Her seyyah mazoşisttir

Her seyyah mazoşisttir

Gökhan Bozkurt’u okurken aklıma Sevan Nişanyan’ın seyahat etmekle ilgili sözleri geldi. Nişanyan, insanın başına bela gelmeden, sersefil, perperişan olmadan bir yere gitmesinin “seyahat etmek” sayılamayacağını söylüyordu. Tabii konuya böyle yaklaşınca seyyahların birer mazoşist olduğu sonucuna da varabiliriz ama öyle değil, hem Bozkurt’un hem de Nişanyan’ın doğru bir yere temas ettikleri kanaatindeyim.

Murat Aksoy’un bana yaptığı en büyük iyiliklerden biri sanırım Gökhan Bozkurt adında bir yazarı hayatımın içine sokmasıdır.

Bugüne kadar kendisini ne gördüm ne telefonda konuştum, ama yazılarını -birlikte Politikyol’da yazdığımız günlerden beri- büyük bir merakla bekliyor, ilgiyle okuyorum.

Bozkurt, geçtiğimiz ay futbolu bir kenara bırakıp gezi alanında üç ayrı yazı yazdı -dördüncüsünün müjdesini de üçün sonunda verdi.

Gökhan Bozkurt, dizinin “Seyahat ve tatil arasındaki ince çizgi” adlı ikinci yazısında bu iki kavramın farkını çok güzel tanımlamış: “Seyahatte amaç en iyi okulu ve öğretmeni aramaktır. Gezginler bu amaçla gezerken bazen kaybolurlar, bazen çok yorulurlar, hatta bazen aradıklarını hiç bulamadan geri dönerler ama aramaktan asla vazgeçmezler.”

GÖKHAN BOZKURT’UN SEYAHAT YAZILARI

Gökhan Bozkurt, dizinin “Seyahat ve tatil arasındaki ince çizgi” adlı ikinci yazısında bu iki kavramın farkını çok güzel tanımlamış.

“Seyahatte amaç en iyi okulu ve öğretmeni aramaktır. Gezginler bu amaçla gezerken bazen kaybolurlar, bazen çok yorulurlar, hatta bazen aradıklarını hiç bulamadan geri dönerler ama aramaktan asla vazgeçmezler. Bu bağlamda, bulmak için aramak şarttır ancak aramak için bulma mecburiyeti yoktur. Çünkü gezgin için ulaşılacak ana hedef yolda olmaktır.”

Şöyle devam ediyor:

“Yalnızca yolculuk keyfi için bile yola çıkılabilir. Tam da bu yüzden bir gezginin seyahatlerinden mutsuz dönme olasılığı çok azdır. Farkındalığı yüksek, beklentisi düşüktür. Bu yüzden yolda onu bekleyen sürprizler, aksaklıklar, hatta minik kazalar bile gezgini seyahat tutkusundan vazgeçiremez.”

Gökhan Bozkurt’u okurken aklıma Sevan Nişanyan’ın seyahat etmekle ilgili sözleri geldi.

Bire bir hatırlamam mümkün değil ama Nişanyan, insanın başına bela gelmeden, sersefil, perperişan olmadan bir yere gitmesinin “seyahat etmek” sayılamayacağını, esasen seyahatin ancak karşılaşılan sorunların üstesinden gelmekle edileceğini söylüyordu.

Tabii konuya böyle yaklaşınca seyyahların birer mazoşist olduğu sonucuna da varabiliriz ama öyle değil, hem Bozkurt’un hem de Nişanyan’ın doğru bir yere temas ettikleri kanaatindeyim.

Hem imkânlar el verdi hem de benim içimde vardı, biraz seyahat etme şansına sahip oldum.

Benim seyahat etmekten anladığım ile genelin anladığı arasında devasa bir uçurum olduğunu görmem ise biraz zaman aldı.

Uzun bir zamandır hep şöyle bakıyorum, bir yerde geçirdiğim gün kadar yazılık malzeme çıkması lazım.

Diyelim, bir yerde beş gün geçirdim ama üç yazı yazabildim; demek ki, diyorum kendime, bu sefer becerememişim.

Doğru insanları bulamamışım, doğru yemekleri yiyememişim, doğru sokaklara sapamamışım…

Zira istisnasız her yerde anlatmaya değer bir şey vardır -iş ki görebilesin.

Günümüzde gezi yazarlığı da tamamen biçim değiştirdi.

Düşünsenize, teknoloji sayesinde artık oturduğunuz yerden hiç kalkmadan bir gezi kitabı yazabilirsiniz.

Her türlü ansiklopedik bilgi, harita veya görüntü elinizin altında.

Jamaika’ya gitmedim, ama biraz uğraşsam gitmiş gibi oraları anlatabilirim.

O yüzden, kendi gezi yazılarımın hepsinde yapmaya çalıştığım şey, bir yeri anlatmak değil, onu nasıl gördüğümü anlatmak oldu.

Eski seyahatnamelerin uzun şehir tasvirlerine lüzum yok demeyeyim de artık yazının gerektirdiği ölçüde var, olmasa da olur, 1932’de bir gazeteye yazıyor olsam, okurun muhayyilesinde canlansın diye Big Ben’in neye benzediğini uzun uzun anlatırdım, bugün Big Ben’i kişinin nasıl gördüğünü ve nereye koyduğunu anlatmasının daha değerli olduğunu düşünüyorum.

Ama bununla da yetinmemeli, şehir kadar kişilerin tecrübeleri de çok önemli.

O tecrübeler, itiraf edeyim ki, kötü olduğu ölçüde yazmaya değer hale geliyor, vartayı atlatmanın coşkulu gururu yazacak bir şey yaşamış olmanın sevincine bırakıyor yerini.

Bu yüzden mesela, sevmediğim bir şehre beni hayal kırıklığına uğratmaz.

O şehri neden sevmediğimi, oraya kanımın neden kaynamadığını anlamaya çalışırım.

Eh, bunu yaparken gün biter, hele bir de akşamına iyi yemek bulduysan seyahatin bir mana kesbetmiş olur.

Belayı çağırmak istemiyorum, ama hiç sorunsuz geçen seyahatin iyi bir şey olmadığına eminim.

Planlı programlı seyahatler, nerede kalacağının aylar öncesinden belli olması, seyahatini hayatın getirebileceği sürprizlere kapatmak… Bence bir seyahate yapılabilecek en büyük kötülük bunlar.

SEYAHATE YAPILABİLECEK EN BÜYÜK KÖTÜLÜK

Planlı programlı seyahatler, nerede kalacağının aylar öncesinden belli olması, seyahatini hayatın getirebileceği sürprizlere kapatmak…

Bence bir seyahate yapılabilecek en büyük kötülük bunlar.

Ama görebildiğim kadarıyla seyahat etmek, paylaşılması şart olan bir etkinlik alanına dönüştü.

Seyahatini paylaşmayana meczup gözüyle bakıyorlar.

“Ben daha çok yer gördüm,” diye akıl almaz saçmalıkta yarışlar başladı.

Mesela, bazı eğlencelik tablolar görüyorum, “kaç ülkeye gittin?” falan diye…

Birbirinden şöhretli insanların gittikleri ülke ve şehir sayısını saydıklarını görüyorum, gururla paylaşıyorlar.

Bu bana dehşet verici ölçüde manasız geliyor, çünkü seyahatin un tanesi gibi sayılamaz bir şey olduğu kanaatindeyim.

Neyse, yazıyı daha da uzatmayayım yoksa bitiremeyeceğim, yavaştan valizi toplayayım ben.

Bu hafta geçsin, haftaya anlatmaya başlarım nereye gittiğimi.

Bilgehan Uçak
Latest posts by Bilgehan Uçak (see all)

One thought on “Her seyyah mazoşisttir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir