İsrail-Filistin Savaşı’na doğru yerden bakmak

İsrail-Filistin Savaşı’na doğru yerden bakmak

Türkiye’de ve dünyada bir kesim sol “pembe panjurlu” bir Gazze görüyor ve hayal ediyorlar. Oysa orada manzara baskı, kan, ölümler, hastanelerin acil servislerinin her an tam mesai yapmasından ibaret. Bu bölgede romantizme yer yok. Ne kadar rahatsız edici olursa olsun gerçekçi bir yaklaşım lazım.

Hamas’ın yaklaşık 20 gün önce İsrail’e başlattığı saldırının ardından İsrail’in saldırıları tarihte eşi görülmemiş şekilde devam ediyor.

Saldırılar ile birlikte hemen herkesin tartıştığı konulardan biri bugün(ler)e nasıl gelindiği. Bu boyutun anlaşılması önemli; zira geçmişten bu yana devam eden bir süreç var ve bugünü hazırlayan gelişmeler dün başlamadı.

Hamas bu kanlı sürecin aktörlerinden sadece birisi. Hamas’ın saldırılarını terör örgütü olup olmadığı tartışmalarından bağımsız bir şekilde, meseleyi Filistin halkının yaşadığı bir süreç olarak ele almak, bugüne kadar nelerin yaşadığı ve nerelerden geldiğinin anlaşılması bugüne ışık tutabilir.

Bu yazıda bu kanlı mücadelenin tarafları olan ana aktörlerin hangi aşamalardan geçerek bugünlere geldiğini, anlaşmazlığın nasıl çatışma ve savaşa döndüğünü ana hatları ile anlatmaya çalışacağız.

“Tarihte Filistin diye bir devlet yoktu, o halde Filistinlilerin iddiaları geçerli olamaz” çıkarımı tarihsel gerçeklere ne kadar uymakta?

FİLİSTİN GERÇEĞİ

“Tarihte Filistin diye bir devlet yoktu, o halde Filistinlilerin iddiaları geçerli olamaz” çıkarımı tarihsel gerçeklere ne kadar uymakta?

Çatışmaların sürdüğü gölgenin tarihsel adı Filistin. Yunanlar buraya Filistinlilerin diyarı anlamında “Filistiya” demişler. Bu bölgede yaşayan insanlara (halkın bir kısmına) verilen isimlerden birisi de Filisti.

(Yeşil çizgiler tarihsel Filistin bölgesi, kırmızı çizgiler günümüz İsrail devleti)

Semitik dil konuşan halkların yaşadığı Kenan diyarı da aşağı yukarı aynı topraklara denk geliyor. Günümüz Filistinlilerinin tarihte birçok akına uğramış bu bölgede ne zaman Araplaştıkları ya da kadim zamanlardan bu yana Arap olup olmadıkları bilinmiyor. Bilinen şu: Filistin halkı günümüzde kendisini Arap ve Müslüman olarak tanımlıyor.

Milattan öncesi ve milattan sonraki ilk yüzyıllarda bu coğrafik tarif ve burada yaşayanlar ile ilgili tarifler değişse de aşağı yukarı aynı bölgeden bahsediyoruz. Bu bölge Yahudilerin de tarih sahnesine çıktığı bölge.

Yahudilerin ilk göçü Roma döneminde. Roma devleti MS 2. yüzyılda Yahudileri kendi topraklarından zorla göç ettirmiş. Böylece Yahudilerin 2 bin yıllık yolculuğu başlamış. Filistinliler ya da daha sonra Filistinliler olarak anılacak halklar, topluluklar için ise böyle bir göç söz konusu değil.

Yahudiler tarih boyunca daima kutsal kitapta da kendilerine vaat edilen bu topraklara dönmeyi hayal etmişler. Bu hayallerini gerçekleştirmeye başlamaları ise 1800’lerin sonlarına doğru somutlaşmaya başlamış.

Yahudilerde “Aliyah” kavramı var. Bu, Yahudilerin kendi vatanlarına yani Kudüs’te bulunan

Siyon Dağı’na ya da Siyon Kalesi’ne dönme anlamına geliyor. Aliyah kelime olarak “yükselme, yükseğe ulaşma” demek.

1880’lerden itibaren Aliyahlar başlıyor ve Yahudiler yaklaşık 2 bin yıl önce Romalılar tarafından çıkarıldıkları topraklarına geri dönmeye başlıyor.

Tarihte 4 kez kaydedilen bu Aliyahlar’da 1880 ile 1930 arasında çoğunluğu Doğu Avrupa’dan

(Rusya, Polonya, Macaristan) olmak üzere yaklaşık 400 bin Yahudi, Filistin bölgesine, tarihsel anavatanlarına geri dönüyor. O dönemlerde Osmanlı devletinin bir parçası olan bu topraklarda yaklaşık 500 bin Arap yaşıyordu.

Aliyahlar döneminde Theodor Herzl gibi bazı isimler Yahudilerin vatanlarına kavuşmaları için çalışmalar yürütüyorlardı. Siyonizmin kurucusu sayılan Herzl “Dünya Yahudi Kongresi”ni kurdu ve kongre ilk toplantısını 1897’de İsviçre-Basel’de yaptı. Bu kongrede Yahudilerin kendi topraklarına dönmelerinden öte siyasal bir karar alındı: Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması ve bu amaç doğrultusunda çalışmalar yapılması.

Osmanlı İmparatorluğu birinci Dünya Savaşı sonunda bu topraklardaki hakimiyetini kaybetmişti. İngiltere’nin bu topraklardaki manda hakimiyeti de Osmanlı sonrası (1917) atılan adımlar ile başladı.

Yahudi devletine giden yolda en önemli kilometre taşlarından biri Balfour Deklarasyonu’dur. Deklarasyon, aslında bir mektuptan ibarettir.

SİYONİST KONGRE VE ÖTESİ…

Yahudi devletine giden yolda en önemli kilometre taşlarından biri Balfour Deklarasyonu’dur. Deklarasyon, aslında bir mektuptan ibarettir. İngiltere savaş kabinesinin dışişleri bakanı Arthur Balfour bir girişimde bulunuyor ve 1917’de Siyonist Kongresi üyesi, önde gelen Yahudi iş adamlarından Lord Rothschild’e mektup yazarak, “İsrail devleti kurulmasına destek vereceklerini” belirtiyor.

Yine aynı dönemde Yahudiler arasında devletleşme konusunda iki farklı görüş var: Bir taraf devlette sadece Yahudilerin yönetici/hâkim olması gerektiğini savunurken; Rothschild “sadece Yahudilerin yaşadığı bir devletin” kurulması taraftarı. Yani Siyonizm’in bugünkü anlamına (sadece İsrail devletinin çıkarlarını koruma ve başkalarına yaşam hakkı tanımama) evrilmesi de Rothscild’in sayesinde oluyor.

1916’daki Sykes-Picot anlaşması ile Fransızlar ile birlikte bölgeyi “paylaşan” İngiltere’nin manda yönetimi 1922’de BM kararı ile resmileşiyor ve İngilizler bölgeyi yönetmeye başlıyor. Araplar ile Yahudiler arasında ilk çatışmalar da manda döneminde başlıyor. Filistinli-Yahudi kanlı mücadelesinin tarihi ise yaklaşık 100 yıl önce başlıyor. Özellikle 1921’den itibaren iki tarafın da kayıplar verdiği çatışmalar yaşanıyor.

1929’da yaşanan çatışmalarda 133 Yahudi Araplar tarafından, 110 Arap da, İngilizler tarafından öldürülüyor.

Filistinli Araplar 1936’da manda yönetimine karşı yaklaşık 4 yıl süren bir isyan başlatıyorlar.

Yahudi göçünün artmasının da sebep olduğu isyanda yaklaşık 5 bin Arap ölüyor.

(1936 yılından “Filistin” gazetesi: Yahudilerin İngilizlerin himayesindeki timsah olarak tasvir edildiği karikatürde, “Siyonist Timsah’tan Filistin halkına: “korkmayın, sizi barış içinde yutacağım!” yazıyor.)

(1936 yılından “Filistin” gazetesi: Yahudilerin İngilizlerin himayesindeki timsah olarak tasvir edildiği karikatürde, “Siyonist Timsah’tan Filistin halkına: “korkmayın, sizi barış içinde yutacağım!” yazıyor.)

1948’e kadar Filistinlilerin topraklarını yavaş yavaş kaybettiği bir süreç oluyor ve İsrail devleti 1948’de resmen ilan ediliyor.

İsrail devletinin kurulması sorunları daha da ağırlaştırıyor.

İsrail 1948’de kurulmadan önce BM Genel Kurulu (181 sayılı karar), bir Filistin devletinin de kurulması için karar aldı ancak bugüne kadar bu uygulanmadı.

İsrail 1948’de ilk kurulduğunda yüzbinlerce Filistinli kendi topraklarından tehcir edildi. Bu Filistinliler çoğunlukla Suriye ve Ürdün olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerine dağıldılar.

Ancak bu tehcir, İsrail devletine yetmedi ve İsrail BM’nin 181 nolu kararına rağmen İsrail Devleti içinde, yani kendi topraklarında (Filistinlilerin toprakları) ilerlemeye devam etti.

İşte, o meşhur harita bu şekilde ortaya çıktı. 1946’da coğrafyanın hemen hepsi Filistinlilerin yaşadığı yerlerdi, 1947’de (İsrail devleti ilan edilmeden önce) 181 numaralı BM Genel Kurulu kararı ile yeşil alanlar azaldı. 1967’ye gelindiğinde yeşil alanlar (Filistinlilerin yaşadıkları alanlar) daha da azalmıştı. 2012’de ise Filistinliler neredeyse yok olmuşlardı.

İsrail sözünde durmadığı ve genişlemeye, yani Filistinlilerin evleri, tarım alanlarını gasp ederek Yahudiler için yeni yerleşim birimleri açmaya devam etti. Üstelik bu Yahudiler dünyanın çeşitli yerlerinden getirilen yabancılardı.

AZALAN FİLİSTİN, YÜKSELEN İSRAİL

Yeşil alanların iki bölgede olduğu görülüyor. Bunlardan biri Batı Şeria, diğeri ise Gazze Şeridi, yani bugünlerde çatışmaların yaşandığı yer.

Bu iki bölgede bulunan alanların ilk defa gündeme geldiği yer 1970’lerin sonuna doğru Camp David, (ABD başkanı Jimmy Carter tarafından arabuluculuğu yapılan görüşmeler) dönemin İsrail Başbakanı Menahem Begin ve Mısır Devlet başkanı Enver Sedat arasında yapılan zirveydi. Zirve Mısır- İsrail arasındaki ilişkiler ile ilgiliydi ancak Filistin sorunu da ele alındı ve iki devletli çözüm için ilk temeller atıldı.

İkinci önemli adım 1991’de Madrid zirvesi ile atıldı ve taraflar barış görüşmeleri ve çözüm için taslak oluşturmak üzere anlaştılar.

Görüşmelerde en önemli adım ise Oslo’da atıldı. İlki 1993, ikincisi ise 1995’te yapılan görüşmelerde tarafları İsrail adına dönemin başbakanı İzak Rabin, Filistin tarafını ise Yaser Arafat temsil ediyordu.

Rabin ve Arafat Oslo’da görüştü ancak anlaşma Washington’da dönemin ABD Başkanı Bill Clinton arabuluculuğunda imzalandı. İzak Rabin bu barış anlaşması sonrası suikast ile öldürüldü.

Anlaşma basitçe Batı Şeria tarafında 3 etki bölgesi öngörüyordu. A ve B bölgeleri ile İsrail’in tamamen hâkim olduğu (C) bölge. A ve B bölgelerinde (yaklaşık %40) Filistinliler yaşayacaktı ve bu bölgelerden A, tamamen Filistinlilerin hâkim olduğu bölgeydi. B ise Filistinlilerin yaşayacağı bölge olmakla birlikte İsrail güvenlik güçlerinin hakimiyetinde olacaktı. C ise zaten sadece Yahudilerin bölgesiydi ve yaklaşık %60’lık bir alanı kapsıyordu.

Ancak zamanla İsrail sözünde durmadığı ve genişlemeye, yani Filistinlilerin evleri, tarım alanlarını gasp ederek Yahudiler için yeni yerleşim birimleri açmaya devam etti. Üstelik bu Yahudiler dünyanın çeşitli yerlerinden getirilen yabancılardı.

Filistinliler kendi topraklarında yabancı muamelesi gördü ve her hareketlerinde, seyahatlerinde kontrol noktalarından geçmek zorunda kaldılar. Zaman zaman bu noktalarda insanlar öldürüldü, gözaltına alındı. (Filistin halkı sadece Batı Şeria’da değil; Gazze, Kudüs, Tel Aviv gibi yerlerde de yaşıyor ve çalışıyorlar.)

İsrail’de İngiliz manda döneminden kalan ve daha sonra revize edilen bazı yasa maddelerine dayanılarak işletilen “idari gözaltı” uygulaması var ve buna göre Filistinlilerin gözaltına alınmaları için herhangi bir dayanak ya da suçlama olması gerekmiyor.

Filistinler (ve İslam dünyası) için en önemli mekânlardan birisi Mecid-i Aksa. Bu mekân da tarih boyunca çeşitli çatışmalara ve baskınlara sahne oldu. 

Yıllardır kanlı bir şekilde devam eden bu baskı süreci zaman zaman Filistinlilerin isyan etmelerine neden oldu. 

FİLİSTİN DİRENİŞİN KİLOMETRE TAŞLARI

Yıllardır kanlı bir şekilde devam eden bu baskı süreci zaman zaman Filistinlilerin isyan etmelerine neden oldu.

Birinci ve ikinci İntifada bunların örnekleridir. İntifada, örgütlerin değil halkın isyanıydı ve iki intifa da kanlı şekilde sona erdi ancak Filistin davasının dünya tarafından görülmesini sağladı.

Öte yandan Filistin davasını/direnişini savunmak/devam ettirmek üzere zaman içinde çeşitli örgütler kuruldu.

Yaser Arafat liderliğinde kurulan (1959) El Fetih bunlardan birisidir. El Fetih geçmişte en etkili örgüttü. Filistin Kurutuluş Örgütü’nün (FKÖ) bileşenlerinden olan El Fetih, şimdilerde Batı Şeria’da bulunan ve dış dünyanın resmi, legal muhatap olarak kabul ettiği Filistin Hükümeti’nin (otoritesinin) öncüsüdür ve halen en önemli bileşenidir (Filistin Başbakanı Mahmud Abbas aynı zamanda El Fetih’in de lideridir).

Filistin direnişi sadece El Fetih ile kalmadı. George Habash 1967’de Marksist- Leninist Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ni (FHKC) kurdu.

İslami Cihad ise 1981’de kuruldu. Hamas’ın kuruluş tarihi ise 1986.

Çok sayıda başka örgüt de var ancak öne çıkanlar bu örgütler. Bu örgütlerin siyasi ve askeri kanatları var. Fetih’in askeri kanadı “El Aksa Şehitleri Birlikleri”, FHKC’nin askeri kanadı “Şehit Ebu Ali Mustafa Birlikleri”, İslami Cihad’ın askeri kanadı “Kudüs Tugayları” adı altında faaliyet gösteriyor.

Son süreçte saldırıları başlatan ise Hamas’ın askeri kanadı “İzettin El Kassam Tugayları.”

Hamas, ikiye bölünmüş olan Filistin devletinin Gazze Şeridi tarafına hâkim olan örgüt. Örgütün siyasi kanadı diğer örgütlere göre daha çok biliniyor. Gazze’de kurulu hükümet de bu siyasi kanadın kurmuş olduğu hükümet.

Hamas ile El Fetih arasında geçmişten bu yana iktidar mücadelesi var ve iki örgüt zaman zaman çatıştı. 2006’da yapılan seçimleri Hamas Gazze tarafında kazanmıştı ancak El Fetih ve onu destekleyen Batılı devletler ile İsrail bu sonucu kabul etmediler.

Bu gelişmeler Müslüman Kardeşler ve fundamentalist bir İslami kökenden gelen Hamas’ın yönetim kadrosunun daha da radikalleşmesine neden oldu.

Hamas ve İslami Cihad, radikal dinci örgütler. Yukarıda zikredildiği üzere FHKC Marksist, El Fetih ve diğer FKÖ bileşenleri laik yapıda örgütler.

Dünya solunun 1970’lerde Filistine gösterdiği ilgi, solun küresel gerilemesi ve İslamizasyonun Batı tarafından teşvik edilmesi ile birlikte zayıfladı. El Fetih ve Arafat 1970’lerde çok popülerdi ve destek görüyordu. Ancak 80’lerde başlayan yeni dalga ile birlikte yerini dini şeriatı temel alan örgütlere bıraktı. Bunda Oslo anlaşmalarının bazı Filistinlilerce ihanet sayılması ve Arafat’ın ölümü sonrası karizmatik bir liderin çıkmamasının da etkisi vardı. İsrail tarafında olduğu (İzak Rabin bu nedenle ördürüldü) gibi Filistin tarafında da Oslo anlaşmalarının Filistin davasından taviz verildiği anlamına geldiğini savunanlar vardı.

Hamas’ın bu saldırısı son yıllarda biriken öfkenin taşmasıydı. Zira İsrail Trump döneminde bazı Arap ilkeleri ile İsrail arasında sağlanan normalleşmeye rağmen (o dönemde de söz vermesine rağmen) Filistinliler üzerindeki baskısını devam ettirdi ve genişlemeyi sürdürdü.

HAMAS NE KADAR SUÇLU?

Yaklaşık 20 gün önce başlayan çatışmalara uzanan yol çok karışık ve bu yazıda değinemediğimiz çok sayıda ayrıntıyı içeriyor.

Hamas’ın bu saldırısı son yıllarda biriken öfkenin taşmasıydı. Zira İsrail Trump döneminde bazı Arap ilkeleri ile İsrail arasında sağlanan normalleşmeye rağmen (o dönemde de söz vermesine rağmen) Filistinliler üzerindeki baskısını devam ettirdi ve genişlemeyi sürdürdü.

Diğer yandan Filistinlilere karşı yukarıda özetlediğimiz muamele şiddetle sürdü.

Filistinliler terk edildikleri psikolojisini uzun zamandır yaşıyordu. Trum’ın sağladığı Arap- İsrail normalleşmesi bu psikolojiyi daha da derinleştirdi.

Geçtiğimiz yılbaşından hemen önce kurulan yeni Netanyahu hükümeti de bütün bu sürecin tuzu biberi oldu.

Netanyahu; koalisyon hükümetinde Dinci Siyonist Parti’den Bezalel Strormich’i Maliye Bakanı, Yahudi Ulusal Cephe’den Itamar Ben Gveir’i Ulusal Güvenlik Bakanı yaptı.

Üçü de “en iyi Filistinlinin ölü Filistinli” olduğu görüşünde. Bunu da açıkça ifade ediyorlar. Bu hükümet işbaşına geldiğinde zaten dünya nefesini tutmuştu ve bu türden çatışmalar, şiddet bekleniyordu.

Son dönemde Mescid-i Aksa’da yaşananlar, İsrail ordusunun Cenin Kampı ve Nablus baskınları ile ortam daha da gerildi ve uzun bir süredir gizlice bu saldırıya hazırlandığı belli olan Hamas’ın askeri kanadı hem İsrail içinde hem de dışında herkesi şaşırtan bir saldırıya başladı.

Saldırı “durup dururken” olmadı. Filistinlilere yönelik zaten sürekli ama düşük yoğunluklu bir saldırı devam ediyordu. Hamas’ın yaptığı, yüksek dozda saldırarak devam etmekte olan

“Filistinlilerin sakince yok olma sürecini” İsrail açısından rahatsız etmek, “ortalığı karıştırmak” oldu.

İsral’in de Hamas’ın da kullandığı yöntemler, ideolojileri, bu saldırılarda yaşanan savaş hukuku ihlalleri elbette konuşulması, sorgulanması, eleştirilmesi gereken hususlar.

Ancak bunları anlayabilmenin ve sağlıklı şekilde eleştirebilmenin yolu ifrat ile tefrit arasında gidip gelmek değil.

Daha düz söyleyecek olursak: Türkiye’de ve dünyada bir kesim sol, “pembe panjurlu” bir Gazze görüyor ve hayal ediyorlar. Oysa orada manzara baskı, kan, ölümler, hastanelerin acil servislerinin her an tam mesai yapmasından ibaret. Bu bölgede romantizme yer yok. Ne kadar rahatsız edici olursa olsun gerçekçi bir yaklaşım lazım.

Çözümün tek yolu, İsrail’in iki devletli çözümü kabul etmesi ve kendi bölgesinde yaşayan Filistinlilerin haklarını kabul ederek onlara eşit vatandaş olarak yaklaşması.

Aksi halde önümüzdeki yıllarda da buna benzer manzaraları çokça göreceğiz. “Aşırı” olduğu ifade edilen örgütlerin, şiddetin yok olmasının, barışın gelmesinin tek yolu bu.

Musa Özuğurlu
Latest posts by Musa Özuğurlu (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir