Felaketin keyfini çıkarmak

Felaketin keyfini çıkarmak

Son kentsel dönüşüm modeli, sürekli yaşanan bir savaş gibi yıkıp yeniden yapmaya dayanıyor. Bu gelişmeyi düzenleyemeyen, yerle temas kurmayan, karşılıklı öğrenmeye dayanmayan travmatik, insanları terörize eden, zaman boyutundan arındırılmış bir dönüşüm modeli.

Kentsel dönüşümle ilgili yeni düzenlemeler bana fena halde şu bildik “Titanic Metaforu”na verilen referansları hatırlatıyor. Yöneticiler, geminin kesinkes batacağını çoktan anlamışlardır. Ancak cankurtaran teknelerinin yeterli olmadıklarını bilen yetkililer gemi iyice yatıp, alt kattaki üçüncü mevkideki yolcular uyanmadan sıvışabilmek için orkestradan ninniler çalmasını isterler (*).

Şimdi şehrin Anadolu yakasında, sağlam, az katlı binaların yıkıldığını ve yerlerine çok katlı binalar yapıldığını görüyorum. Yıkılanların içinde modern mimarlık mirası, tanınmış mimarlara ait, iyi mühendislik hizmeti almış binalar var. Mülk sahipleri, “Talih kuşu sırtımıza kondu” diye seviniyorlar. Oysa bu kentsel dönüşüm modeli bir taraftan eldeki sağlam yapı stoğunun imha edilmesini sağlarken, şehrin yoksullaşmasına ve risklere karşı kırılgan hale gelmesine neden oluyor. Ayrıca yeni yapılan binaların bir depremde yıkılmayacak olsalar bile hasar görmeyecekleri söylenemez. Demek ki “yatırım” olarak değerleri de katılımcı olmayabilir. Buna karşılık gelişmeyle, yerle ilişki kuran, temas eden bir risk azaltma planı yok. Yalnızca kentsel dönüşüm yasalarıyla, zaman boyutundan arındırılmış imar planlarıyla şehrin temsil edilebileceği, risklerin yok edilebileceği varsayılıyor.

Üniversitelerin, kamu kamu kuruluşlarının adını kullanan birtakım kişiler, parası karşılığı çürük raporu veriyorlar semtin en sağlam yapılarına.

Belediye durumdan çok memnun; kasası doluyor, taşıyor. Yandaşlarını işe alıyor, bol keseden para dağıtıyor. Bu arada rakiplerine çalım atıyor, yaz festivalleri, kültür faaliyetleri ile.

Yaklaşan felakete karşı yoksul halk uyanmasın diye; sanki her şey yolunda gidiyormuş gibi… Bu kentsel dönüşüm modelinde ortada İstanbul için bir risk azaltma planı yok. Semtlerle ilgili bir “mikro bölgeleme” çalışması yapılmamış. Ama üniversitelerin adını, kamu imkânlarını kullanarak para karşılığı çürük raporu verenler, küplerini dolduran küçük bir zümre yaklaşan felaketin keyfini çıkarıyor.

Son elli yıl içinde şehir sanki bir yapboz oyunu gibi sürekli yıkımları sahne oldu, inşaat çalışmaları hiç eksik olmadı. Benim çocukluğumun geçtiği semtler, Anadolu yakasının kıyıya yakın yerleşim alanları, bu süre içinde neredeyse dört kere yıkılıp yeniden inşa edildi.

BU DÖNÜŞÜME KAYNAK MI DAYANIR?

Son elli yıl içinde şehir sanki bir yapboz oyunu gibi sürekli yıkımları sahne oldu, inşaat çalışmaları hiç eksik olmadı.

Benim çocukluğumun geçtiği semtler, Anadolu yakasının kıyıya yakın yerleşim alanları, bu süre içinde neredeyse dört kere yıkılıp yeniden inşa edildi.

Bu dönüşümün bir öncesi de vardı. “Semtin köylüleri” diyeceğim, balıkçıları, kasapları, bakkalları, bahçecileri, bostancıları, marangozları, cümle esnafı, Rumlar’dı. 19. yüzyıl sonuna doğru, düzenli ulaşım seferlerinin başlaması ile Levantenler de gelmiş, köşkler inşa ettirmişlerdi. Sonra onları örnek alarak ulus-devletin yeni zenginleri modern villalar yaptırmışlardı. Kadıköy’ün merkezi, istasyon ve iskele bölgelerindeki yapıları, eski yerleşim dokusu hariç, bu yakası iğneyle işlenmiş gibi güzellikteki bir sayfiye alanına dönüşmüştü.

Benim çocukluğumda önce bu olağanüstü güzellikteki köşkler ve villalar yıkıldı, az katlı apartmanlar yapıldı. Bu dönüşüm daha çok mülklerin el değiştirmesi ile gerçekleşti. Eğer eski sahipleri yaşıyor olsaydı, zannetmiyorum ki böyle bir dönüşüm yaşansın. Ben orta eğitimdeyken birinci köprü açıldığında, bu mütevazi ama nitelikli apartmanlar yıkıldı, biraz daha yüksekleri yapıldı. Üniversitedeyken bunlar yıkılmaya, biraz daha yüksek ama biraz daha sıradan olanları yapılmaya başlandı. Şimdi de bu sonradan yapılan binaların neredeyse hepsi yıkılıyor. Bu dönüşüm furyasının başladığı zamanlarda yapılaşma alanının (emsal deniyor) artırılması için şehrin Kadıköy yakasındaki müteahhitlerin kendi aralarında para topladıklarını söylenirdi.

Çürük raporunu parası karşılığında bir üniversiteden almışlar. İşi de belediyeden ayarlamışlar, parseli ikiye bölüp arkaya yüksek bir bina dikeceklermiş. Sevineceğime şu yaptığıma bir bakın! Gösterdiğim tepki onu benden daha fazla şaşırtmış olmalı. Dedim ya, benim de Çürük raporu aldık!” diyerek zil takıp oynamam gerekiyormuş.

ÜZÜLMEK YERİNE ZİL TAKIP OYNAMAK

Anlaşılan burada bir mülkü olan bir kişi olarak benim de “zil takıp oynamam” gerekiyormuş.

Çünkü ilkokuldayken yıkılan köşklerin yerine yapılan apartmanlarda doğan, sonra onları yıktırıp, lüks dairelere yerleşen ve “semtin havasından etkilenen” neredeyse bütün eski arkadaşlarım şu anda yepyeni bir dönüşüm furyasının içinde yer alıyorlar. Bu arada aile içi anlaşmazlıklar, çekişmeler had safhaya çıkmış durumda.

Nitekim günlerden bir gün, apartman yöneticisi beni arıyor. “Hayrola.” diyorum, “Bu adan durup dururken beni aramaz, önemli bir şey olmalı.”

jde, müjde Korhan Bey… Bizim apartman için çürük raporunu aldık.

Ne diyeceğimi bilemiyorum; önce kısa bir sessizlik.

Neden söz ettiğini -biraz geç de olsa- anlıyorum sonra.

Ailemin oturduğu, benim çocukluğumun geçtiği, tanınmış bir mimar profesörün (Utarit İzgi) tasarladığı, olağanüstü sağlamlıktaki ve güzellikteki bir binanın yıkımı için (gene bir profesörün imzasını taşıyan) “çürük raporu”nun alındığını müjdelemek amacıyla arıyor.

Şaşkınlıkla bir süre suskun duruyorum. Sonra yutkunup, bir cevap vermeye çalışıyorum:

Çürük mü? Olamaz. Bir yanlışlık olmalı. Apartmanın olağanüstü sağlamlıkta olduğunu pek ala siz de biliyorsunuz. Bir kere projelerinin mükemmel bir şekilde, en iyi uzmanlar tarafından hazırlandığını biliyoruz. Bu binayı yaptıranlar, ki iş insanları olarak tanınmış bir ailedirler, geçmişte bizimle birlikte oturuyorlardı ve anlattılar mühendislik projelerinin ve uygulamanın nasıl güvenli şekilde yapıldığını, en iyi malzemeleri kullandıklarını… Üstelik de söylediklerine göre bina imar hakkından iki kat eksik yapılmış…

Sanki karşımdaki bunları bilmiyormuş gibi hem komşu hem de bir mimar olarak binanın yıkılmasına gerek bulunmadığını izah etmeye çalışıyorum. Karşımdaki kişi bu müjdesine aldığı beklenmedik cevap karşısında benden de şaşkın bir vaziyette olmalı ki o da yutkunuyor. Gene bir sessizlik.

Bir süre sonra da attığı bir kahkaha ile rahatlayıp, “Anlarsınız ya!” deyiveriyor.  Söylediği ya da söylemek istediği şu: “Binanın sağlam olduğunu, nitelikli projelerle tasarlandığını, uygulandığını ben de biliyorum. Sizin bir mimar olarak bu işlerden biraz uzak kaldığınızı anlıyorum. Buradaki meselemiz başka. Talih kuşu başımıza kondu, bunu nasıl anlamazsınız!

Çürük raporunu parası karşılığında bir üniversiteden almışlar. İşi de belediyeden ayarlamışlar, parseli ikiye bölüp arkaya yüksek bir bina dikeceklermiş.

Sevineceğime şu yaptığıma bir bakın! Gösterdiğim tepki onu benden daha fazla şaşırtmış olmalı.

Dedim ya, benim de Çürük raporu aldık!” diyerek zil takıp oynamam gerekiyormuş.

Bu tatlı muhabbete dayanamayıp, bu ilişkiye girmemek için bir hafta içinde daireyi karşıdaki emlakçıya “Ne eder?” deyip, veriyorum. Anında satılıyor. Apartman yöneticisi kimliğini benden gizleyerek evi satın almış.

İşte size bire bir örnek. Afetin ta kendisi, bu piyasaya teslim olan “kentsel dönüşüm” modeli. Şehri spekülasyon nesnesi haline getiriyor. Yapı sağlammış, çürükmüş kimin umurunda?

Yaşanan felaketler, bunun altını çizerek söylemek zorundayım, anayasal bir kriz”e işaret ediyor. Bu kriz, gerçek bir anayasal kriz olduğu için, komplike bir durum. Bu nedenle krizi neyin, kimin yarattığı görülmüyor. Devlet vatandaşlarının can güvenliğini, malını, sağlığını koruyamıyor, gerekli önlemleri almakta yeterli olamıyor. Ama çareyi insanları dönüştürerek yaşanan krizi ört bas etmekte buluyor.

KENTSEL DÖNÜŞÜM MODELİ ANAYASAL BİR KRİZE İŞARET EDİYOR

Bu model, sürekli yaşanan bir savaş gibi yıkıp yeniden yapmaya dayanıyor. Bu gelişmeyi düzenleyemeyen, yerle temas kurmayan, karşılıklı öğrenmeye dayanmayan travmatik, insanları terörize eden, zaman boyutundan arındırılmış bir dönüşüm modeli.

Hızlı tarama” gibi bir kavram örneğin. Evet, gerçekten binaların, bir an önce ve hızla incelenmesi gerekiyor. Ancak bugün kullanılan kapalı yöntemlerle bu işin yapabileceğini, sonuç alınabileceğini mi zannediliyor?

Peki daha önce akılları neredeydi? Kuralları yasaklar haline getirip, rüşvetler almak yerine gelişmelerle ilişki kursalardı, etkileşim içinde olsalardı, zaten şehirler bu vaziyette olur muydu? Belki de şöyle sormalı: İnsanlar bile bile sürekli ölüm korkusu içinde yaşamak isterler mi?

Şehrin olası bir depremde yıkılmayı bekleyen projesiz yapılmış binaları dokunulmadan dururken, içinde yaşayan insanlar tehdit altındayken, işte kaliteli yapı stoğu böyle yok ediliyor. Bu spekülatif dönüşüm modeliyle şehrin kaynakları emiliyor.

Bu dönüşüm modeli şehirlileri çıkarlarını kollayan fırsatçı öznelere dönüştürerek, depremlerle, afetlerle terörize ederek, akılcılaştırma fırsatlarını ortadan kaldırıyor.

Bu yüzden kentsel dönüşümle ilgili yeni düzenlemelerin “kuluçka” merkezinin felaketle yerle bir olan Antakya olması şaşırtıcı değil. Tıpkı tarihte yaşanan afetler sonrasında şehirlerin imparatorlar tarafından yeniden düzenlenmeye çalışılması gibi. Çünkü bu diktatörlerin elinde başka bir araç yok.

Yaşanan felaketler, bunun altını çizerek söylemek zorundayım, “anayasal bir kriz”e işaret ediyor. Bu kriz, gerçek bir anayasal kriz olduğu için, komplike bir durum. Bu nedenle krizi neyin, kimin yarattığı görülmüyor. Devlet vatandaşlarının can güvenliğini, malını, sağlığını koruyamıyor, gerekli önlemleri almakta yeterli olamıyor. Ama çareyi insanları dönüştürerek yaşanan krizi ört bas etmekte buluyor.

Şehirlerin karmaşık yapısının kapalı uçlu ilişkilerle, temsillerle tanımlama eylemsellikleri onarılması imkânsız hasarlar yaratıyor.

İşte bu nedenle erkmerkezci şehircilik (çevrecilik, korumacılık, güvenlikçilik vs.) günümüzün en tehlikeli kavramları.  Felaketler en görünür oldukları zamanlarda, kendilerini görünmez kılıyorlar. Üstelik de afetlerin tam gözümüzü kamaştırdığı anda. Dünyayı hakikatlerine boğuyorlar.

*Bruno Latour, Politikada yönümüzü nasıl bulacağız?, Kolektif Kitap, 2018. s. 27.

Korhan Gümüş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir