Seküler tek partiden İslami tek partiye…

Seküler tek partiden İslami tek partiye…

Mağdurların ve yönetenlerin kimliği değişse de, yönetenlerin zihniyetinin değişmediği bir sistem ile karşı karşıyayız. Bu yüzden toplumu referans alan, devleti denetlemeye talip, çoğulcu anayasayı önceleyen bir sivil topluma ve sivil siyasete her zamankinden daha çok ihtiyaç var.

Belki de her şey 7 Haziran 2015 seçimleri öncesi başladı. Araştırmalarda ortaya çıkan AKP’deki oy düşüşü, HDP’nin yükselişi -ki bu seçim sonuçlarına da yansıdı- karşısında “devlet” durumdan vazife çıkararak bugünkü “Cumhur İttifakı”nın temelini attı.

7 Haziran gecesi ilk sonuçlar ortaya çıktığında MHP lideri Bahçeli’nin çıkışı ile çıkmaza giren AKP’siz iktidar olasılıkları, Türkiye’nin yeniden seçime gitmesine yol açtı ve 1 Kasım’da bambaşka bir sonuç çıktı ve Türkiye yeniden 7 Haziran öncesine döndü.

Çok değil 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP ile birlikte “ortak” Cumhurbaşkanı adayı belirleyen, AKP ve Erdoğan’a karşı en sert sözlü muhalefeti yürüten MHP ve Bahçeli, 2015 Nisan-Mayıs’ında AKP ve Erdoğan ile beklenmeyen (!) bir ittifaka yelken açtı.

Nihayet, 15 Temmuz Kanlı Darbe Girişimi, olağanüstü hâl dönemi ve ardından yine Bahçeli’nin çıkışı ile Erdoğan’ın rafa kaldırdığı başkanlık sisteminin yeniden gündeme gelmesi…

Ardından, hukuksuz biçimde mühürsüz oyların geçerli sayılması ile referandumun az farkla kabul edilmesi ve 2018’de hayata geçen Türk Tipi Alaturka Başkanlık Sistemi…

Bütün bu süreç, AKP’nin MHP aracılığıyla devlete tam olarak eklemlenmesidir.

 Devlet kamusal alanı AKPye bırakırken, devlet bürokrasini ve kurumlarda iktidar olma halini sürdürmek yani, otoriter özünün korunmaya soyunmuş durumda. Ve bunda da başarılı olmuş görünüyor.

2011 SONRASI TÜRKİYE

Türkiye sadece 2015 sonrası değil, aslında 2011’den itibaren AKP’nin kapalı devre işlettiği medya, diyanet ve eğitim üzerinden yürüttüğü bir toplumsal mühendislikle karşı karşıya.

Bu mühendisliğin esası, kamusal alanın “muhafazakârlaştırılması”nı hedefliyor. Yazılan yeni makbul vatandaş tanımı üzerinden her şey “bizden olanlar ve olmayanlar” olarak ikiye ayrılıyor.

Son yargı tartışması bunun en somut örneği.

Bu açıdan sadece kamusal alanının kendisi de kurumlar da bu şekilde liyakatin olmadığı yandaşlığın ve doğal sonucu olarak niteliğin düştüğü kurumlara dönüştürülüyor.

Örneğin, Boğaziçi Üniversitesi’nin başına gelen tam da bu. Üniversite üniversal özelliğinden çıkarılarak bir tür “Büyük Lise”ye, bir anlamda “Yüksek Lise”ye dönüştürülüyor.

Kültürden sanata, edebiyattan akademiye her alanda benzer süreç işliyor.

2015 sonrası olan ise; “devletin” MHP üzerinden AKP’nin toplumsal mühendisliğine itiraz etmeyip, onunla alan paylaşımına girmesi. Devlet kamusal alanı AKP’ye bırakırken, devlet bürokrasini ve kurumlarda iktidar olma halini sürdürmek yani, otoriter özünün korunmaya soyunmuş durumda. Ve bunda da başarılı olmuş görünüyor.

Karşımızda seküler değil muhafazakâr yönü ağır basın bir otoriter zihniyet var.  Mağdurların ve yönetenlerin kimliği değişse de, yönetim zihniyetinin değişmediği bir sistem ile karşı karşıyayız.

DEVLET: UZLAŞIR, DEVŞİRİR, BİAT ETTİRİR

Ancak AKP’nin unuttuğu ya da göz ardı ettiği, Türkiye’de devlet geleneğinin tüm iktidarlarla zaman içinde uzlaştığı, onları devşirdiği ve sonunda biat ettirdiği gerçeğidir.

Devletin bu gücü, Türkiye’de siyasetin kurumsallaşması önünde en büyük engel olmuştur. Demokrat Parti’den AKP’ye toplumsal talepler, temel hak ve özgürlüklerin, demokrasinin ve siyasetin güçlenmesi ile başlayan tüm süreçler sonuçta devlete eklenmekle sona ermiştir.

AKP’nin son yıllarda yaşadığı budur.

Evet, Türkiye çok fazla dindarlaşmasa da, kamusal alan belki muhafazakârlaşıyor ama bu AKP’nin her gün biraz daha güç kaybetmesi karşılığında oluyor.

O yüzden AKP, hukuki açıdan bir siyasi parti olsa da, fiili işleyiş ve siyasi pratikler açısından bir şirkettir ve Erdoğan da, buranın CEO’sudur.

Erdoğan’ın devletle kurduğu tüm ilişki, esas olarak cumhurbaşkanlığındaki danışmanlar üzerinden yürümektedir.

Bu yönüyle devlet, farklı bir kültürel kimlik yani laik/Türk kimliği üzerinden değil muhafazakâr Sünni/Türk kimliği üzerinden tek parti dönemi pratikleri yeniden inşa etmektedir.

Özetle 2015 sonrasında itibaren işleyen süreç devletin gücünü yeniden tahkim etmesidir. Bu adımların her biri, yıllardır şikâyet ettiğimiz “devlet”i daha güçlü biçimde siyasal sistemin merkezine oturtan adımlardır. Kısaca bu adımlar bizzat AKP’nin de devletleşmesidir.

AKP devletleştikçe yalnızlaşıyor ve bu yalnızlığını dinsel söylem üzerinden konsolide etmeye çalışıyor. Ama bu Türkiye’nin duygusal olarak ikiye bölünmesine hizmet etmekten başka bir işe yaramıyor.

Bu açıdan Erdoğan ve Bahçeli arasında büyük uzlaşma kadar alt katmanda süren gerilimler, ancak sık sık bir araya gelerek çözülebiliyor.

Güçlü devlet kaçınılmaz olarak belli ölçüde gizliliğe ve sırra dayanır. Gizlilik ve sır ise bir noktadan sonra kaçınılmaz olarak kontrollü” suç üretir. Ve buna göz yuman devlet, kontrol dışına çıkan/lar/a, suçlara da müdahale ederek yeniden meşruiyet kazanır.

SIR, SUÇ ÜRETİR!

Evet devlet gücünü son yıllarda farklı bir kültürel kimlik üzerinden yeniden konsolide ediyor. Devlet için yöneticinin “kimler” olduğu değil, “nasıl” yönettiğin ve bu yolla gücünü koruması olduğunu düşündüğümüzde son günlerde ortaya saçılan adli vakalar insanı şaşırtmıyor.

Yeni İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın her gün yeni bir suç şebekesinin çökertildiğini açıklaması, sosyal medya fenomenleri üzerinden aklanan büyük paraları düşündüğümüzde şu soru akla geliyor; eğer bütün bu şebekeler, sosyal medya fenomenleri son birkaç ay içinde ortaya çıkmadıysa; bugüne kadar bütün bu olanlara neden ve kim/ler tarafından göz yumuldu?

Cevap belli; güçlü devlet kaçınılmaz olarak belli ölçüde gizliliğe ve sırra dayanır. Gizlilik ve sır ise bir noktadan sonra kaçınılmaz olarak “kontrollü” suç üretir. Ve buna göz yuman devlet, kontrol dışına çıkan/lar/a, suçlara da müdahale ederek yeniden meşruiyet kazanır.

Özetle karşımızda seküler değil muhafazakâr yönü ağır basın bir tek parti zihniyeti var.

Mağdurların ve yönetenlerin kimliği değişse de, yönetenlerin zihniyetinin değişmediği bir sistem ile karşı karşıyayız.

Bu yüzden toplumu referans alan, devleti denetlemeye talip, çoğulcu anayasayı önceleyen bir sivil topluma ve sivil siyasete her zamankinden daha çok ihtiyaç var.

Murat Aksoy

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir