Antik çağdan günümüze, genel olarak devlet yönetiminin somut bir tezahürü olarak politikaya söz konusu maharet ekseninde bakılmış, son tahlilde yönetme-politika eylemi bir sanat olarak telakkî edilmiştir. Lao Tze’dan Konfuçyus’a; Thucydides’ten, Platon, Aristoteles’e; Machiavelli’den Campanella’ya; George Washington’dan Thomas Jefferson’a; Tocqueville’den Lenin’e uzanan bir düşünce yolunun ana hattı, sanat olarak politika zemininde döşenmiştir.
“İnsanlar arasındaki farklılık bilgelikte değil, sanattadır”
Ralph Waldo Emerson
Çok eski zamanlardan bu yana, politikaya dair düşünüşte temel mesele, devlet adamlarının, ülkeyi hakkıyla yönetebilmeleri için nasıl davranmaları gerektiğidir. Bu mesele, yönetime esas olacak bir iyi-kötü ayrımının yanında; doğru-yanlış, haklı-haksız, adil-gayrı adil, vs. ayrımları da yapabilecek bir maharete dayanma zorunluğunu da îmâ etmekteydi. Nitekim, antik çağdan günümüze, genel olarak devlet yönetiminin somut bir tezahürü olarak politikaya söz konusu maharet ekseninde bakılmış, son tahlilde yönetme-politika eylemi bir sanat olarak telakkî edilmiştir. Lao Tze’dan Konfuçyus’a; Thucydides’ten, Platon, Aristoteles’e; Machiavelli’den Campanella’ya; George Washington’dan Thomas Jefferson’a; Tocqueville’den Lenin’e uzanan bir düşünce yolunun ana hattı, sanat olarak politika zemininde döşenmiştir.İngiliz kültür tarihçisi ve eleştirmeni Raymond Williams’ı izleyecek olursak; 13. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlayan sanat terimi, 17. yüzyılda tamamen yaygınlık kazanmıştır. Bu süre zarfında, mesela orta çağın üniversite müfredatında “sanat” dendiğinde, dilbilgisinden mantığa; retorikten aritmetik ve geometriye; nihayet, müzikten astronomiye kadar geniş bir fikrî faaliyet alanları kastedilir olmuştur.
SANAT TERİMİ 17. YÜZYILDA TAMAMEN YAYGINLIK KAZANMIŞTIR
Politikanın sanat olarak telakkîsi zihnî bir tesadüf müdür, yoksa, sanatı politikaya iliştiren ortak ruh mudur? Semantiklerine baktığımızda; sanatın ve politikanın ortak bir ruha sahip olduğunu söylemek hemen mümkündür. Sanat (Art)’ın kelime kökeni Latince maharet anlamına gelen Artem’e dayanır. İngiliz kültür tarihçisi ve eleştirmeni Raymond Williams’ı izleyecek olursak; 13. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlayan sanat terimi, 17. yüzyılda tamamen yaygınlık kazanmıştır. Bu süre zarfında, mesela orta çağın üniversite müfredatında “sanat” dendiğinde, dilbilgisinden mantığa; retorikten aritmetik ve geometriye; nihayet, müzikten astronomiye kadar geniş bir fikrî faaliyet alanları kastedilir olmuştur. Bu gibi faaliyetlerde maharet kazanmış kişiler ise “sanatçı”(artist) olarak vasıflandırılmıştır.Bu nokta, tam da sanatın politikaya ruhen yakınlık arz ettiği sembolik boyuta işaret eder: Webergil anlamda politikayı tanımlayacak olursak; politika, evvel emirde, devleti de kapsayacak şekilde bir siyasal topluluğun/gruplaşmanın yönetiminde kuralların uygulanmasını sağlayacak meşru fiziksel zorlamanın tekeline sahip olma maharetini gösterebilmektir. Bu maharet, aynı zamanda, siyasal birliğe bir kurum biçimi vermekte kendini belli eder. Max Weber, idarî uygulamadan yoksun tahakküm gruplaşmalarının varlığını da hatırlatarak, tahakküm ilişkisine saf güç’ten kaynaklanan bir ilişkiden farklı anlam yükler. Weber’e göre güç, bir toplumsal ilişkide kendi iradesini egemen kılma maharetidir. Tahakküm ise bir emre itaat etmeye hazır bir nüfus (belirli insan grupları) bulma maharetidir.Eğer, politikayı, son tahlilde, tahakküm ilişkisi olarak kabul edersek, politikanın ister istemez bir sanat vasfını haiz faaliyet olduğunu da söyleyebiliriz. Nasıl ki yukarıda tanımladığımız anlamda bir sanat erbabı (sanatçı), iştigal ettiği faaliyet alanında (müzik, resim, retorik, vs.) muhataplarını icraatına itaat etme (icraatına ikna etme) maharetine sahipse; politikacı da, aynı şekilde, hitap ettiği nüfusu icraatına itaat etme (politikalarına inandırma) maharetini göstermek zorundadır.Bunun gerçekleşmesi için, ilâve bir mekanizmaya ihtiyaç vardır ki o da temsildir. Temsil, esas itibariyle, gerçekte orada var olmayan bir şeye göndermede bulunur; o şeyin simulakrını(taklitçesini) üretir. Dahası, çıplak gerçekliği kendinden başka kılarak estetize eder. Sanatta, özellikle tiyatro, resim ve sinemayı temsile tipik örnekler olarak zikredilebiliriz. Bu alanlarda, gerçekliğin kendi karakteri icracıları aracılığıyla başkalaştırılır, imgeler/semboller yaratılarak gerçekliği sunulduğu şekliyle algılamaya zorlanıp, bozuma uğramış bir gösterime ikna oluruz, itaat ederiz. Bu durum açısından, sanatın günümüzdeki mahiyeti âşikârdır. Nitekim, sanat üzerine yapılan güncel tartışmalara baktığımızda, “sanatın sonu” temasının özellikle öne çıktığı görülmektedir. Mesela Donald Kuspit, çağdaş sanatı nitelerken, “sanatın sonunun sanatı” olduğunu vurgular. Diğer bazıları ise “sanatın amacının yok olduğu” bir “post sanat”tan söz ederler: Sanatın gündelik bir faaliyet hâline gelerek sıradanlaşması; kitsch ile yüksek sanat arasında duran, gündelik gerçekliği allayıp pullayıp başkalaştıran sanat.Sanatın bu “olumsuz” mahiyeti, çok önceleri Frankfurt Okulu düşünürlerinin “kültür endüstrisi” dedikleri sürece girilmesiyle yavaş yavaş meydana gelmeye başlamıştır. Resimden müziğe, tiyatrodan sinemaya, heykelden edebiyata sanat ürünlerinin metalaşması, dolayısıyla paraya tahvil edilen bir ticarî mübadele aracı hâline gelmesi “post sanat” denilen bir aşamayla sonuçlanmıştır.Sosyolog Marcel Gauchet’in dikkat çektiği üzere; sanatın bizi doğrudan fenomenlerin ötesine, “adı ne olursa olsun, hissedilen şeylerin ötesine, mutlak’a, tanrısal’a götürecek bir protokol yolu” olduğu da bilinmelidir. Bu yönüyle sanat, “temsil edilemeyeni temsil etme, görülmeyeni gösterme, anlaşabilir şeyleri duyumsanır hâle getirmemizi sağlayan araçlar, simgeler” bütünüdür.
TEMSİL EDİLMEYENİ TEMSİL ETME
Benzer bir süreçten politikanın da geçtiği iddia edilebilir. Politik faaliyetin günümüzdeki mantığı, ticarîleşme, medyalaşma gibi fenomenlerin içerdiği mantığa dayanmaktadır. Bu hususa aşağıda değineceğiz. Fakat, bundan önce, temsil olgusu üzerinden sanatın edindiği “olumsuz” mahiyeti tam açığa çıkarabilmek için, temsil üzerinden sanata atfedilebilecek “olumlu” yanları da hatırlamak gerekmektedir. Sosyolog Marcel Gauchet’in dikkat çektiği üzere; sanatın bizi doğrudan fenomenlerin ötesine, “adı ne olursa olsun, hissedilen şeylerin ötesine, mutlak’a, tanrısal’a götürecek bir protokol yolu” olduğu da bilinmelidir. Bu yönüyle sanat, “temsil edilemeyeni temsil etme, görülmeyeni gösterme, anlaşabilir şeyleri duyumsanır hâle getirmemizi sağlayan araçlar, simgeler” bütünüdür. Gauchet, sanatın bu yönünü günümüzde maalesef yitirdiğini vurguluyor: “Umudu sanata bağlamak inanırlığını yitirdi. Sanat bizi mutlaka temasa geçirmiyor; varlığa ilişkin içgüdümüzü beslemiyor; gerçeklikten daha gerçek bir hakikati ortaya koymuyor.”Bu noktada, sanatın semantiğinin zaman içindeki değişimine tekrar dönerek, yukarıda yapılan saptamaları daha anlamlı kılabiliriz. 18. yüzyılın sonlarına kadar sanat (art) ve sanatçı (artist) arasındaki ilişki farklılaşmamıştı. Maharet, münhasıran bir alanla iştigal eden kişiyi “sanatçı” olarak vasıflandırmaya yetmekteydi ama bizatihi “maharet”in niteliği pek önemsenmemekteydi. Wiiliams’ın belirttiği üzere, 18. yüzyılın sonlarında oymacıların Kraliyet Akademisi’nden çıkarılmaları, sanatkâr (artist) ile zanaatkâr (artisan) arasındaki ayırımı gündeme getirdi. Zanaatkâr dendiğinde anlaşılan, genel olarak “entelektüel” yaratıcılığı olmayan, fakat “hünerli el işçisi” olan kişilerdi. Bu ayrım daha sonraları güçlenerek tutundu. Ancak, sonuç itibariyle, sanatkâr toplumda zanaatkâra göre daha imtiyazlı bir konum edindi. Bu gelişme, esasen, birazdan belirteceğim sebeplerle, “postsanat” aşamasına giden yolu döşedi.Richard Sennett çok önemli bir çalışmasında (Zanaatkâr) genel olarak zanaatkârlığın; sürekli, temel insan dürtüsüne, kendi iyiliği için bir görevi güzel yapma arzusuna dayandığını söyler. Zanaatkâr sıklıkla mükemmelliğin çelişkili nesnel standartları ile yüz yüze gelir; kendi iyiliği için güzel bir şey yapmak arzusuna rekabet baskısı, hüsran ya da takıntılar eşlik etse bileher iyi zanaatkâr, somut pratikler ve düşünme arasında bir diyalog kurar; bu diyalog birbirini besleyen alışkanlıklara doğru evrilir ve bu alışkanlıklar da sonunda sorun çözümü ve sorunu bulma arasında bir ritim oluşturur. Motivasyon, hünerden daha önemlidir ve bunun da belirli bir nedeni vardır. Zanaatkârın nitelik için duyduğu arzu motivasyon bakımından tehlike yaratır: Nesneleri mükemmel şekilde doğru olarak elde etme takıntısı, çalışmanın kendisini bozabilir. Bir başka deyişlemaharetten yoksun oluşumuzdan ziyade kendi takıntımızı düzenlemedeki beceriksizliğimizden dolayı hata yapmaya daha yatkınızdır. Ve bunu yaratan, yani zanaatkârı hata yapmaya iten, onu rekabet baskısına ve bu baskının üstesinden gelmeye maruz bırakan, endüstri toplumunun ortaya çıkışını takip eden ticarîleşme olgusudur.Weber, politika için benzer bir saptamada bulunur. Ona göre, insanın politikayı meslek edinmesinin iki yolu vardır: Ya politika “için” yaşar insan, ya da politika “sayesinde”. Bu anlamda, politika “için” yaşamayı (politikayı politika için yapmayı) zanaatkârlık; politika “sayesinde” yaşamayı da sanatkârlık kabul etmemiz herhâlde yanlış olmayacaktır.
Yorum Yazın