Dalından koparılmak, Selahattin Demirtaş ve Kürt siyaseti

Dalından koparılmak, Selahattin Demirtaş ve Kürt siyaseti

Selahattin Demirtaş ve arkadaşları, kimse korkmasın dallarında sapasağlam durmaktalar; ben, andığım kısır döngünün içinde kalıp bedel ödeyerek sevdiklerinden, ailelerinden, evlatlarından, güneşin doğuşu ve batışından, denizlerin dalgası ve nehirlerin akışından, çiçeğe durmuş bahar dallarından koparılışlarının daha uzun yıllara uzanacak olmasına yanarım.

16 Mayıs’ta Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen Kobanê Davası’nda karar çıktı ve başta Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ olmak üzere 108 sanığın birçoğuna ağır cezalar verildi. Sabah karar çıkmadan önce (yukarıdaki başlıkla) başladığım yazımı devam ettirmek içimden gelmedi. Bugün kaldığım yerden devam etmek ve mahkemenin kararıyla birlikte bir değerlendirme yapmak istiyorum.

İrfan Aktan, artı-gerçek’teki 15 Mayıs 2024 tarihli “Selahattin Demirtaş’ı dalından koparmak” başlıklı yazısında, “Kürt hareketinin kodlarını en iyi bilen isimlerden” olduğunu vurguladığı (DEM Parti milletvekili) Cengiz Çandar’ın —halisane duygularla iltifat gibi sunmuş olsa da— Kürtlerin nazarında yalnız Kürt siyasetçileri için değil, Demirtaş’ın kendisi için de sorunlu addedileceğini düşündüğü şu sözünü irdeliyordu: “Adı telaffuz edildiğinde ortalık yıkılıyor. Kendisine de söyledim, Türkiye’nin Türk kesiminde tek sevilen Kürt siyasi şahsiyetisin.”

Aktan’a göre, Çandar’ın “Türk kesimi” üzerinden yaptığı Demirtaş güzellemesi, tıpkı “Demirtaş gibi Kürt hareketinin ideolojisini taşıdığı için korkunç bedeller ödeyen binlerce Kürt siyasetçiyi bir kenara itmesi”yle ve Kürt sorununu besleyen en görünmez kaynaklardan birini görünür kılmaklığıyla manidar ve “Türkî bakışa”a denk düşen bir güzellemeydi. Bir “çiçek” olarak Demirtaş’ın Kürtlükten, Kürt siyaset bahçesinden koparılması, bir bütün olarak Kürt siyaset ve siyasetçilerinin, Kürtlerin mücadelesinin talep ve ihtiyaçlarının görmezden gelinmesine ve bütün bunların “bir kez daha kriminalize e[dilmesine]” hizmet etmekteydi, Aktan’a göre. Dolayısıyla, Rawest’in 10 Mayıs’ta sunduğu “Kürt Meselesi, Kürt Siyaseti ve Demirtaş” araştırmasında olduğu üzere, çeşitli araştırmalara da sirayet eden bu “Türkî” bakışın gecikmeden sorunsallaştırılması kaçınılmazdı.

Ne demiştir Demirtaş: “Leyla’yı Leyla yapan Mecnun’un aşkıdır”. (Ya da bir ‘Dağ’ esintisi olsun: “Güzelliğin on par’ etmez/ Bu bendeki aşk olmasa/ Eğlenecek yer bulamaz/ Gönlümdeki köşk olmasa…”)

GÖNLÜMDEKİ AŞK OLMASI

Aktan, Çandar’ın altını çizdiği Türkî Demirtaş sahiplenmesini Steinbeck’in Kino’sunun başına gelenlere benzetiyor. Öyle ya, nasıl kasaba eşrafı sefil Kino’ya denizden çıkardığı dev inciyi layık görmemiş ve nihayetinde Kino kurtuluşu inciyi geldiği yere (denize) teslim ederek huzura kavuşmuşsa, oradan mülhem, kabahat inci misali Demirtaş’ın kendisinde değil, onu Kürt halkına çok görenlerdedir. Halbuki, o da mahut denizin bir mahsulüdür ve onun içinde mütalaa edilmelidir. Kaldı ki, incinin (Demirtaş’ın) kendisi de iltifatını denize (Kürt siyasi mücadelesinin bütününe) teslim etmiş değil midir? Ne demiştir Demirtaş: “Leyla’yı Leyla yapan Mecnun’un aşkıdır”. (Ya da bir ‘Dağ’ esintisi olsun: “Güzelliğin on par’ etmez/ Bu bendeki aşk olmasa/ Eğlenecek yer bulamaz/ Gönlümdeki köşk olmasa…”) Denizin enginliğini, verimini, kudretini, inadını görmek; denizle incinin doğal/organik bütünlüğünü teslim etmek yerine, inciyle denizin geçimsizliğine atıfla (ya da onu öne çıkararak) inciyi “meseleleri idrak edemeyen, anlaşılmaz kaprislere ve gereksiz militanlığa soyunan” kıymet bilmez Kürt halkından ve mücadelesinden koparmak niyetlisidir Türkî bakış. İşte; Rawest’in araştırması da söz konusu bakışın sorunlu zeminine yerleşmiştir. Başkaca sorularlarla birlikte yürütülmüş gibi görünse de Demirtaş’ın liderliğine ilişkin “algı”ya odaklanışıyla, Demirtaş’ın “liderliği”ni Kürt hareketinin ve sorununun (eşitlik- özgürlük mücadelesinin) önüne koyuşuyla, araştırmanın, “doğrudan Demirtaş’ın kendisine [de] büyük bir sınav dayat[tığı]” açıktır. “[K]üçük düşürücü tanımlamalar üzerinden kurgulanan çerçeve”si ile “Demirtaş’ı Kürtlerin ilk sivil lideri” ve “DEM’den ayrı bir ‘hayatiyeti’i” olduğu sonucuna varan araştırma, “Demirtaş’a yönelik de hapishane koşullarında altından kalkması zor bir yük bindir[miştir]”. Araştırma, vardığı sonuçla, Kürtlere değil “Türk kesimlere” hitap edip o kesimin ezberlerini tahkim etmekte, Kürt siyasetçileri ve DEM Parti’yi geleceğin dışına “itekleyip” itibarsızlaştırmaktadır. Ayrıca, Aktan araştırmanın sağlıklılığı ile ilgili şu kaygıyı da dile getirmektedir: “Kürt halkının veya ‘Kürt sahası’nın kendisi devletin, iktidarın, onun pek çok yerli ve ulusal araçlarının tatbikat sahası iken, bilimsel metotlarla bile olsa hakkaniyetli bir araştırma yapmak ve bu araştırmaların verileri üzerinden sağlıklı sonuçlar ortaya çıkabileceğini iddia etmek zor”. Hiçbir konuda kendisini özgürce ifade edemeyenler üzerinden böyle bir araştırma yapıp gerçeklikle temas kurulduğunu var saymak ancak “Türk kesimler” için ikna edici olabilir. Bu türden araştırmaların muradı, ’Gerçek bu’ deyip hakikati ıskalamaksa “hakkaniyetli bir bakış buna ‘Raweste!’ (Dur!) demeyi” ihmal etmemelidir. (Aktan’ın, bu türden araştırmalara sirayet eden bakışın ‘sorunsallaştırılması’ gereğinden söz etmişken, bu noktada, —hakikatle ilişkisine ağır bir şaibe de yükleyerek— ‘Dur!’ denilmesi lüzumuna işaret etmesi, ton farkıyla, herhalde dikkati çekicidir.)

Her ne kadar, Çandar’ın, Demirtaş’ı, “Türk kesiminde tek sevilen Kürt siyasi şahsiyet” olarak anışı “tek”liği ile Aktan’da haklı bir hoşnutsuzluk yaratmışsa da, Aktan’ın Demirtaş’ı ‘popüler’ vasıflarına indirgeyip hegemonik Kürt siyaseti içinde sıradanlaştırması da dikkati çekicidir. Peki, öyleyse, Demirtaş’a bu iki bakışın dışında bir bakış mümkün değil midir?

DEMİRTAŞ’A BAŞKA YERDEN BAKMAK MÜMKÜN DEĞİL Mİ?

Aktan, Demirtaş’a bakışın ya da ona biçilen anlamın iki türlü olduğunu söylemiş oluyor: Bir, “Türkî” olan ve Kürt siyasi hareketinin kendi doğasını ve işleyişini kırmaya (bir başka deyişle, Kürtlerin eşitlik-özgürlük mücadelesini tavsatmaya) yönelik, onu ‘hegemonik’ Kürt hareketinden koparmaya heveskâr bakış. Bir diğeriyse, onu, (her ne kadar, “çok etkili, çok zeki, çok çalışkan, çok direngen, çok espritüel, çok yaratıcı”, vb. istisnai vasıflarıyla ansa da) hapisten çıktığında Kürt halkı tarafından “tıpkı diğer mahpus arkadaşları gibi” omuzlarda taşınacak, yani, hegemonik Kürt hareketine mensup bir nefer olarak gören (görmek isteyen) bakış. Her ne kadar, Çandar’ın, Demirtaş’ı, “Türk kesiminde tek sevilen Kürt siyasi şahsiyet” olarak anışı “tek”liği ile Aktan’da haklı bir hoşnutsuzluk yaratmışsa da, Aktan’ın Demirtaş’ı ‘popüler’ vasıflarına indirgeyip hegemonik Kürt siyaseti içinde sıradanlaştırması da dikkati çekicidir. Peki, öyleyse, Demirtaş’a bu iki bakışın dışında bir bakış mümkün değil midir?

Kanımca, Demirtaş, buluşma katında söyledikleriyle ‘halk’ bileşimi içinde Türk’ten ziyade Kürt halkına ama daha da önemlisi o halk adına siyaset güden siyaset erbabına seslenmekteydi. (Rawest’in araştırması da, kanımca, bu seslenişe Kürt halkının verdiği cevabı yansıtmaktadır.)

DEMİRTAŞ, HALK ADINA SİYASET GÜDEN SİYASET ERBABINA SESLENMEKTEYDİ

Okuyanlar hatırlayacak, burada yayımlanan “Demirtaş’ın Savunması/ Kopuş, Buluşma ve Çıkarımlar” başlıklı yazımda, Demirtaş’ı, Kobanê Davası savunmasında altını çizdiği, ideolojik ve siyasi saiklerle açılmış bir davaya maruz bırakıldıkları tespitiyle; devleti —tarihsel derinliği içinde— Kürtlere ve Kürt siyasetine yönelik tutumuyla yüzleştirip siyasallaşmış yargıyı yargılayışıyla ve —mahkemenin kendisini de vereceği kararı da umursamadan—  kadim/kurucu devlet zihniyetini karşısına alıp halka seslenişiyle (‘Kopuş Savunması’!) anmıştım. Son derece açık sözlülükle ve çekincesizce “Kürt Ulusal Kimliği”nin çerçevesini kurarken Kürt siyaseti ve faillerinin devletin yargı sopasına maruz kalışını neredeyse söz konusu kimliğin şaşmaz bir parçası olarak anışını da hatırlatmıştım. Özgürlük mücadelesine bağlılığın ve kazanma umudunun altını çizerek sonlandırmıştı sözlerini Demirtaş: “An tekoşîn an tekoşîn. Bijî têkoşîna azadiyê. An serkeftin an serkeftin.” Yazımın ‘Buluşma Hattı’nda değindiğim üzere, Demirtaş, bütün bir tarihi yüküyle anlattığı ve mağduru oldukları kısır döngüden çıkış yolunda buluşmayı da teklif ediyordu: “Gençlerimiz dağa çıkıp silah alsın istemiyoruz. Onaylamıyoruz, doğru bulmuyoruz. [İçim yanarak sevgili Tahir Elçi’yi anımsıyorum…] Hepsi bu halkın gariban çocukları. Niye birbirlerine kurşun sıksınlar?” Çözüme dönük buluşmanın, Kürtlerin ulusal kimliğinin tanınmasının yanı sıra yerel yönetimsel iradelerinin de tanınmasıyla gerçekleşeceğine işaret ediyordu: “Türkiye’nin genelinde yerelden yönetim güçlendirilirse Kürtler de kendi kaderini tayin hakkını bölünmeden kazanmış olur” diyor; demokratik özerklik, özyönetim modeli, “Demokratik Ulus” ve “Demokratik Cumhuriyet”ten dem vuruyordu. Çokkültürlü, çokdilli, bölge ve köy meclislerini içerip doğrudan demokrasiye el veren, yüz yıllık Kürt sorununun çözümünde anahtar niteliğinde olan kavramlardan söz ediyordu. Andığım yazımın ‘Çıkarımlar’ başlığı altındaysa, Demirtaş’ın ‘Kopuş Hattı’nda ifade ettiklerinden ziyade, benim ‘Buluşma Hattı’ diye uygun gördüğüm başlık altında hatırlattıklarımın çıkarımlar için daha uygun düşeceğini vurguluyordum. Kanımca, Demirtaş, buluşma katında söyledikleriyle ‘halk’ bileşimi içinde Türk’ten ziyade Kürt halkına ama daha da önemlisi o halk adına siyaset güden siyaset erbabına seslenmekteydi. (Rawest’in araştırması da, kanımca, bu seslenişe Kürt halkının verdiği cevabı yansıtmaktadır.) Yapısökümüne uğratacaksak; ülkenin en değerli altmış bin evladının ölümüyle sonuçlanan; Kürt’ün özgürce ve özerkliğiyle var olma talebini ‘şiddet’le (ve o doğrultuda işleyen her türden ‘ideolojik aygıt’ıyla) bastıran devletin, siyasi talebini silah zoruyla (devletinkinin ayna ikizi olan şiddet yoluyla) devlete kabul ettirmeye soyunmuş ‘Dağ’ın ve ikisinin arasında sıkışıp kalmış ‘sivil siyaset’ kurumunun birbirlerine dolanarak ürettikleri (kırk yıldır da çözülememiş) bir ‘çözümsüzlük’ yumağına işaret etmekteydi Demirtaş. Ayrıntılara dönüp kendimi tekrar etmek istemem; altını çizmek istediğim şuydu: Çözümsüzlük yumağının çözülmesinin (kırk yıllık kısır döngüden çıkışın) yolu, Kürt sivil siyaset kurumunun iradesini, mücadele ve direnişini devlet üzerinde yaptırım (Türkiye halkları indinde rıza üretme) gücü olacak düzeye yükseltmekten geçer —iradesi Dağ bürokrasisinin (ve dahi, efsanesinin) gölgesinde, seçime odaklı siyaset güdenlerin kurumu olmaktan değil, gerçekten müstakil (özerk!) bir siyaset kurumu (‘Parti!’) olmaktan geçer. Bulunduğum yerden baktığımda, Demirtaş’ın Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim sonrası mektubunda, Parti’nin “halk mücadelesi ve halk hareketi”ne yaslanması gereğini hatırlattığını da hatırlıyorum ben: “Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, demokratik Kürt siyasi hareketinin en büyük özelliklerinden biri, sadece bir seçim partisi veya seçim hareketi olmamasıdır”. Lakin, eleştirel sesinin siyaset kurumundan kendisine yankılandığını, ‘kendini öne çıkarıyor’ düşüncesiyle linç edilmek istendiğini, vefasızlık gösterildiğini, siyasetin toplumsal katta yapıcı bir biçimde örülemediğini, “kraldan çok kralcı” olunduğunu, “kapsamlı bir yeniden yapılanma sürecini başlatma”nın, sürece cevap verecek “büyük bir yenilenme hamlesi”nin kaçınılmaz ihtiyaç olduğunu kendisi söylüyordu. Demek; sivil siyaset kurumunun, mağduriyet muhafazakârlığı ve demokratik çözümün tellallığına sıkışıp çözüm iradesini başka yerlere havale etmeden, —müstakil irade sahibi olmanın da ötesinde— halkın kendisini siyasi özneler (failler) kılarak dönüştürücü siyasi iradeyi toplumsallaştırması gerekmekteydi.

Velhasıl; nüfus cüzdanı itibariyle Türkî taraftan bakan (ve ama kendisini Türkiye halklarının demokratik/sivil siyasi mücadele ve kaygısı içinde konumlandıran) ben, Demirtaş’a, Aktan’ın andığı bakış seçeneklerinin dışında bir yerden bakmanın Kürt sorununda (ve esasta Türkiye demokrasi, özgürlük-eşitlik mücadelesinde) kısır döngüden (çözümsüzlük yumağından) çıkışın anahtarı olduğu (amma ve lakin, bu uğurda tonlarca fırın ekmek yememiz gerektiği) kanaatindeyim. Ayrıca, tahlil, tespit ve yönelimlerinin doğruluğuna rağmen, Demirtaş’ta ben, Aktan’ın ihsas — ve endişe— ettiği tarzda bir liderlik ne kelime, aileye aidiyet ve liderlikten imtina ediş duygusunun baskın olduğunu da düşünmekteyim. Ve şöyle bağlamak isterim: Demirtaş, hegemonik Kürt siyasetinden farklı bir siyasetin açık sözcülüğünü üstlenip kurumsal yapı ve işleyişe kazandıramadıkça (bir başka deyişle, iki arada bir derede kaldıkça) ya Türkî poziyondan popüler bir figürasyona indirgenecek ya da Aktan’ın da yaptığı gibi (aile dışında addedilmenin Demirtaş tarafından da kabul görmeyeceği, liderlik vehminin Kürt hareketinin ve sorununun önüne konmak suretiyle Demirtaş’ın kendisine de “büyük bir sınav”! dayatıldığı, “hapishane koşullarında altından kalkması zor bir yük bindiri[ldiği]” yollu) hegemonik Kürt siyaseti seslendiricilerinin ayar verişine maruz kalacaktır.[1]

Evet; Selahattin Demirtaş ve arkadaşları, kimse korkmasın dallarında sapasağlam durmaktalar; ben, andığım kısır döngünün içinde kalıp bedel ödeyerek sevdiklerinden, ailelerinden, evlatlarından, güneşin doğuşu ve batışından, denizlerin dalgası ve nehirlerin akışından, çiçeğe durmuş bahar dallarından koparılışlarının daha uzun yıllara uzanacak olmasına yanarım. Ümit edelim ki, Türkiye demokrasi ve emek güçlerinin direnci ve dayanışması tüm tutsakları özgürleştirmeye el versin.


[1] Dikkat edilmişse, ben, Aktan’ın bilhassa kaygılandığı Demirtaş’ın liderlik içinde konumlandırılışı (yeterliliği ya da dalıyla münasebeti) bağlamında konuşmuyorum; Demirtaş’a, onun siyasi ufkunu esas alarak bakmanın da bir bakış (hayırlı bir bakış!) olabileceğini anlatmaya ve böyle bir bakışın hegemonik Kürt siyaseti cenahında rahatsızlık yaşattığını ihsas etmeye çalışıyorum. Kaldı ki, Demirtaş’ın “aktif siyaseti bırakıyorum” açıklaması da halen geçerlidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir