu bağlamda CHP için atılması gereken ilk adım, siyaseti piyasa karşısında muktedirleştirmektedir. Çünkü Türk siyasetinin mevcut yapısında siyaset de demokrasi de bir soru değildir. Siyaset de demokrasi de birkaç sorudan ibarettir: Yerli ve milli misin, değil misin? LGBTİ’ci misin, değil misin? PKK’lı mısın, değil misin? Siyasetin ahlakçı ve güvenlikçi bir perspektiften iktidar tarafından kolonize edildiği bir düzenden çıkışın yolu elbette bu rejimle çatışmaktır. Ancak bu çatışma, kimlikleri besleyen ve iktidarın siyasetine hizmet eden bir alandan değil, iktisadi saha üzerinden cereyan etmelidir. Burada ise kritik bir nokta vardır: Bu çatışma, seçmenin günlük iktisadi taleplerini ya da iktidarın seçim sathında bir kararnameyle çözüp, tıpkı 14 Mayıs öncesinde olduğu gibi muhalefet yıllardır savunsa da kendine tahvil edebileceği sorunları aşan bir içeriğe sahip olmalı ve doğrudan sistemi, Ecevit’in ifadesiyle, sürekli sorun üreten “bozuk düzen”i hedef almalıdır.

Yani siyaset, piyasa; CHP ise, iktidar karşısında muktedirleşmelidir. Bunun da ilk adımı, Türkiye’de konut sahipliğinin nasıl bir yöntemle yaygınlaştırılacağının belirlendiği bir “imza proje” olabilir. Böylece hem Türkiye’nin bu yaygın sorununa kamucu bir cevap verilirken hem de büyük ölçüde “inşaat rantı”na dayanan mevcut iktidarın sınıfsal olarak yapamayacağı halkçı bir tercih yapılmış olur.

Nitekim siyaset topluma ne yapmak istediğinizle, nasıl bir toplum yaratmak istediğinizle ilgili bir şeydir. Siyaset, dağınık halde yaşayan bireyleri “Ben kimim?”den, toplum olmanın alametifarikası olan “Biz kimiz?” sorusuna geçirebilecek bir kimlik inşa edip edemediğinizle ilgili bir şeydir…

Onur Alp Yılmaz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir