İnsan mı? “Vatan, Millet, Sakarya” edebiyatı mı?

İnsan mı? “Vatan, Millet, Sakarya” edebiyatı mı?

İnsan mı kutsal, hamaset mi? Vurgun vampirlerinin deprem katliamlarının devamını mı istersiniz? Depremlerde camı bile kırılmayan Komagene Kültür Merkezi mevzuatına göre yapılmış binalar mı? Ülkeyi bir iç sömürge gibi yöneten hukuksuz, ilkesiz ve denetimsiz bir keyfilikten mi yanasınız?

Geçen yıl Avrupa Birliği Haziran Zirvesi’nde, AB’nin Dışişleri ve Güvenlik Temsilcisi İspanyol Josep Borrell ile Avrupa Komisyonu’nun Genişleme Komiseri Macar Oliver Varhelyi’den Türkiye ile ilişkiler hakkında “stratejik ve ileriye dönük bir yaklaşımla” bir rapor hazırlamaları istendi.

Bu raporun her yıl hazırlanan “Ülke Raporu”ndan, eski adıyla “İlerleme Raporu’ndan”, farkı ilişkilerin geleceğine dönük bir yol haritası, bir pusula görevi görecek olmasıydı.

17 sayfalık rapor 29 Kasım’da açıklandı. Raporda “AB ile Türkiye arasında her alanda güvene ve uzlaşı kültürüne dayalı bir ilişki geliştirmekte iki tarafın da çıkarı olduğunu” belirtiliyor, “farklılıkları gidermek için köprü kurma çabalarının devam etmesi gerektiği” vurgulanıyordu.

Bu amaçla “iş insanları, öğrenciler ve AB’de aile fertleri bulunan Türk vatandaşlarına vize kolaylığı sağlanması yollarının araştırılması”, “Türkiye ile AB arasında Ortaklık Konseyi toplantılarının, keza yüksek seviyeli diyalog toplantılarının yeniden başlaması” ,”Gümrük Birliği’nin güncellenmesine yönelik taslak müzakere çerçevesi üzerinde görüşmelere devam edilmesi”, “Avrupa Yatırım Bankası’nın Türkiye’de tüm sektörlerde faaliyetlere yeniden başlaması”, “mülteci yardımının sürmesi” gibi pratik önerilere yer verilmişti.

Bu pratik öneriler yanında altı defalarca çizilen beklenti ise Türkiye’nin “insan hakları ve hukukun üstünlüğünü” anımsaması ve tavizsiz uygulamasıydı.

Rapordaki “şuruplu” kısım ortadan kalkınca özü de bu vurguydu.

“Temel hak ve özgürlükler ile hukuk devletini” sistematik bir şekilde imha etmeye çalışan bir zihniyet AB içinde ne kadar yer alabilir?

Batmayan ama yol da almayan bir tekne kadar.

Sadece ilişkilerin kopmamasına yönelik rapora sürpriz bir destek Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’ten geldi.

Raporun açıklanmasının hemen ertesi gün Şimşek, bir sosyal medya paylaşımında önerilerin bir bölümünü sıralayarak bunları “olumlu yönde, cesaretlendirici bulduğunu” belirtiyor ve “Türkiye’yi yeniden Avrupa Birliği’ne sıkıca bağlamak istiyoruz. Birlikte daha güçlü…” diyordu.

Hazine ve Maliye Bakanı bu desteği verirken, Dışişleri Bakanlığı ise rapora sessiz kaldı.

Bu sessizliğin nedeni geçen yılın son AB Zirvesi’nde raporun görüşülme ihtimaliydi. Ancak AB liderleri Aralık Zirvesi’nde, Türkiye hakkında karar almayı “daha sonraki bir zirveye” erteledi.

Zirvede Ukrayna ve Moldova ile tam üyelik müzakerelerine başlanması kararlaştırıldı. Ukrayna ile ilişkiler konusu da ön plana çıktı.

Aslında AB Zirvesi’nin tavrından önce Türkiye’nin kendi kendisine sorması gereken ahlaklı bir soru var:

“AİHM ve AYM Kararlarını uygulamayan, kendi anayasasına ihanet eden bir ülkenin AB’de ne işi var?”

Belli ki bir yanda güncel sorunların pratik çözümlerine yönelik zorunluluk, diğer yandan temel kriterlerin berhava edilmiş olması AB’yi de zorluyor. Türkiye ile ilişkilerde nasıl bir yol izleyeceği konusunda bir karar alamıyor. Zirve’de raporun görüşülmemesi de bunu göstermekte.

Bu son gelişme faslını kapatmadan önce Anadolu Ajansı haberine göre Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, önceki gün raporun altında imzası olan iki isimden AB Komiseri Varhelyi’yi telefonla arayarak, öngörülenin aksine raporun geçen hafta düzenlenen zirvede ele alınmayıp bir sonraki zirveye bırakılmasının “doğru olmadığını” bildirmiş.

Fidan, “AB’nin Türkiye konusunda daha hakkaniyetli ve sağduyulu tutum sergilemesini” beklediklerini vurgulayarak, “Küresel sınamaların yoğunlaştığı bugünlerde AB’nin stratejik bakış açısıyla hareket ederek Türkiye ile ilişkileri ilerletmesi gerektiğini” vurgulamış.

AB Zirvesi’nin tavrından önce Türkiye’nin kendi kendisine sorması gereken ahlaklı bir soru var: “AİHM ve AYM Kararlarını uygulamayan, kendi anayasasına ihanet eden bir ülkenin AB’de ne işi var?”

Belli ki Ankara AB’nin içerdeki “baskı rejimine bakmaksınız, AB kriterlerini yok sayarak, ilişkileri Türkiye demokratik bir hukuk devletiymiş gibi” sürdürmesini istiyor.

Halbuki bu öncelikle bu halka saygısızlık sayılır.

AB Kriterlerinin uygulanmamasının halka ve ülkeye maliyeti çok yüksek…

Basit bir kıyaslama bunu anında ispatlıyor.

16 yıl önce 1 Ocak 2007 tarihinde komşumuz Bulgaristan ve Romanya için çok köklü bir değişim söz konusuydu…

İkisi de AB üyesi oldu.

Biz hâlâ AB üyesi olamadık… Üstelik son gelişmelerin de gösterdiği gibi o ihtimalin çok uzağındayız.

AB üyesi olmanın ve olmamanın sonuçlarını Mahfi Eğilmez’in geçen gün yayınlanan “20 Yıl Önce Balkanları Beğenmezdik” başlıklı çok çarpıcı yazısı ortaya koyuyor.

Yazı 2007 yılında AB üyesi olan Bulgaristan, Romanya ve Sırbistan ile Türkiye’yi kıyaslıyor.

“2000’lerin başında Balkan ülkelerine gidenlerimiz çevre güzelliğini, yapıları beğenirler, fakat insanları fakir bulurlardı.

Geceleri Balkanlardan arabalarıyla geçerek Türkiye’ye gelenler yollardan, aydınlatma eksiklerinden ve daha birçok şeyden şikâyet ederdi.

O tarihten sonra yavaş yavaş değişim başladı. Bulgaristan ve Romanya 2007’de Avrupa Birliği’ne üye oldu.

Sırbistan’ın 2025’de üye olması bekleniyor.

Türkiye1959 yılından beri üyelik beklediği Avrupa Birliği’yle tam üyelik müzakerelerine 2005 sonunda başladı ve bu müzakereler bugün iki tarafın da gönülsüz bir biçimde sürdürür göründüğü bir süreç içinde bulunuyor.”

“Grafik bize 2000 – 2017 yılları arasındaki dönemde Türkiye’nin dört ülkenin en yüksek kişi başına gelirine sahip olduğunu, onu Romanya’nın izlediğini gösteriyor.

2017 yılından sonra işler tersine dönüyor. 2017 yılında Romanya, 2018 yılında Bulgaristan Türkiye’yi geçiyor.

Sırbistan, Avrupa Birliği’ne girdikten sonra muhtemelen o da geçecek.”

“Enflasyon grafiği de benzer bir gelişmeyi gösteriyor.

Türkiye ve Sırbistan, yüksek enflasyon sorununu çözerek 2004’den itibaren diğer iki ülkeyle aynı konuma gelmiş görünüyor.

Türkiye iki kez gruptan kopuyor: İlki 2013 yılında, ikincisi de 2017 yılından sonra.

Türkiye’nin çürüdüğünü, siyaset kurumunun da çürüdüğünü ısrarla söyleyip duruyorum. Çünkü siyaset sadece içinde pozisyon tutana yarıyor, Türkiye’nin hiçbir sorununu çözemiyor.

2020 yılı sonrasında faizi enflasyonun çok altına düşürerek çok büyük bir para politikası hatası yapan Türkiye gruptan tamamen kopmuş görünüyor.”

“Buraya kadar Balkanlardaki üç ülkeyle Türkiye arasında son 20 yılda yaşanan gelişmeleri dikkate alarak ekonomik karşılaştırmalar yaptık.

Şimdi de meseleye hukuk, insan hakları, kadın erkek eşitliği, insani özgürlük gibi sosyal değerler açısından bakalım”

Bu tablo bize ekonomi dışında sosyal alanlarda da bu ülkelerin gerisinde kaldığımızı gösteriyor.”

Mahfi Eğilmez yazısını şu cümleyle bitiriyor:

“Balkan ülkeleri yirmi yılda inanılmaz olumlu gelişmeler yaratırken bizim düştüğümüz durum gerçekten çok acı.”

Rakamlar, siyasi palavraları ezip geziyor.

“2023’de aya gideceğiz” derken özellikle 2017’den sonra nasıl bir çöküş dönemine girdiğimizi rakamlar ortaya koyuyor.

2007’de önünde koştuğumuz ülkelerin şimdi çok gerisindeyiz.

Hukukta ve ekonomide Balkanların en döküntü ülkeleri arasındayız.

Türkiye’yi Avrupa’yla kıyaslamıyoruz bile…

Artık kıyas Balkanlarla yapılıyor ve o kıyasın sonucu bile hüsran.

Hukuku yok etmenin ve ekonomide bilim dışı kararlar vermenin sonuçları açık biçimde önümüzde.

Bir de reform yapmak için adım atıp, AB normlarından uzaklaştıkça pörsüyen konular var…

Bunların en başında gıda güvenliği geliyor…

2010 yılında müzakereye açtığımız “Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı” faslının kriterlerinden birisini de Türkiye’deki gıda işletmelerinin AB mevzuatına göre sınıflandırılması oluşturuyordu.

Amaç asla AB kriterlerini uygulamayıp, AB üyesi olmak istiyormuş gibi bir algı operasyonunu canlı tutmak… Ve hep aynı oyunu oynamaya devam etmek… Böyle bir oyunu oynamak, ne anlama geliyor? Tek kelimeyle taammüden kitlesel ölümlere göz yummak anlamına geliyor…

Türkiye, AB müktesebatına uyum amacıyla gene aynı yıl yeni Gıda Kanununu çıkardı.

Uyum çalışmaları çerçevesinde, önce gıda işletmelerinin mevcut durumu belirlendi ve bu işletmelerin AB’ye uyumu için izlenecek yol haritaları oluşturuldu.

Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı, bu kapsamda, öncelikle gıda üretim yerlerinin gerçek sayısını belirlemeye yönelik bir çalışma yaptı.

Çalışmalar sonucunda 2004-2005 yıllarına kadar 20 binler civarında olduğu ifade edilen gıda üretim yerlerinin gerçek sayısının 53 bin civarında olduğu ortaya çıktı.

Ciddi bir envanter çalışmasının ortaya koyduğu tablo, tahmin edilen ile ölçülen arasındaki fark, ne halde bulunduğumuzu, gıda güvenliği gibi hayati bir konudaki ciddiyetimizi zaten yeterince anlatıyordu.

Bakanlık, çıkarılan yeni gıda kanunu çerçevesinde, gıda işletmelerinin kayıt ve onay işlemlerine yönelik usul ve esasları belirlemek üzere yönetmelik hazırladı.

Yönetmelik uyarınca, gıda üreticilerine Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’ndan onay veya kayıt alma zorunluğu geldi.

Onay kapsamında bulunan işletmelerin AB’nin istediği hijyen şartlarını, kayıt kapsamında bulunan işletmelerin ise genel hijyen şartlarını yerine getirmesi gerekiyordu.

Yönetmelik ile AB mevzuatına uygun olarak öncelikle gıda işletmeleri sınıflandırıldı ve “onay” zorunluluğu bulunan işletmeler, “et ürünleri, süt ürünleri, su ürünleri ve hayvansal yan ürünler” üreten işletmeler olmak üzere dört gruba ayrıldı.

Sonra ne oldu?

Bakanlığın belirlemelerine göre, Türkiye’de onaya tabi, hayvansal kaynaklı gıda üreten veya işleyen 5 bin 619 işletme olduğu ortaya çıktı.

Bu işletmelerin sadece 476’sı AB mevzuatına uyumluydu…

Yanlış okumadınız, 2011 yılı itibariyle Türkiye’de, hayvansal kaynaklı gıda üreten AB standartlarına uyumlu yalnızca 476 işletme vardı.

Ancak, gerekli yatırımları yaparsa, 3 bin 115 işletmenin AB şartlarına iki yıl içinde uyum sağlayacağı tahmin ediliyordu.

Gene o yılki hesaplamalara göre işletmelerin AB mevzuatına uygun hâle getirilmesi için 2 milyar 102 milyon 875 bin Euro’luk kaynak gerekiyordu.

AB ile “Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı” faslının açılış kriterlerinden bir yıl sonraki durum buydu.

Faslın açılmasından bu yana 14 yıl geçti.

2024 yılındayız.

Bu konuda geçen yılın ortalarında hepimizi çok fazla ilgilendirmesi gereken bir gelişme oldu.

Tarım ve Orman Bakanlığı’na bağlı Gıda ve Kontrol Genel Müdürlüğü, pide, lahmacun, börek ve mantı gibi ürünlerin hazır harçlarında kanatlı eti numunesi alınmamasını istedi.

Karar, gıda güvenliği açısından tartışma yarattı.

Gıda mühendisi Bülent Şık şu değerlendirmeyi yaptı:

“Yazı, kıyma etten yapılan ürünlerde kullanılmasına izin verilmeyen sakatat, testis, uterus, bağırsak, deri, sinir, kemik, vb. dokuların kullanılmasının önünü açıyor. Histolojik muayenenin kaldırılması da mevzuata aykırı bu işleri yapanları denetlemeyeceğiz anlamına geliyor.

Histolojik analizler, çiğ ve pişmiş, işlem görmüş ve görmemiş, fermente et ve et ürünlerinde Türk Gıda Kodeksi hükümlerince kas ve yağ dokusu dışında katılmasına müsaade edilmeyen doku ve organlar ile yabancı maddelerin teşhisi amacıyla yapılmaktadır.

Histolojik muayene için alınan numunelerde at, eşek ya da başka hayvanların etinin olup olmadığı da yapılacak analizlerle kontrol edilir. Dolayısıyla bu tip bir kontrolün de artık yapılmayacağını düşünmek akla uygundur. Alınan karar gıda güvenliği açısından yanlış bir karardır.”

AB ile “Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı” faslı açıldığında durumu tespit için “Kedi eti yiyeni AB’ye alırlar mı?” diye soran bir yazı yazmıştım.

Şimdi yıllar sonra çok daha gerilemiş durumdayız.

AB’nin artık “Türkiye Raporu 2022” diye anılan “İlerleme Raporu’nda” gıda güvenliği için şu tespit var:

“Genel gıda güvenliği konusunda, AB müktesebatına uyum sağlanması ve müktesebatın uygulanması bakımından sınırlı ilerleme kaydedilmiştir.

Klorpirifos ve klorpirifos-metil ile ilgili yeni standartların uygulanmaya başlandığı 2020’den bu yana, Türkiye’den AB’ye ithal edilen meyve ve sebzelerdeki pestisit kalıntısı bulgularına ilişkin Gıda ve Yem Hızlı Alarm Sistemi 121 (RASFF) bildirimlerinin sayısı kabul edilemez derecede yüksek kalmıştır.

Başta çiğ süt olmak üzere, hayvansal gıdalara yönelik özel hijyen kurallarının uygulanması bir kez daha ertelenmiştir.”

Türkiye’nin çürüdüğünü, siyaset kurumunun da çürüdüğünü ısrarla söyleyip duruyorum.

Çünkü…

Siyaset sadece içinde pozisyon tutana yarıyor, Türkiye’nin hiçbir sorununu çözemiyor.

Gıda güvenliği hep büyük bir sorundu, şimdi durum anlaşılan daha da vahimleşiyor.

Rejim galiba açıkça “ne yerlerse yesinler” noktasına geldi.

Belki bırakın ileriye doğru adım atmayı, sürekli gerilemenin adımlarını kısaca anımsatmak lazım …

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik müzakereleri 2005 yılının 3 Ekim günü başladı.

AB, AKP’nin 2004 ve 2005 yıllarında gerçekleştirdiği yoğun yasal düzenlemeler ve reformlar sayesinde Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini karşıladığını, temel hak ve özgürlükler alanında da “Türkiye’de durumun AB normlarına uygun” hâle geldiğini kabul etmiş oldu.

Ancak her zamanki gibi “düşünce ve ifade özgürlüğü” sorunluydu ama bugünkü gibi felaket bir hâlden uzaktı.

Türkiye Yayıncılar Birliği’nin 2005 Yılı Raporu’nda, 25 yayınevinin 37 yazarı ve 43 kitabının yargılandığı vurgulanmaktaydı.

Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’nun belirlemelerine göre de cezaevinde 8 gazeteci bulunmaktaydı.

Ama reformların hızı, AB’yi bunların da düzeltileceğine ikna etmişti.

Ancak reformlar aynı hızda devam etmedi.

2011 yılından sonra önce “duraklama dönemine” daha sonra da “gerileme dönemine” girdik ve AB ile ilişkilerimiz koptu.

Hukuktan uzaklaşılınca AB’den de uzaklaşılır.

Bunu fiilen yaşıyoruz.

2005 senesinde Avrupa Birliği ile müzakere süreci açılınca ülkeyi yeniden inşa etme olanağı doğmuştu.

Bu yeniden doğuşun teknik reçetesini oluşturan “32 dosya” yaşama geçirilseydi bugün bambaşka bir ülkede yaşıyor olacaktık.

O dönemde bazı dosyaların önünde Kıbrıs nedeniyle siyasi engeller vardı. Bu dosyaların sayısı da sekizdi.

AB ile rahatça müzakere edilebilecek, hiçbir engeli olmayan dosyalar ise daha sonra Türkiye’deki zihniyetin değişimiyle birlikte karanlık raflarda kayboldu.

Bu dosyalar arasında örneğin “kamu alımları” dosyası vardı…

Örneğin “rekabet” dosyası vardı…

Örneğin “sosyal politika ve istihdam” dosyası vardı…

Ulusal Eylem Planı’nda bu dosyaların hayata geçirilmesi için neler yapılması gerektiği satır satır tanımlanmaktaydı.

Hiçbiri yapılmadı.

Bunların yapılmamasının bugün kaç milyon insanın hayatını olumsuz yönde etkilediği daha sonraki yıllarda daha iyi ortaya çıkacaktır.

Bu dosyalar açılsa, gereken köklü reformalar hayata geçse, çok farklı bir Türkiye olacaktı…

Cinayete dönüşmüş iş kazalarında her gün düzenli olarak 5-6 işçimiz ölmeyecekti mesela…

Nam salmış yandaş müteahhitler her ihaleyi 21-b’den alıp inanılmaz kârlarla rekabet dışı çalışamayacaktı.

İşsizlik bu kadar artmayacaktı.

Siyaset, canının istediğine devlet teşvikleri veremeyecekti.

Hukukla birlikte AB’den de uzaklaştığımız bir dönemi yaşıyoruz.

O nedenle, geçen yılın sonlarında Litvanya’ya hareketinden önce düzenlediği basın toplantısında İsveç’in NATO’ya üyelik sürecine ilişkin Recep Tayyip Erdoğan’ın “Önce Avrupa Birliği’nde Türkiye’nin önünü açın biz de İsveç’in önünü açalım” demesi ilginçti…

Avrupa Birliği’nin hukuk sorunları bulunan Türkiye’nin “önünü açması” imkânsız.

Türkiye ise “önünün açılmasını” istiyorsa bugün yaptığı ne varsa hepsinin tersini yapmak zorunda. Bu da şu anda pek mümkün gözükmüyor.

Böyle bakıldığında Erdoğan’ın talebinin ne olduğu tam anlaşılmıyor. “Bizi bu hâlde alın” mı diyor yoksa “biz değişelim siz de önümüzü açın” mı diyor kestirmek zor.

Bu sözü anımsatmak AB reformlarının başladığı 2005 yılından bu yana, 19 yılda nereden nereye gelindiğini daha iyi görmemizi bir kez daha sağlıyor.

Ne yazık ki geldiğimiz yer, 18 yıl öncenin ümitlerinin gösterdiği yer olmadı.

Siyasal iktidarın AB sürecine yönelik tavrı “görüntü” den ibaret…

Amaç asla AB kriterlerini uygulamayıp, AB üyesi olmak istiyormuş gibi bir algı operasyonunu canlı tutmak…

Ve hep aynı oyunu oynamaya devam etmek…

Böyle bir oyunu oynamak, ne anlama geliyor?

Tek kelimeyle taammüden kitlesel ölümlere göz yummak anlamına geliyor…

Nasıl mı?

Sizin için kutsal olan nedir?

İnsan mı? Yoksa “Vatan, Millet, Sakarya” edebiyatı mı?

İnsandan yana olanlarla… İnsanı yok sayanlar.

  1. Yüzyıl’ı belirleyen en temel ayrışma noktası bence budur.

Bakın, 6 Şubat’ta meydana gelen depremlerde Adıyaman’da 1485 bina yıkıldı. 4085 hasarlı bina ise yıkılmayı bekliyor.

4600 insanımız öldü. 17 bin kişi yaralandı.

Neden?

Bütün deprem bölgesinde olduğu gibi “Vatan, Millet, Sakarya” edebiyatının ardına saklanan “siyasetçi, müteahhit, bürokrat” cinayet üçgeninin vurgunları için.

Üstelik… Hayat bu kanlı gözü dönmüş çıkarcılığı belgeledi, ispatladı.

Belediye binasının tamamen yıkıldığı Adıyaman’da, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın AB fonuyla, AB mevzuatına göre inşa ettiği Kommagene Kültür Merkezi sapasağlam ayakta kaldı.

AB, benim için depremde camı bile kırılmayan Kommagene Kültür Merkezi inşaatıdır.

AB, “vurgun kutsal” diyenlerin bina cinayetlerine karşın 7.7 ve 7.6 büyüklüğünde depremlerde yıkılmayan ve insan canını kutsayan bina yapmaktır.

AB Sürecini yola koyacak ve sonuna kadar gaza basacak bir siyasal umut kırıntısı peşinde ömür tüketirken CHP’nin yeni Genel Başkanı Özgür Özel’in geçenlerde konuşmaları arasında duyduğum ama sonra bir daha rastlamadığım bir cümle çok dikkatimi çekmişti:

“Türkiye Cumhuriyeti’ni Avrupa Birliğinin tam üyesi haline getirip gencimizin elindeki pasaportu ile istediğinde gittiği, istediği yerde okuduğu, istediği yerde gezdiği ama istediğinde de gelip müreffeh şekilde en büyük zenginliklerle bu güzel ülkede yaşadığı bir hâle getireceğiz.”

Gençleri AB Pasaportu sahibi haline getirmek… Çok umut verici bir cümle.

AB ile rahatça müzakere edilebilecek, hiçbir engeli olmayan 3 çok önemli dosya var. Bunlar Türkiye’deki zihniyet değişimiyle birlikte karanlık raflarda kayboldu.

Bu dosyalar, “kamu alımları”, “rekabet”, “sosyal politika ve istihdam” dosyaları.

Ulusal Eylem Planı’nda bu dosyaların hayata geçirilmesi için neler yapılması gerektiği satır satır tanımlanmaktaydı.

Hiçbiri yapılmadı.

Kamu alımları (ihaleler), devlet yardımları ve rekabet, çalışma hayatı ve güvenliği dosyalarında hiçbir ilerleme yok.

Hatta öyle ki Dışişleri Bakanlığı AB Genel Müdürlüğü sitesinde “kamu alımları” listeden silinmiş bile….

Eğer Özgür Özel samimiyse, AB ile ilgili söylediklerini laf olsun diye söylemediyse, önünde hiçbir engel olmayan bu üç dosyanın müzakerelerinin başlaması için çok başka alemlerde seyreden siyasal iktidara tam saha pres yapabilir.

İş cinayetlerine, müteahhit talanına, teşvik vurgununa engel olabilir.

Nasıl mı?

Bir AB Gölge Bakanı atayarak.

Nasıl mı?

Azerbeycan’dan önce Brüksel’e ziyaret planlayarak.

Nasıl mı?

Her grup toplantısında bu üç dosyayı anımsatarak.

Nasıl mı?

Parti örgütünü AB konusuyla ilgili çok daha fazla bilinçlendirerek.

Nasıl mı?

Her cinayet, her vurgun ve her talan sürecinde, AB normlarının olmamasından bu keyfiliğin sürdüğünü anımsatarak.

Gençlere “tam üyelik” ve “AB pasaportu” vaat eden Özgür Özel“insanı” kutsal olarak kabul ettiğini ifade ettiğine göre, işe Türkiye’nin iş cinayetlerini, kamu ihale vurgunlarını önlemek için çaba göstermekle başlamalı.

AB söz konusu olunca, hep aynı soruyu sorarım:

İnsan mı kutsal, hamaset mi?

Vurgun vampirlerinin deprem katliamlarının devamını mı istersiniz?

Depremlerde camı bile kırılmayan Komagene Kültür Merkezi mevzuatına göre yapılmış binalar mı?

Ülkeyi bir iç sömürge gibi yöneten hukuksuz, ilkesiz ve denetimsiz bir keyfilikten mi yanasınız?

Mehmet Altan
Latest posts by Mehmet Altan (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir