Gümüş biriktiren kadın

Gümüş biriktiren kadın

Yağmurlu yeryüzüne baktı penceresinden. Tebessümsüz, kadri bilinmemiş. Gözleri, şefkat arzusunu ifade edememiş. Öfkeli, kırgın çünkü önce. Kızıl kahve saçları huzuru getirmemiş, elleri anaçlığını arz edememişti. Henüz kulağına gelmemişti ama adını bilmeyenler ona “gümüşlü kadın” diyordu. Hakir gördüğü şeyleri biriktirmiyordu ama alışık olunmayan türden bir biriktiriciydi o da.

Dışarıda yağan yağmurun serinliğini hissetmek istedi. Pencereyi açar açmaz neşeli okul çocukları gibi soğuk öpücükleriyle yüzüne kondu yağmur damlaları. Ürperdi, tazelendi. Evine doluşan rüzgârla uçup gitti sabaha kadar yüklenen keder. Bu kadar yeryüzü yağmuru yeter, dedi, kapadı pencereyi. Yağmuru evine taşımıştı. Kahvesinin son yudumunu içti. İşte günün en güzel anı da bitmişti. Ağzında kalan acı tadı kovalamak için dilinin ucunu dudaklarında silkeledi komik bir sesle. Günün tek eğlenceli oyunuydu bu. İçinde bir yerlerde gülecek bir şey olsa gülmeye hazır biri vardı demek ki. Tırnaklarını tıkırdattı camda, asılı kaldı parmakları. Sol yüzük parmağında tüm zarafetiyle yeşil yeşim taşlı yüzüğü, orta parmağında her an maceraya hazır kırmızı mercan taşlı yüzük vardı. İşaret parmağında ise lacivert lapis taşlı yüzük, tüm hüznünü yansıtıyordu. Anı müzesi gibiydi bedeni. Yüzüklerin her biri başka zamanların, başka acıların nişanıydı. Onu gören önce yüzüne, sonra hüznüne bakardı. Kelimelersiz anlardınız tüm hikâyeyi.

***

Berduş gibi giyinmeyi severdi. Berduş kıyafetleri ve bedenini süsleyen bu gümüşlerle gittiği her yerde kendi dünyasından dünyaya inmiş bir prenses gibiydi. Tesadüf ettiğinizde, o sizin dünyanıza dâhil olmazdı, siz onun dünyasına konuk olurdunuz sanki.

Yaşamın anlamını idrak edebilmek için ermişlere sormuş, hakikatin kokusu nereden geliyorsa oraya koşmuş, eline geçen ne varsa okumuştu. Yüzüyordu bir deryada ama kana kana içeceği duru suyu bulamamıştı henüz. İçtikçe kanmaktan çok kavrulmuştu. Ama yanmaya değmez mi o hakikat? Nerede görülmüş aklıyla, tutkusuyla yola çıkanın eli boş döndüğü?

Yol boyunca çok hikâye, varsayım duymuştu, her birini ilmek ilmek yormuştu. Yeni hikâyelere karnı toktu artık. Siz bir konuşmaya başlayın hele, söylemeye lüzum görmeden kendi içinde bir cümlede akıtıverirdi boyanızın astarını. Sizi sınıflandırır ve diğer sınıflandırılmışları dizdiği raflarından birine kaldırır, çekilirdi kendi âlemine.

Yaşamı anlamlandıran şeylerin acılar ve mucizeler olmadığını anladığında hem sevinmiş hem üzülmüştü. Bindiği gemi deryaları aşıp da o en baştaki noktaya geri döndüğünde gördüğü manayı tarif edebilmek, anlatabilmek, aklına sığdırabilmek imkansızdı. Öyle sarsılmıştı ki, ermişlerin dediği gibi canından geriye bir teni kalmıştı doğrusu.

“Başında bildiğin sonunda anladığındır” demişti ya bir ermiş. Nihayet şimdi fark ediyordu yol boyunca bildiğini. Kimselere anlatamıyordu ama. Nasip olmaz herkese böylesi yalnızlık.  Diline, kalbine kilit vurulmuş gibiydi. Aklından başka yareni yoktu. Dünyadaki her şeyin anlamı değişmişti böylece, doğal olarak akışı da.

Son zamanlar artık akıllı olmaya çalışmaktan da yorulmuştu. Yüzünde bir İstanbul riyası, bir Kadıköy karasıyla suskunlaşmıştı. Olayları duygularıyla değil mantığıyla dinliyor, yerine göre yapmacık insansı tepkiler vermeye çalışıyordu. Ormana giden yolda bir sincabın ezilip bağırsaklarının dışarı fırladığını gördüğünde içini bir acıma hissi kaplamıyordu artık. Bağırsağın ilk defa sokağa fırlayıp üşümesi tuhaf geliyordu, sincabın ölümü değil.

Tanrısıyla sonsuzca deneyimdi artık hayatının meşgalesi. Bildikçe değişiyor, kendini, dolayısıyla dünyayı tanınmaz hale getiriyordu. Kimse bir defada tarif edemez bu hayatı. Öyle karıştı ki yumak, yok olmadıkça kimse çözemez.

***

İçinde bir ateş yanmaya başladı. Buharlı bir makine gibi harekete geçirdi onu. Gümüşçüler Çarşısı’na gitmek, tezgâhları gezmek, kafasını dağıtmak istedi. Sıkılmıştı kendinden. Raif orada mıdır, diye düşündü. Yanakları allanmadı. İçini bir sıkıntı kapladı. Sevilmek, ilgilenilmek bile lüzumsuzdu. Zamanın kuşuydu artık o. Bildiği en iyi şey uçmaktı. Varacağı yeri bildikten sonra en iyi şey uçmak. Kadın koleksiyoncusu erkeklerdendi Raif. Kendisinin de bir gün sergileneceğini görmekten korktuğu bir vitrini vardı sanki. Kararını vermişti çoktan, o vitrinde asla olmayacaktı.

***

Raif’in dükkânına gitti öğleden sonra. İçeri girdiğinde dükkânda fesli, sakallı biri daha olduğunu fark etti. Yüzü tanıdık gibiydi ama böyle biriyle tanışıklığı olmadığını da biliyordu. Uzun zaman olmuş buraya gelmeyeli, diye düşündü. Raif’e baktı kaşları çatık bir şekilde. Kim bu, diye sordu bakışlarıyla. Raif, onu her gördüğünde yüzünde beliren gülümsemesiyle oturması için işaret etti eliyle. Çay isteme bahanesiyle gönderdi çırağını.

– Bizim Kenan o, dedi. Bir tarikata girmiş. Hocası böyle giyinmesi gerektiğini söylemiş, o da böyle giyiniyor. Karısı tesettürlüydü zaten, onu da çarşafa sokmuş.

– Kendi ne yapıyorsa yapsın, karısını neden karıştırıyor?

– Daha fenası var. 8 yaşındaki oğluna bile fes taktırıp şalvar giydiriyor.

– Ne hakkı var buna ya? Sinirden suratı kıpkırmızı olmuş, yeni neslin daha körpe zamanında körelmesine tahammül edemeyerek sesi titremeye başlamıştı.

-Çok daha fenası var, dedi Raif.

-Daha ne olabilir ki, dedi Gümüşlü Kadın, gözlerini fal taşı gibi açarak.

– 2 yaşında bir kızı var. Ona bile küçük üçgen mendil gibi bir bone takıyorlar. Eşarp niyetine…

– Ne? Diye bir çığlık kopardı. Nasıl olabilir. O bebeği nasıl örtebilir?

O esnada Kenan elinde iki çayla saf bir gülümsemeyle içeri girdi Kenan. Gümüşlü Kadın, gizlice işlediği cinayeti az önce öğrenmiş gibi bakıyordu Kenan’a. Çayları bıraktı önlerine tuhaf tuhaf ikisine de bakarak. Raif Abi’si muzır muzır gülümsüyordu da, şu cadı kadın neden ona yiyecekmiş gibi bakıyordu?!

– Sen 2 yaşındaki kızının başını mı örtüyorsun, dedi Gümüşlü Kadın hınçla lafa dalarak. Raif’in gözleri açıldı, şaşkınlıkla bakakaldı bu açık sözlülüğe. Kenan donakaldı. Şu tanrıya şirk koşan ahmak kadınlardandı demek. Nasıl anlayacaktı ki onu? Yine de bu şirret kadına pabuç bırakacak değildi, girişti lafa.

– Sapıklardan koruyorum, dedi. Duymuyor musun bir yaşında bebeklere bile tecavüz ediyor namussuzlar.

– Ulan senin gibi sapıklar ediyor o tecavüzü. 2 yaşındaki çocuğun ne cazibesi olacak ki örtüyorsun onu, çıldırtma beni, dedi.

Çıldırmıştı halbuki çoktan.

– Doğru konuş lan!! Karı mısın kız mısın, doğru konuş, dedi Kenan. Bu kadının canını ne acıtırdı? Daha nasıl aşağılar, nasıl hakaret edebilirdi bilemiyordu. Raif girdi lafa.

-Terbiyesizleşme, dedi Kenan’a. Abartma sen de Leyla’cım, dedi gülerek.

-Abartmak mı? Ben mi abartıyorum? Hayır efendim, abartmıyorum. O sapık, sen de işgüzarsın. Erkek değil misin, hepiniz aynısınız!! Zevk alıyorsunuz kadınları aşağılamaktan. Küçük, büyük hiç fark etmez. Kiminiz seks oyuncağı gibi görüp aşağılıyor, kiminiz yobazlıkla.

Kenan seks lafını duyduğu anda kıpkırmızı kesilmişti. Kesseler ağzını açıp konuşamazdı artık bu kadınla. Seks, dedi kadın! Soluk almadan devam etti Leyla ama Kenan gerisini duyamazdı. Kulaklarına bir uğultu dolmuştu, çok derinlerden gelen çığlıkları seçebiliyordu sadece. Zaten kadın Raif’e dönmüş, ona bağırıyordu artık. Kendisiyle konuşmuyordu bile.

– Ağzını açıp şu geri zekâlıya dini ondan bundan değil, açıp kitaptan okuması gerektiğini anlatmıyorsun da öyle gevşek gevşek izliyorsun. Aman elini taşın altına koyma. Ahlakınız da batsın, adamlığınız da. İğrenç herifler. Lanet olsun! Lanet olsun hepinize, dedi ve terk etti dükkânı. Gözleri dolmuştu..

Hiç bir yere sığamıyordu gene. Hiç bir yere. Ahlaksızlık, vicdansızlık, riyakârlık, cahillik her yerdeydi. Koca dünyada bu kadar bilgi varken, hâlâ nasıl bu kadar kör, sağır kalabilir insan?

– Aptal, diye bağırdı birden yüksek sesle.

– Aptaal, diye uzata uzata bağırdı.

Etrafındaki esnaf gülüşüyordu. Belli ki Raif Bey bir hanımın daha canını yakmıştı. Kendi kendine söylene söylene iniyordu yokuştan.

– Onu dinleyen geri zekâlı kadında asıl suç. İki yaşındaki bebeğin tüy gibi saçlarını örtmüş, sapık herif.

Bilmek mi daha kötüydü? Yoksa hiç bilmeden yaşamak mı? Kendisi bilmişti de ne olmuştu sanki? Bilmek ama söyleyemeden yaşamak öyle zor ki. Bilmiyorlar diye aşağıladığı insanlarla aynı havayı soluyor, aynı tezgâhtan alış veriş yapıyordu. Dışarıdan bakıldığında kimse anlayamazdı aradaki farkı. Öyleyse yoktu belki de arada bir fark. Onları değersiz, kendisini değerli yapan şey neydi aynı hayatı yaşadıktan sonra. Daha gergin, daha üzgün, yani daha çaresiz hissetmekten başka ne farkı vardı. Yaşadığı hayattan memnunsa ne farkı vardı bilmekle bilmemenin. Hem o kim oluyordu da doğru veya yanlış hayatın ne olduğuna karar verecekti? Kibrini gördü. İşte bu yüzden o nasıl hakir görüyorsa diğerlerini, onlar da bu yüzden onu hakir görüyorlardı. Görünmeyen ama kokusu duyulan bir şeydi kibir. İnsanlar sezer ve uzaklaşırdı ortama sindiği anda.

Etrafında kaygısızca alışveriş yapan insanları izleyerek ve sakinleşerek yürüyordu şimdi. Kimi hayatını yaşamak için gösterişli eşyalar biriktiriyordu. Kimi bolca para. Kimi ün, alkış biriktiriyordu. Kimi hikâyeler, kimi bedenler. O bilgi biriktiriyordu da ne oluyordu sanki? Var mıydı diğerlerinden bir farkı? Daha doğru mu yaşamıştı? Daha işe yarar bir hayatı mı vardı?

Yine de neden yaşadığını bilerek yaşamak çok farklıydı.. Anı anda yaşamak. Kaygılarla, korkularla, zanlarla ne geçmişin ne geleceğin koridorlarında kaybolmadan, hayatı tüm gerçekliğiyle o anda yaşamak. Yazacağı kitabın meselesini koymuştu işte o an ortaya.

Öleceğini bilen bir insan neden yaşar? Nasıl yaşar?

Gümüşlü Kadın’ı izliyordu bir ağacın dalında Kartonpierre. Bu kadın, hiç vazgeçmeyecek.

Nur Betül Aras
Latest posts by Nur Betül Aras (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir