Cumhuriyetin yüz yılında ordu ve demokrasi: Bazı açıklama çerçeveleri

Cumhuriyetin yüz yılında ordu ve demokrasi: Bazı açıklama çerçeveleri

Yatay ilişkiler yerine dikey ilişkilerin yaygın olduğu, kapsayıcı ve otoriter iktidar pratiğinin köklü geleneklere dayandığı, özerk bireyin yadırgandığı ve nihayet mücahit ve misyonerce tavırların fazla prim yaptığı bir kültürde, hiyerarşik, disiplinli yapısıyla ordu, içinde bulunduğu bütünle pek çok ortak noktalar taşımaktadır.

Feroz Ahmad’ın, “Modern Türkiye’nin Oluşumu”nda belirttiği gibi, “Türkiye’nin siyasal hayatı üzerine okuyan bir kişi ordunun oynadığı rol karşısında muhtemelen şaşıracaktır.” Gerçekten, Türkiye’de ordunun siyasal ve toplumsal tartışmaların merkezî öznelerinden biri olduğu, ordunun siyasal iktidar ilişkileri ve yapılarının analizinde kurumsal bir aktör olarak önemli bir yer işgal ettiği, ordunun ya doğrudan ülke yönetimine el koyarak (askerî darbelerle) veya bunu yapmadığı durumlarda etkisini dolaylı yollarla hissettirerek siyasal hayatın asli unsuru haline geldiği, bu bakımdan Türkiye’de var olan siyasal sorunlar içinde, sivil-asker ilişkilerinin çevrelediği bir demokrasi ve sivilleşme sorununun önemli bir yer tuttuğu konusunda ilgili literatürde belirli bir uzlaşma olduğunu söyleyebiliriz.

Diğer bir yandan da Türkiye’de ordu, halkın gözünde meşruiyetini yitirmiş siyasal partiler arasındaki tartışmalardan uzak durduğu izlenimiyle bir “değer ve meşruiyet” de kazanmış; bu meşruiyetin kanıtlarından biri olarak, Türk toplumunun en çok güvendiği kurumlar arasında birinci sırayı aldığına işaret eden anketler sıkça zikredilmiştir. Dolayısıyla ordu, bir taraftan demokratikleşme sorununun odağında görülürken öte taraftan toplumun güvenilirliği en yüksek örgütlenmesi olarak ortaya çıkmaktadır.

Türkiye’de ordunun rolü ve siyasal-toplumsal konumu genellikle askerî müdahaleler bağlamında tartışılmıştır. Türkiye siyasal yazınında askerî müdahaleler o denli önemlidir ki bunlara toplumsal iktidar değişimlerinin göstergeleri olmaları bakımından başvurulur. Askeri darbeler, Türkiye’nin sınıfsal özelliklerindeki dönüşümlerin açıklanmasından, iktisat parametrelerindeki değişimlerin neden ve sonuçlarını tahlil etmeye, siyasal aktörlerin konumlanışını birbirleriyle ilişkili olarak değerlendirmeye ve hegemonya mücadelelerinin gelişim eğilimlerini izlemeye kadar pek çok farklı nitelikteki çözümlemeler için bir dönemleştirme mantığı kurmaya elverir görülür.

Konu askeri darbeler bağlamında ele alındığında, Türkiye’de gerçekleşen askerî müdahalelerin tekrar etme özelliği müdahalelerin birbirinden farkları olup olmadığı tartışmasını gündeme getirir; konuya demokrasi vurgusuyla bakanlar, çoğunlukla bu farkları saptamayı gereksiz görür.

ORDUNUN POZİSYONA DAİR İKİ OKUMA

Konu askeri darbeler bağlamında ele alındığında, Türkiye’de gerçekleşen askerî müdahalelerin tekrar etme özelliği müdahalelerin birbirinden farkları olup olmadığı tartışmasını gündeme getirir. Konuya demokrasi vurgusuyla bakanlar, çoğunlukla bu farkları saptamayı gereksiz görür. Bu düşünceye göre, bu konu üzerinde söylenebilecek herhangi bir şeyin anlamlı olabilmesi için, askerî müdahalelerin demokrasi ve siyasal alan bakımından sakıncalarını vurgulamaya yönelik temel önermeden şaşmamak gerekir. Nitekim ön kabul haline gelmiş olan bu önerme, Türkiye’de ordunun toplumsal ve siyasal konumunu değerlendirmeye yönelik farklı siyasal teşebbüslerin diğer bir uzlaşısı gibidir.

Ordunun söz konusu rol ve konumu karşısında “sivil cenahın” durumuna bakan gözlemciler, ordunun siyasal alandaki ve mevcut temsil sistemindeki başat konumunun, toplumun diğer aktörlerinin hiçbirisi tarafından hoşnutlukla karşılanmadığını ortaya koyar. Bu durumu sivil siyasal ve bürokratik güçlerin asker karşısında bütünüyle teslim olduğu şeklinde yorumlayanlara göre bunun nedeni, ordunun sultasına toplumun bütününün, haklarını savunarak karşı çıkmamaları, çıkanların da sivil olmakla birlikte demokrat olmamalarıdır. Bu görüştekiler, askerî müdahalelerden daha öncesine giderek Cumhuriyet epistemolojisinin ayırt edici iki temel özelliğinden biri olarak gördüğü “toplumsal olguların yukarıdan aşağıya inşa edilmesi eğilimi”nin, sadece demokratik geleneğin güçlenmesini engellemekle kalmadığı, devlet seçkinlerinin iktidarının yeniden tesis edilmesi gerektiği tarihsel anlarda askerî kesimin inisiyatif kullanmasına yol açtığını vurgular.

Bu genel mutabakat noktalarından sonra Türkiye’de ordunun siyasal hayattaki ağırlıklı rolünü açıklamaya yönelik açıklamalar için genel olarak iki ana eğilim ayırt edebiliriz. Buna göre, ya siyasal alandaki sorunların belirleyiciliğine göre davranan bir ordu kavrayışı ya da siyasal alanda sorun yaratacak ve bunu sürekli kılacak kadar özerk bir ordu yaklaşımı söz konusudur. Sonuçta bunlardan hangisine ağırlık verildiğine bağlı olarak gelişen ayrımın ordu-siyaset ilişkilerinin düşünülmesinde uyarlanmış biçimleri vardır. Başka bir deyişle bir yanda bir aktör olarak ordunun kendine özgü nitelikleri ve bir eyleyen (aktör) olarak özerkliği, diğer yanda onun da içinde bulunduğu ve onu kuşatan yapının belirleyiciliğine yönelik vurgular karşımıza çıkar.

Bunlardan biri bütün askerî müdahaleleri emperyalizmin ihtiyaçlarına ve yönlendiriciliğine bağlayan yaklaşımdır. Burada, askerî yönetim dönemlerinde gerçekleşen kimi uygulamaların ulusal çıkarlara aykırılığı öne sürülerek yabancı ülkelerin, özellikle ABD’nin etkisine dikkat çekilir. Bu görüşe göre bir devlet, eğer olanakları el veriyorsa, karşısındaki hükûmetin izlediği politikaları kendi çıkarlarına uygun bulmadığında, o hükûmeti yönlendirmek ve eğer yönlendiremiyorsa kendine daha yatkın bir hükûmeti işbaşına gelmesi amacıyla elinden geleni yapar. Bu bakımdan, ABD askerî müdahalelerden yararlanmak istemiş, bunda da zaman zaman başarılı olmuş, bu nedenle müdahalelere sıcak bakmıştır. Bu iddiaya göre, askerî yönetimleri kendi ulusal çıkarlarını gerçekleştirmek bakımından daha elverişli gördüğünde ABD’nin askerî darbeler için gereken uygun koşulların oluşmasına şu ya da bu yöntemle katkıda bulunmuştur. Burada örneğin 12 Mart’ta haşhaş yasağının kaldırılmasının veya 12 Eylül’de Yunanistan’ın NATO’ya dönmesinin sağlanmasının ülkemizin çıkarları ile bağdaşmadığı hatırlatılır. Bu örneklerin ordunun ABD ile işbirliği içinde bulunduğu anlamına gelmeyeceği, ancak ABD’nin en azından darbelerden yararlanmak istemiş olduğunu öne sürülür. Dolayısıyla bu görüşe göre darbelerde ABD etkisini vurgulamak askerleri suçlamak değil, yukarıda verilen iki olumsuz örnektekine benzer yanlış uygulamaların sorumluluğunun onlarda olmadığına inanmak anlamına gelir. 27 Mayıs hariç tutarak, 12 Mart ve 12 Eylül’de askerî yöneticilerin ABD ile bizzat iş birliği içinde olduğuna inananlar da vardır.

Türkiye’de ordunun rol ve konumunu yapısal-işlevselci bir perspektiften açıklamaya çalışanlara göre ise asker, Türkiye’de düzenin ve rejimin en güvenilir ve etkin yapısı olması dolayısıyla, başta siyasetçiler olmak üzere, siyasal yaşamın çeşitli aktörlerinin kişisel ve bencil çıkarları nedeniyle ortaya çıkan bunalım anlarında, onların gözetemediği “kamusal yararı” gözeten ve aşırı siyasallaşan demokratik sistemi “rayına oturtan” ve ona “rasyonalite şırınga eden” tarafsız ve hakem bir kurum olarak ortaya çıkar. Bu görüştekilere göre, örneğin, “Anayasacılık, Batıcılık ve Laiklik gibi Cumhuriyet’in en belirleyici ideolojik ilkeleri konusunda yeterli halk desteğinin bir türlü sağlanamamış olması, orduyu bu ilkeleri toplum adına ve toplum için sahiplenmeye götürmüş, bu tür girişimlere mecbur etmiştir.” Yine bu görüşe göre, örneğin, “Cumhuriyet’i kuran ihtilalci kadrodan demokratik yöntemlerle iktidarı devralan DP, kendi dışındaki düşünceleri yok saymaya başlayınca, kendini iktidara getiren mekanizmaya karşı çıkmıştır. Sonuç (27 Mayıs) kaçınılmazdır ve nitekim kaçınılmamıştır.” Hemen burada Türkiye’de sol geleneğin anti-kapitalist, anti-faşist ve anti-emperyalist tavrına çoğunlukla bir anti-militarizmin eşlik etmediği, hatta “faşist darbeler” sloganının ardından bile bir militarizm eleştirisinin yükselmediği yönündeki eleştiriyi hatırlatmak gerekir.

Bazı yorumlarda ordunun darbe yapması eleştirildiği kadar, hatta ondan fazla, her bir darbeden sonra kışlasına dönmesi ve siyaseti siyasetçilere bırakmasının önemli olduğu vurgulanır. Bu görüşün en hayatî savlarından biri, yapılan müdahaleler ilkesel olarak “kötü” olsa da, somut durumda, ulusun nihai çıkarına hizmet eden ve bir misyon duygusunun ürünü olan eylemler olduğu şeklindedir. Bernard Lewis’in ifadeleriyle: “Önemli olan bu müdahalelerin olması değildi, çünkü ne de olsa bölgedeki siyasi kültür ve norm buydu. Ordu bütün müdahalelerden sonra çekildi ve demokratik sürecin yeniden başlamasına izin verdi hatta bu süreci kolaylaştırdı.” İlter Turan ise askerî müdahalelerin demokrasinin yozlaştığı gerekçesiyle yapılması, demokrasiye işlerlik kazandıracak yeni bir yasal yapının oluşturulmasından sonra ordunun politikadan çekileceği vaadi ile meşrulaştırılması ve belirli bir süre sonra da gerçekten politik rekabetin iadesi meselesinin nasıl açıklanabileceğini sorduktan sonra, buna cevap olarak Türkiye’de ordunun, temel görevini ülkeyi dış tehditlerden korumak olarak algılayan profesyonellik derecesi yüksek bir kurum olduğu yorumunu dile getirir.

Türk toplumunun yapısı ve siyasal örgütlenme üslubu, “silahlı adamı silahsız adama” bağımlı kılan toplum modelinin çok uzağına düşer.

SİVİLLER VE ASKERİ DARBELERİN İÇSELLEŞTİRME PRATİKLERİ

Tam burada, sorunun temel aktörü ordu gibi algılansa da militarizmi orduları egemenliğin taşıyıcısı ve devam ettiricisi olarak tesis eden bir sistem ve düzenini adı olarak gören ve aslında esas önem taşıyanın sivillerin askerî değerleri içselleştirme düzeyi olduğunu ve militarizmin gücünün bu ideolojinin ve kullandığı araçların siviller tarafından içselleştirilmesinin yarattığı alanın fiziksel genişliğinden kaynaklandığını ve sorunun çözümünün sivillerin kafalarındaki üniformaları çıkarmaktan geçtiğini düşünenleri zikretmek gerekir. Gerçekten, Cemil Oktay’ın belirttiği gibi, Türk toplumunun yapısı ve siyasal örgütlenme üslubu, “silahlı adamı silahsız adama” bağımlı kılan toplum modelinin çok uzağına düşer. Yatay ilişkiler yerine dikey ilişkilerin yaygın olduğu, kapsayıcı ve otoriter iktidar pratiğinin köklü geleneklere dayandığı, özerk bireyin yadırgandığı ve nihayet mücahit ve misyonerce tavırların fazla prim yaptığı bir kültürde, hiyerarşik, disiplinli yapısıyla ordu, içinde bulunduğu bütünle pek çok ortak noktalar taşımaktadır.

Merkez (bürokrasi)-çevre (toplum) ikiliğini benimseyen yaklaşım ise, askerî müdahaleleri bürokrasinin (özellikle askerî bürokrasinin) bütünüyle demokrasi yanlısı olan toplum üzerinde bir hakimiyet kurma eğilimi olarak görür. Bu yaklaşımın temel varsayımlarından biri, müdahalelerin temelindeki dinamiğin ordunun Kemalist müdahaleci geleneğinden, başka bir deyişle ordunun ideolojisinden kaynaklandığıdır. Buna göre askerler sahip oldukları Atatürkçülük ideolojisinden başka hiçbir görüşü alternatif olarak tanımazlar. Bu bakımdan askerî müdahaleler toplumu yönlendirme ve kalıba sokma olanağını yitiren bürokrasinin toplumu yönetme ayrıcalığını yeniden kurma çabasının ürünüdür. 1946’dan önce bürokrasi topluma tek başına egemen olduğundan, her bir askerî müdahale bürokrasinin bu egemenliğinin restorasyonu olarak anlaşılır.

Başka bir yaklaşım, askerî müdahaleleri Türkiye’deki burjuvazinin ilerleyişi karşısında sivil-asker bürokratik seçkinlerin rövanş hareketi olarak görür ve askerî müdahalelerin birinci nedeni olarak sınıf mücadelelerini değil, ordunun Türk siyasal hayatı içindeki ayrıcalıklı yerini, yapısını ve ideolojisini öne çıkarır. Türkiye’de askerlerin sivil üstünlüğü prensibini kabul etmesinin önündeki en büyük engelin, askerlerin kendilerini Türkiye’de rejimin nihai garantörü olarak görmeleri sayılır. Örneğin Bülent Tanör’e göre 27 Mayıs burjuvazi-bürokrasi dengesinin bozulmasına ve bürokratik yanın zayıf düşürülmesine karşı bir tepkidir. Burada Kemalist demokrasi anlayışı ve güçlü devlet kültü belirleyici ideoloji olarak görülür. Öte yandan söz konusu edilen ideoloji öyle bir ideolojidir ki ne sağa ne sola meyleder; zira bu görüşe göre ordu 12 Mart müdahalesinden başlayarak 12 Eylül’de doruk noktasına ulaşacak şekilde bir özerklik tesis etmiş ve kendisini hem sağ hem sol gruplardan uzakta tutmuş, birini öbürüne tercih etmemiş, yansızlığını ve sorun çözücülüğünü kanıtlamıştır.

Bu görüşün bir diğer versiyonu ise konuyu devlet seçkinleri ve siyasal seçkinler arasındaki bir mücadele bağlamında ele alır ve “yaşamsal önem taşıyan konularda ve devletin kurucu ilkelerinin devamlılığında herhangi bir “unutkanlığa” düşen siyasal seçkinlerin cezalandırıldığı ve devlet seçkinlerinin iktidarını yeniden kurduğu anlar olarak kavrar. Bu çerçeveden bakıldığında müdahaleler arasındaki diğer farklar ne olursa olsun bunların özsel olarak aynı niteliği taşıdığı düşünülür. Sungur Savran bu yaklaşımın müdahalelerin toplumun bütününe karşı yapıldığına ilişkin görüşü eleştirir ve ordunun toplumun kimi bazı kesimleri ile işbirliği halinde olduğunu, ordunun tesis ettiği yeni yönetimde bazı toplumsal sınıf ve sınıf dilimlerinin ağırlık kazandığını vurgular.

Ordunun siyasal alanda giriştiği etkinlikler ve toplumsal konumu karmaşık bir süreç içinde gerçekleştiğinden, böylesine karmaşık bir toplumsal ve siyasal olayı salt ordunun yapısal özellikleri, sınıf mücadeleleri, seçkinler arası egemenlik mücadelesi, küresel/emperyal güçlerin etkisi gibi faktörlerin sadece biriyle açıklamak mümkün değildir.

KARMAŞIK BİR OLAY OLARAK ORDUNUN POZİSYONU

Buradan devam edilirse, ordunun hareketlerinin toplumsal mücadelelerden bağımsız olmadığını varsayarak konuyu toplumsal mücadelelerin, özellikle sınıf mücadelelerinin bir ürünü olarak gören yaklaşımı zikretmek gerekir. Buna göre, askerî müdahaleler sınıf mücadelesinin bir ürünüdür ve temelde burjuvazinin istediği yeni bir kapitalist birikim rejimine geçişte ve bölüşümün yeniden düzenlenmesinde bir sınıf olarak bunu yoksul halk kesimleri karşısında gerçekleştirebilme gücünün olmayışından kaynaklandığı iddia edilir. Yani askerî müdahaleler, burjuvazinin güçsüzlüğünün bir sonucudur. Söz konusu yaklaşım bürokrasinin 20. yüzyılın hiçbir evresinde öteki sınıflardan bağımsız, kendine özgü çıkarları olan bir hâkim sınıf olmadığı kanısındadır. Hele 1960’dan sonra bürokrasinin bağımsızlığı tezinin hiçbir ciddi tarafı olmadığı söylenir. Zira burjuvazi 27 Mayıs’tan sonra orduyu özellikle maddi refahını artırıcı tedbirlerle kendi içinde eritme politikasına girişmiştir. Sıklıkla dile getirilen somut kanıt ise askerlerin OYAK aracılığı ile sermaye birikiminin iniş çıkışlarına duyarlı hale gelmiş olması ve emekli subaylarla büyük sermaye grupları arasında yönetim kurulu üyelikleri aracılığıyla kurulan organik ilişkidir. Savran buna ortalama ücretlinin çok üzerinde bir yaşam standardına sahip olunması, subayların burjuvazi ile kaynaşmasına yardım eden çeşitli faaliyetleri (moda defileleri, kokteyller, uluslararası görevlendirmeler) ekler ve bu veriler ışığında askerî bürokrasinin hâlâ burjuvaziye karşıt bir bağımsız toplumsal güç olduğu iddiasını şaşırtıcı bulur. Aynı yaklaşım, askerlerin sahip oldukları bir ideolojinin (Kemalizm/Atatürkçülük) bunda belirleyici olduğu görüşünü, düşüncelerin fantastik dünyasının maddi ilişkilerin somut dünyası üzerinde belirli bir üstünlük taşıdığı görüşünü gerektireceği için reddeder. Eğer böyle bir ideoloji varsa bile, bu ideolojinin neden ve nasıl varlığını koruyabildiği, nasıl sürekli yeniden üretildiği açıklanabilmelidir. Bu ise bizi yeniden toplum içindeki maddi ilişkiler ağına geri gönderecektir.

Ümit Cizre’nin “AP-Ordu İlişkileri”nde söylediği gibi, “resmi kamu felsefesinin, Cumhuriyetin ve Türk modernliğinin kurucu, taşıyıcı ajanı ve rejimin cumhuriyetçi temel ilkelerinin bekçisi sıfatıyla hareket eden TSK’nın, bu merkezî değerleri tanımlama ve dışavurum biçimi hep aynı kalmadı.” TSK, bir tarihsel miras olan bu rolünü “mumyalaştırarak değil, zaman içinde tarihsel değişime uğrayan dinamik bir çevrenin sunduğu yeni verilerle eklemleyerek değiştirdi.” Ve bu süreklilik içinde sivil irade-rejim-demokrasi-asker ilişkisi bitmek bilmeyen bir gerilim öyküsüne dönüştü.

Ordunun siyasal alanda giriştiği etkinlikler ve toplumsal konumu karmaşık bir süreç içinde gerçekleştiğinden, böylesine karmaşık bir toplumsal ve siyasal olayı salt ordunun yapısal özellikleri, sınıf mücadeleleri, seçkinler arası egemenlik mücadelesi, küresel/emperyal güçlerin etkisi gibi faktörlerin sadece biriyle açıklamak mümkün değildir. Sivil asker ilişkileri, taraflarının her birinin içinde yer aldığı, birbirinden soyutlanmış vakumlu ortamlarda gerçekleşmez. Bu bakımdan her bir taraf anlaşılmadan bütünlüklü bir çözümlemenin mümkün olamayacağı açıktır. Bu kaygıdan hareket eden bazı yorumcular konuyu askerlerin ve sivillerin içinde birlikte yer aldığı siyasal ve toplumsal bir bağlamı önceleyerek tartışır.

Demirel’in DP iktidarı ve 27 Mayıs’ı karşılaştırmalı olarak inceleyen çalışması, askerî müdahaleleri veya daha geniş anlamda askerin siyasal alandaki etkinlikleri konusunu, içinde birden çok sayıda aktörün yer aldığı karmaşık bir süreç olarak ele alır. Bu yaklaşımının önemli tarafı, sorunun cevabının arandığı yerin, bu aktörlerin, değil bir diğerini, kendisinin eylemini dahi tamamen kontrol edemediği, denetleyemediği, kestiremediği bir yer olduğunun altını çizmesidir. Aktörler kendi davranışlarını belirlerken diğerlerinin nasıl davranacakları hakkında kestirimlerde bulunur ve eylemlerini bu çerçeve içinde şekillendirir. Her aktör eyledikleri ve eylemedikleri ile diğer aktörlerin eylemlerini kendilerinin de başlangıçta öngöremeyecekleri biçimde etkiler. Dolayısıyla Demirel, örneğin, bir askerî müdahalenin en başında nasıl planlandı ve niyetlenildiyse öyle gerçekleştiği yolundaki düşüncenin yanlışlığının altını çizer. Söz konusu karşılıklılık dikkate alınmadan aktörler sanki bir diğerinden izole edilmiş varsayımı ile açıklamalara girişmek hatalı olur. Siyasetin içinde evrildiği yapısal faktörleri ihmal etmeden, siyasal olguların ortaya çıkışında etkili olabilen tesadüfî veya arızî olayları da dikkate almak, siyasi partiler, ordu ve basın gibi belli başlı siyasi aktörlerin zihniyet, algı davranış kalıpları ve siyaset yapma biçimlerini hesaba katmak bizleri daha sağlıklı çözümlemelere götürebilecektir.

 

Hakan Şahin, Dr., Güvenlik Politikaları Uzmanı


Sitemizin açılışında ilk dosya konusunu “100. Yılında Cumhuriyet” olarak belirledik.
Bu yazı 100. Yılında Cumhuriyet Dosyası‘nda yayımlanmıştır.
Dosyanın diğer yazıları için buraya tıklayınız.

Hakan Şahin

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir