Yenilginin dayanılmaz hafifliği

Yenilginin dayanılmaz hafifliği

Umursamazlık ve siyasetsizleşme ciddiyetle ele alınması gereken önemli bir konu. Yenilginin dayanılmaz hafifliğinden mücadelenin ağırlığına geçmek kolay olmayacak. Ancak içinde bulunduğumuz bu inanç krizini anlamak, değerlendirmek ve yaratıcı bir güce çevirmek mutlaka mümkün. Yenilginin dayanılmaz hafifliğinden kurtulup, tekrar ayağa kalkmanın şerefli yolları elbette var.

28 Mayıs 1992, Saraybosna kuşatılmış. İç savaşın en korkunç günleri. Elektrik ve su kesilmiş, parklar mezarlığa dönmüş, şehir koca bir moloz yığını.

Yüzyıllarca Müslümanlar, Hristiyanlar, Türkler, Hırvatlar ve Sırpların bir arada yaşadığı sokaklar silah sesleri dışında sessiz. Ta ki Vedran Smailović çellosunun melodileri ile enkazı doldurana kadar. Çellist, yıkımın ortasında Albinoni’nin G minör Adagio’sunu çalıyor.

Nefes kesici bir an, sonsuz bir hüzün. İnadına yaşam…

Bu günlerde Vedran Smailović’i çok düşünüyorum.

Ukrayna Savaşı, Gazze’nin kuşatılması, ufukta bekleyen İstanbul depremi ve memleketimin hali: Dört bir yandan kuşatılmış hissetmekte yalnız olmadığımı da biliyorum.

 ‘‘ARTIK SİYASET KONUŞMAYALIM.’’

2023 seçimleri ertesinde muhalif seçmenin büyük bir hayal kırıklığı ve umutsuzluk yaşadığını anlamak için politika gurusu olmaya gerek yok. Toplumun “yarısı” mücadeleden yorgun, siyasetten soğumuş ve siyasetçi sesi duymaya tahammülsüzleşmiş durumda.

Hal buyken, insanlar kendi fanuslarına kapandı. Büyük-küçük herkes, bireysel zevkleri ve dünyevi dertleri ile meşgul. Çünkü kontrollerinde olan tek şey bireysel hayatları. Bu “kendi içine dönme” halini bir başkaldırı, politik bir apolitiklik olarak okumak da mümkün. ‘‘İnadına ve her şeye rağmen yaşıyorum!’’ demek gibi.

Az değil, sekiz yılda dokuz kere sandığa gittik. Son seçimin şoku yerini önce öfke ve hayal kırıklığına, sonra da kayıtsızlığa bıraktı. Kübler Ross’un meşhur “matemin evreleri” modelindeki gibi dibi gördük. Umudumuzun yasını hala tutuyoruz.

Uzun lafın kısası, ülkenin en az yarısında memleket meselelerinden kaçış başladı.

Muhalefet partilerinin iç çekişmeleri ise bu kaçışa tuz-biber ekti. Üstelik karşımıza çıkan bu tabloda halkın derdini dinleyen, halkın sorunlarına odaklanan kimse yok gibi duruyor.

Ülke yönetiminde söz sahibi olamayan, bıkkın hisseden ve ekonomik kaygılarla boğuşan seçmene, “Toparlanın, mücadele baki!” demek -şimdilik- nafile.

Kıymetli hocam Bekir Ağırdır, son yazısında bu psikolojik iklimin ve “siyasetsizleşmenin” iktidara nasıl yaradığını açık açık anlatmış. Anlaşılan o ki, psikolojik iklimi değiştirmeye başlamak için, toplumun duygu-durum halini etraflıca analiz etmek şart.

Siyasetten uzaklaşıp kendi hayatına odaklanma halini ‘yenilginin dayanılmaz hafifliği’ olarak tanımlıyorum, ben.

Her gün yeni bir skandal, taciz ve haksızlık ile karşılaştığımızda; tepki verme kaslarımız uyuşuyor. Yani, umursanacak o kadar şey var ki, neyi umursamamız gerektiğini bilmiyoruz. Çok umursuyoruz, o yüzden hiç umursayamıyoruz. Duygusal kısır döngüler üretiyoruz.

‘‘HER ŞEY UMURUMDA, O YÜZDEN HİÇBİR ŞEY UMURUMDA DEĞİL.’’

Eğer sosyal medyada zaman geçiriyorsanız, sürekli bir öfke durumu içinde olduğunuza dair bir hisse kapılabilirsiniz. Gün içerisinde hayıflanacak, üzülecek ve hiddetlenilecek o kadar çok içerik ile karşılaşıyoruz ki ruh durumumuzun bozulmaması imkânsız. Siyasi duyarsızlığa katkıda bulunan diğer bir faktör de davranış bilimcilerin “seçenek bolluğu” olarak adlandırdığı bir durum. İnsanlar sınırlı zihinsel enerjiye sahip. Çok fazla seçenek ve çok fazla bilgi ile karşılaştığımızda bunalmış hissediyoruz. Öfkelenecek ve üzülecek onca şey var ki, paralize oluyoruz. Hangi birine yetişelim? Hangisine dertlenelim?

Sosyal medyada maruz kaldığımız gerçekler ve içerikler, reel dünyada tepki verme yeteneğimizi tehlikeye atıyor. Çünkü eğer her şey olağanüstüyse, hiçbir şey olağanüstü değildir. Nicolas Demertzis’e göre günlük hayatımızda maruz kaldığımız içerikler bize “yarı-duygusal” deneyimler yaşatıyor. Bu ‘yarı-duygusal’ deneyimler ise çağdaş siyasi öfkeyi dönüştürüyor ve nihayetinde motivasyonu eylemden ayırıyor (Demertzis, Emotions in Politics, 2013).

Her gün yeni bir skandal, taciz ve haksızlık ile karşılaştığımızda; tepki verme kaslarımız uyuşuyor. Yani, umursanacak o kadar şey var ki, neyi umursamamız gerektiğini bilmiyoruz. Çok umursuyoruz, o yüzden hiç umursayamıyoruz. Duygusal kısır döngüler üretiyoruz.

KARAMSARLIK VE UMURSAMAZLIK DÖNGÜSÜ

Siyasi güçsüzlük hissiyle başa çıkmanın iki yolu var. İlk tepki duygusal; ikincisi ise mantıklı.

İlk tepki, yani duygusal tepki: karamsarlığa düşmek. Karamsarlık, güçsüzlük hissine normal insan tepkisi. Bir sistemin içindeyiz ve bu sistemi değiştirmeye dair elimizden bir şey gelmiyorsa, karamsarlık bir savunma mekanizması haline geliyor. Ezici bir acizlik duygusuna karşı bir savunma. Umutlanmaktan ve ardından gelen hayal kırıklığından bizi koruyor.

İkinci tepki ise mantıklı tepki: Apati. Yani umursamazlık. Apati, Yunanca “apathēs” yani, “hissetmeyen” kelimesinden türetilmiş. Kendi içerisinde bir paradoks apati. Hiçbir şey hissetmeme hissi.

Eğer içinde bulunduğun durum seni hırpalıyorsa, o zaman daha az hissederek hayatta kalma dürtüsü, mantıklı bir tepki oluyor. Apati yaşayan bireyler ise, derin bir pasiflik içinde oluyorlar. Hayatın zorluklarına karşı olan ilgileri ciddi şekilde azalıyor. Yeterince umursamıyorlar. Hatta umursamadıklarına dair bile umursamaz bir tutum içindeler.

Nina Eliasoph ise, umursamazlığa yol açan deneyimleri, bireylerin nasıl içselleştirdiği gözlemlemenin çok zor olduğunu savunuyor. ‘‘Umursamazlık kelimesinin içinde inkâr, kaçınmalar, unutulan, gözden kaçırılan, kaçınılan ve bastırılan bir su altı dünyası var. Bu bir tropikal denizaltı yatağı kadar çeşitli ve renkli bir dünya.’’ (Eliasoph, Avoiding Politics: How Americans Produce Apathy in Everyday Life, 1998)

Umursamazlık hissini doğuran sosyal ve psikolojik etmenler elbette çok katmanlı. Elbette her birimiz kendi içimizde bambaşka duygular ile baş başayız. Ancak genele baktığımızda, toplumun büyük bir kesiminde derin bir karamsarlık ve umursamazlık döngüsünü gözlemlemek mümkün. Bu durum doğal olarak muhalefete karşı tutumları da etkiliyor.

Türkiyede demokratik katılımın büyük ölçüde sandıkta sınırlı kalması ve seçim sonrasında yaşanan parti içi güç çatışmaları yaşanan karamsarlık-umursamazlık döngüsünü körüklüyor. Seçmenin tepkisi ise siyasi ghosting”! Yani muhalefetten, günlük muhalif siyasetten uzaklaşmak.  Muhalefeti görmezden gelmek.

NEDİR BU SİYASİ “GHOSTİNG”?

TikTok ve Instagram’ın pop-psikoloji içerikleri sağ olsun, lügatımıza yeni bir kelime eklendi: “Ghosting”. Yani biriyle kurulan iletişimin herhangi bir açıklama yapılmadan ve aniden kesilmesi, ortadan kaybolmak, hayaletleşmek. İnsanlar kendilerine kimse dikkat etmiyormuş gibi hissettiklerinde, aynı şekilde tepki verme refleksi gösteriyorlar. “Tamam!” diyorsunuz, “Eğer beni görmezden geleceksen, o zaman ben de seni görmezden gelirim!”

Türkiye’de demokratik katılımın büyük ölçüde sandıkta sınırlı kalması ve seçim sonrasında yaşanan parti içi güç çatışmaları yaşanan karamsarlık-umursamazlık döngüsünü körüklüyor. Seçmenin tepkisi ise siyasi ‘ghosting”! Yani muhalefetten, günlük muhalif siyasetten uzaklaşmak.  Muhalefeti görmezden gelmek.

‘‘POLİTİK BEYİN, DUYGUSAL BEYİNDİR’’

Carl Jung, “Karanlığın ışığa ve duyarsızlığın aksiyona dönüşmesi duygu olmadan mümkün değildir.” diyor. Türkiye’de de yaşanan bu umarsızlığın aksiyona dönüşmesi için önce duyguların değişmesi şart. Çünkü insanız ve duygularımız ile karar veriyor, duygularımız ile yaşıyoruz.

Bilişsel araştırmalar gösteriyor ki rasyonel bireyler değiliz, artık günümüzde bu varsayım çöktü. Düşüncelerimiz büyük ölçüde bilinçaltımızda üretiliyor ve metaforlar gibi kavramlara dayanıyor. İnsanların düşünme ve karar verme yetileri üzerine yapılan araştırmalar Aydınlanma Çağı’nın geleneksel rasyonalizm tezlerini çökertti. (Lakoff, Your Brain’s Politics: How the Science of Mind Explains the Political Divide, 2016) Rasyonalizm bir mit.

İşte tam da bu yüzden Türkiyede de yaşanan bu umarsızlığın ve duyarsızlığın aksiyona dönüşmesi ancak yeni bir duygu ile mümkün. Dolayısıyla bıkkın ve umursamaz muhalif seçmene yaklaşırken içi boşalan kavramlardan uzak durmak gerekli. Umudunu yitirmiş bir kitleye umut tacirliği yapmak beyhude olacaktır.

Drew Westen, Political Brain kitabında şu ifadeyi kullanıyor: “Politik beyin, duygusal bir beyindir.” Seçmenler, kararlarını, rasyonel akıllarıyla değil, duygularıyla verirler.  Mantığımız bir şey ancak kalplerimiz başka bir şey söylerse, kalbimizin sesine kulak veriyoruz. Tam da bu yüzden “duygu pazarını tekelleştiren” her zaman kazanır. Yani adaylar seçmenlerle duygusal bir bağ kurmayı başardıklarında kazanırlar. Örneğin, beynimizde nasıl oy kullandığımızı belirleyen etkili bir faktör, ilişki ağlarıdır. Bunlar, zaman içinde birbirine bağlanmış düşüncelerin, duyguların, imgelerin ve fikir demetleridir. Etkili kampanyalar, adaylarıyla olumlu ilişkiler yaratmaya ve diğer adayla negatif ilişkiler kurmaya çalışır.

Drew Westen, MRI kullanarak, 2004 ABD Başkanlık Seçimlerinden önce kendilerini ‘partizan’ olarak tanımlayan otuz kişinin beyin aktivitesini incelemiş. Katılımcılar siyasetten ve destekledikleri adaylar hakkında sorgulanmışlar. Araştırma sırasında beyinlerinde akıl yürütmeyle ilgili bölgelerinde aktivite olmadığı görülmüş. Bunun yerine, duyguları kontrol eden beyin bölgeleri ışıl ışıl parlamış. (Westen, Political Brain, 2007)

İşte tam da bu yüzden Türkiye’de de yaşanan bu umarsızlığın ve duyarsızlığın aksiyona dönüşmesi ancak yeni bir duygu ile mümkün. Dolayısıyla bıkkın ve umursamaz muhalif seçmene yaklaşırken içi boşalan kavramlardan uzak durmak gerekli. Umudunu yitirmiş bir kitleye umut tacirliği yapmak beyhude olacaktır.

Kısacası, umursamazlık ve siyasetsizleşme ciddiyetle ele alınması gereken önemli bir konu. Yenilginin dayanılmaz hafifliğinden mücadelenin ağırlığına geçmek kolay olmayacak. Ancak içinde bulunduğumuz bu inanç krizini anlamak, değerlendirmek ve yaratıcı bir güce çevirmek mutlaka mümkün. Yenilginin dayanılmaz hafifliğinden kurtulup, tekrar ayağa kalkmanın şerefli yolları elbette var.

Halil Cibran’ın ‘Yenilgi’ şiirinde yazdığı gibi: ‘‘Yenilgi, yenilgim, yalnızlığım ve kimsesizliğim. Binlerce yengiden de bana değerli olan sen!’’

Zeynep Aksoy, Siyasal Bilimci, Siyasal İletişim Danışmanı

Kaynaklar

Demertzis, N. Emotions in Politics: The Affect Dimension in Political Tension. 2013.

Hirschman, A.  Shifting Involvements: Private Interest and Public Action, 1982.

Jung, C. Psychological reflections: A Jung anthology. 1973.

Lakoff G. Your Brain’s Politics: How the Science of Mind Explains the Political Divide. 2016.

Scheff, T. Repression of Emotion: A Danger to Modern Societies. 2013.

Westen, D. Political Brain: The Role of Emotion in Deciding the Fate of the Nation. 2007.

Zeynep Aksoy
Latest posts by Zeynep Aksoy (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir