Tanpınar’a Huzur Yok | 19. Bölüm | Zamanın bizi götüreceği yer

Tanpınar’a Huzur Yok | 19. Bölüm | Zamanın bizi götüreceği yer

Hayal içinde akıp geçti ömr-i derbederim
Bakıp, bakıp da o maziye şimdi âh ederim
“Ne bir emel ne ümit var, hayat bu muydu?” derim
Bakıp, bakıp da o maziye şimdi âh ederim.

[Safiye Ayla şarkısı, Güfte: Nahit Hilmi Özeren, Beste: Rakım Elkutlu]

Aşiyan Mezarlığı’nda bir ışık rüzgarı esiyordu… Bahtiyar Kont’un naaşını dualarla defnediyoruz. Karalar bağlamış herkes. Peçelerin ardında sessizce ağlıyor kadınlar. Adamlar ise ağırbaşlı bir somurtuşla dikilmekteler.

Yavaş adımlarla yanıma gelen zarif hanımefendi, sağ eliyle göğsüme dokunarak “Ah… Ahmet Hamdi Bey…” diyor kısık sesiyle “Bahtiyar’ın annesiyim ben, ismim Şefika… En çok sizi severdi…”

“Mekanı cennet olsun… Size… metanet ve sabır diliyorum Şefika Hanım.”

“İnançsızdı” dedi kederle “Müesses dinin, bir inkar mihaniki [makine] olduğunu söylerdi. Mamafih, benim oğlum bir melekti Mösyö Tanpınar.”

“Muhakkak…” Sesim çatlamıştı. Yutkundum. Vaziyete bakılırsa, benim cinayet şüphelisi olduğumu bilmiyordu.

“Onu siz öldürmediniz” derken bana sokularak başını omzuma koydu. Sır verircesine, sessiz konuşuyordu: “Huzur’u yazmakla, bize şuurlu bir masumiyeti empoze ettiniz. Yüce Ruh sizi esirgesin…”

Mahşer tehir edilse de onu beklemekten başka ne yapabilir insan? Elektrikli sandalyede vakit öldürüyordum. Tehlike, konsantrasyonumu arttırır belki?

Neye şaşıracağımı şaşırmış, donakalmıştım. Şefika Hanım döndü ve migreni tutmuş heykel gibi hoşnutsuz bakan heybetli bir adama doğru yürüdü. Bahtiyar’ın babası muhtemelen. Bilahare, bu haşin zatla, Payidar Bey’le tanışacağım. Ve bende bıraktığı intiba maalesef değişmeyecek: Müshile ve masaja ihtiyacı var.

Aşiyan’da birçok tanıdığa rastladım: Adalet [Cimcoz], Ahmet Kutsi [Tecer], Orhan [Kemal], Aliye [Berger], Tahir [Alangu], Sabahattin [Eyüboğlu], Agop [Arad], Azra [Erhat]… Her biri bana lekeli bir kuşku perdesinin gerisinden bakıyordu adeta. İnsan, hissî bakımdan yabancılaştığı kimselerle biraradayken, tek başına olduğundan daha yalnız hissediyor… Mahşer tehir edilse de onu beklemekten başka ne yapabilir insan? Elektrikli sandalyede vakit öldürüyordum. Tehlike, konsantrasyonumu arttırır belki?

Gözlerim dolmuştu. Bu ağlayışta neyin ne kadar payı var, kestiremiyorum. Cenaze törenlerinde galiba çocuklaşıyorum.

Vaktiyle, bir talebemin yazdığı hikayede şu cümleye rastlamıştım: “Dünya bensiz de döner, ben de dünyasız dönerim.” Halbuki kendimizi yeryüzünden ihraç edemiyoruz. Her birimiz bir âlem isek de, şahsi kıyametimize doğru seyrediyoruz. İstikametimizin mecburi keyfiyeti, bütün ömrümüzü bir avuntu hattından ibaret kılıyor sanki. Hayat ile memat birbirinden tümüyle ayrı, hatta birbirine zıt gibi görünse de… ömrümüzün ölü saatleri, günleri yok mudur? Üstümüze ölü toprağı serpmeye ne hacet, zaten ölü toprağından yoğurulmuş bir planet üzerinde gezinmiyor muyuz?..

Fatin Fantom ne matemle alakadardı ne de cürümle. Mezarların arasında yüksekçe bir yerde duruyor, elleri ceplerinde, engelleyemediği bir sırıtışla birini seyrediyordu. “Kimi gözetliyor acaba?” diye baktığım yerde “Harikulade bir kadın nasıl olmalıdır?” sualinin cevabını buldum. İlk bakışta aşka inancı yaymakla vazifeli bir peri. Gözlerini, mukaddes kitapların sayfaları gibi açıp kapıyor. Kırk yıllık göz hekimleri bile böyle güzel göz görmemiştir. Başmüfettiş’in aklı başından gitmiş besbelli. Benim de aynı akıbete uğramam işten değil. Tesettür de dekolte de bu kadını daha cazibeli kılar sadece. Matemin ve tehlikenin merkezinde kendimi unutuverdim. Kadının zarafeti, fikir hürriyetimi elimden aldı bir anda. Gözyaşlarımın arasından onu çevreleyen bir gökkuşağı görüyordum. Kamikazeye verilen son emir gibi kadın. O ve ben, köstebek ile hamsi kadar yakın olabiliriz ancak. Evet, hakikat bu. Biz hep böyle hastalanır gibi mi aşka düşüyoruz? Sevda, nafile bir imece; beyhudelik hasadı, manasızlık harmanı. Kadın ile erkek arasında bağ olmazsa düğüm de olmaz.

Yanlış zamanlarda, yanlış yerlerde, yanlış kişilerle birarada olmak, çoğumuzun kaderi.

“Güzelliğin miracı, tatlılığın Nirvana’sı, zarafetin Everest’i” şeklinde tanımlayabileceğim hanımefendi, Bahtiyar Kont’un bahsettiği Nermin Mermi değil, Nastasya Flippovna ismiyle maruf, Rus asıllı bir şarkıcıydı. Acaba burada ne işi var, merhumu nereden tanıyor?.. Kimseyle selamlaşmadı, aile üyelerine taziyelerini sunmadı. Bir tek Fatin Bey’le arada bir sinyalleşiyorlar.

“Ahmet Hamdi Bey, müsterih olunuz efendim, sizin masumiyetinize şahidim ben” dedi arkamdan gelen boğuk bir ses.

İrkilerek döndüm: Bahtiyar Bey’in Süleyman Fikri Erten’e benzeyen sıska şoförü Sümer Sürer. Islak gözlerinde kızıl çatlaklar.

Ben yalıya girdikten sonra bahçede dolaştığını, denize nazır salon penceresinin kenarında sigara içtiğini, silah sesi duymadığını söyledi. Bunu polise de anlatmış.

“Polis ne dedi?”

“Kulaklarımı muayene ettirmem için hastaneye sevkettiler.” Sümer Bey, 7 sene evvel oğlunu kaybetmiş meğer; tüm cenazelerde bir seans da evladına ağlıyor. Anlıyorum ki müzmin matem onun iştahını kesmiş; deri kaplı bir iskelete dönmüş adamcağız. Gururu onu mazlum rolüne bürünmekten alıkoyarken, hayatı neşesiz bir oyun gibi görmeye tevcih ediyor [yöneltmek] belki…

Paul Valery Monsieur Tetse’de “Ben kendi içime yabancı gözlerle bakıyorum, henüz yaratmış olduğum nesneye ikide bir çarpıp sendeliyorum” derken benim halimi tarif etmiş adeta. Daha da beter. Düşüncelerim, volkanik küller gibi dağılmıştı.

Tahminde bulunmam. Bahse girmem. Zandan, kuruntudan, vehimden arınmaya bakarım. Sezgileri ve refleksleri çok güçlü kimselere itimadım yoktur. Gelgelelim, birtakım ipucu belirtileri bulmak mecburiyetindeyim. Bu muamma çölünde can havliyle peşine düştüğüm hayaleti enselemek için yeni usuller icat etmek ile hürriyetimi yitirerek cehenneme tepetaklak yuvarlanmak arasında bahis oynamaktan ibaret bir istikbale doğru ilerliyorum. İşin aslı, İblis’in tasarladığı bir fasit-dairede mahsur kalmıştım.

Kırk yıllık göz hekimleri bile böyle güzel göz görmemiştir. Tesettür de dekolte de bu kadını daha cazibeli kılar sadece. Matemin ve tehlikenin merkezinde kendimi unutuverdim. Kadının zarafeti, fikir hürriyetimi elimden aldı bir anda. Gözyaşlarımın arasından onu çevreleyen bir gökkuşağı görüyordum. Kamikazeye verilen son emir gibi kadın. O ve ben, köstebek ile hamsi kadar yakın olabiliriz ancak. Evet, hakikat bu.

Cenaze alayındaki birkaç kişiyi mimledim: 1- Payidar Kont. Bahtiyar Bey’in pederi. 2- Askılı pantolonu, balıksırtı ceketi ve papyonuyla gayet şık bir genç adam. Sümer Sürer’e sordum, ismi Lami Alem’miş. Sürmeli gözleri donuk. 3- Lacivert takım-elbisesi içinde bir gangster karikatürünü andıran şişman, dişlek ve şehla ihtiyar: Şahmat Bey…

Polis, kancayı bana takmıştı. Ben de hiç tanımadığım insanlara kuşku kemendi atıyordum.

Şark’ta işler düşünülen ile söylenen ve anlaşılan arasındaki farklar sayesinde yürüyor. Bize haksızlık etmeyeyim, Garp’ta da vaziyet aynı. Yanlış zamanlarda, yanlış yerlerde, yanlış kişilerle birarada olmak, çoğumuzun kaderi.

Aşiyan Mezarlığı’nda, Azrail’in nefesiyle mi, kanat çırpmasıyla mı, gölgesiyle mi, uyuşup kalmıştım. Ahali dağılmıştı. Kendime geldiğimde, merhum talebem Orhan Veli’nin kabrine gittim. Şiirinde “Ölünce kirlerimizden temizlenir, / Ölünce biz de iyi adam oluruz; / Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış, / Hepsini unuturuz” diyen biricik, dâhi, melek Orhan’ın. Zembereğim boşandı. Hüngür hüngür ağladım. Birkaç damla yaşı da ustam Yahya Kemal’e yetiştirdim. Sadece 965 gün sonra onun yanıbaşına, şuracığa gömüleceğim. Size, istikbalden mi haber veriyorum? Yok canım… Zira benim istikbalim, sizin için mazi, hatta tarih… Benimki, maziye dair bir kehanet… Biz nikbinler [iyimser], bedbinleri [kötümser] haklı çıkaracak denli alicenabız işte. Dahası, ferdin felaketi, cemiyeti o kadar da alakadar etmiyor, ha?


ℹ️ Tanpınar’a Huzur Yok romanın ilk tefrikasını okumak için buraya tıklayınız.


Tanpınar’a Huzur Yok | 20. Bölüm | “Toprağın altındaki maden yangınları gibi” bir aşk

 

Murat Menteş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir