Tanpınar’a Huzur Yok | 21. Bölüm | Seraptan seraba koşuyorum

Tanpınar’a Huzur Yok | 21. Bölüm | Seraptan seraba koşuyorum
Korkunç görünen bir durumun gerçekten de korkunç olduğunu idrak etmek ferahlatıyor insanı. En azından ben şoke olacağıma rahatlıyorum. Galiba ihtiyarlık beni meraklanmaktan alıkoyuyor, umutlarımı seyreltip korkularımı berhava ediyor? 

İşte, sizi kurtların arasına gönderiyorum. Yılan kadar zeki, güvercin gibi saf olun.
İnsanlardan sakının. Çünkü sizi yargılayacak ve zindanlarda kırbaçlayacaklar.

[MATTA, 10: 16-1]

 

Hakikat ile hayal arasında ayrım gözetmeyi çoktan bırakmıştım. Ben ki Fransızların dilini, Fransız öpücüğünü tatmadan öğrenmişim. Şuurun çizdiği hudutların dışına taşmadan, yani deliliğe ucundan kıyısından temas etmeden kim ömrünü baştan sona yaşayabilir?

Bahtiyar Bey’in hayaletiyle burun buruna gelince, dehşete kapılmadığıma şaşırdım.

Gene de bir korku filmindeki merdivenden bodruma iniyordum sanki. Ve kulağıma sevecen bir ninni çalınıyordu. Korkunç görünen bir durumun gerçekten de korkunç olduğunu idrak etmek ferahlatıyor insanı. En azından ben şoke olacağıma rahatlıyorum. Galiba ihtiyarlık beni meraklanmaktan alıkoyuyor, umutlarımı seyreltip korkularımı berhava ediyor?

***

“Söyleyemem” dedi Bahtiyar Kont.

“Sizi kimin vurduğunu biliyorsunuz, değil mi?”

“Elbette.”

“Cinayeti benim işlemediğimi_”

“Kesinlikle evet.”

“Ahir ömrümü, zindanlarda çürüyerek_”

“Ağzınızdan yel alsın. Allah muhafaza buyursun. Şeytanın kulağına kurşun!”

“O halde neden?..” Sesimin yumuşaklığı dikkatimi çekti. Mister Kont’a kızamıyordum. İnatçılık bile onu yüceltiyordu nazarımda. Tahayyülümün hakikat ile rabıtasını arıyordum. Yani meraklanmıştım. Zihnimi kurcalayan soruların cevabını bulmayı, başımdaki belayı savmaktan daha çok istiyordum.

Hayalet, üçlü koltuğa yayılmıştı. Haydut da onun transparan kucağına oturmuş. Böyle bir manzaraya bakmak, şüpheleri donduruyor. Neyin lehine neyin aleyhine olduğunu göremeyince büsbütün körleşiyor insan. Süreğen mantıksızlık, aşılmaz kurnazlık ve atmosferik saçmalığın büyüsü karşısında ne yapabilirim? İki kere iki dört etmiyor işte; zorla değil a? Belki de hep böyleydi: Namütenahi bir şaka olarak tasarlanmış kainatta, ciddiyet aptallığın gülünçlüğüyle maluldü de ben göremiyordum.

“Size yardımım dokunsun istemediğimi sanmayınız n’olur. Takdir buyurursunuz ki kâtilimin yakalanması beni de sevindirir. Lakin bazen mahrumiyet, çaresizlik ve mecburiyet iradenin yerine geçiveriyor. Ve ne yazık ki cinayeti çözmekle birlikte, benim neden bu hususta konuşamadığımı da keşfetmeniz gerekiyor.”

Sigara yaktım. Misafire de uzattım. “Bıraktım” dedi. Mahcup görünüyor. Birden ağlamaya başladı. Saydam gözlerinden buhar çıkıyor.

“Bahtiyar Bey, neden ağlıyorsunuz?”

“Geçen gün soğan doğramıştım, etkisini şimdi gösteriyor” derken acıklı bir ifadeyle gülümsedi.

Ben de tebessümle mukabele ettim. Ve daha fazla üstelemedim. Dostumu rencide etmekten çekiniyorum. “Lütfen canınızı sıkmayınız. Israrımı da mazur görünüz azizim… Tek başına çalışmaya alışkınım” dedim ve ekledim: “Bu bir sitem değil.”

“Üstat, farzedin ki size kâtilin kim olduğunu söyledim, ne yapacaksınız, polise ‘Maktulün hayaleti bana böyle böyle söyledi’ mi diyeceksiniz?”

“Haklısınız. Fakat hiç değilse kimin peşine düşeceğimi bilirdim.”

“Bu hikayenin Sherlock Holmes’u sizsiniz mirim. Bendeniz de Doktor Watson_”

Sözünü kestim: “Sherlock’un aradığını çoktan bulmuş, bir Doktor_”

O da benim sözümü kesti: “Canı pahasına.”

İki kere iki dört etmiyor işte; zorla değil a? Belki de hep böyleydi: Namütenahi bir şaka olarak tasarlanmış kainatta, ciddiyet aptallığın gülünçlüğüyle maluldü de ben göremiyordum.

***

Haydut, hayaletin arkasında geçmiş, koltuğun tepesinden uzanarak ensesini kokluyor. O esnada Bahtiyar Bey’in parfümünün kokusunu ben de duydum. Acayipliğin gaz hali.

“Otomobili bana siz mi yolladınız?” diye sordum.

“Hayır. Sümer Bey akıl etti… Ayrıca, beni sizden başkası ne görebilir ne de duyabilir.”

“Fakat Bedri Ruhselman sizi görmüştü?”

“O müstesna. Bedri Bey ruhlarla haşırneşir olmaktan, kendi de bir nevi hayalete dönüşmüş. Nitekim, onun, dünyaya çağırılan ruhlar insin diye açtığı bir tünelden geçerek geldim zaten.”

Şeytanın kuyruğunun uzunluğu hakkında sualler soran bir herzevekil gibi hissediyordum. Zira kafamın içinde binlerce soru işaretinin kancaları birbirine geçmişti. Bahtiyar Kont’u kimseler göremiyor, duyamıyor; Hayalet bana bildiği gerçeği söyle-ye-miyor… Bunlar herşeyden ziyade, benim delirdiğimin delilleri… Borç günah ve düşman, zannettiğinden fazladır. Ve delirmeden evvel ıstırap çekmek şarttır. Acaba acılarımın ağırlığını tartmakta hataya mı düştüm? Bedri’nin de Bahtiyar’ı görmesi?.. Divanelik, onun mesleğinin bir cüzü; ihtisasını ve prestijini dozunda bir anormalliğe borçlu zaten adam. Olan bana olmuştu. Kafayı sıyırmıştım… Biraz sakinleşebilmek ve havayı yumuşatmak için “Ruhselman’ın hayalet görünce bana telefon açması da pek enteresan, değil mi?” dedim.

“Zannımca, sizin ona inanmanızı çok istiyor” dedi Mister Kont.

“Niye?”

“Çünkü siz kabullerinizi dile getirmede mahirsiniz. Tasvirlerinizle, gerçekleri düşüncenin alanına naklediyorsunuz. Bedri Bey’i anlıyor ve ona hak veriyorum; zira ben de sizin bana inanmanızı arzu ediyorum.”

***

Telefon çaldı. Kalkıp açtım.

“Merhabalar efendim. Ben Avukat Barbaros Aslanboğa. Profesör Ahmet Hamdi Tanpınar Bey’le mi konuşuyorum?” Nermin Mermi’nin mektupta bahsettiği adam.

“Evet, buyurunuz?”

“Sizi, bir miras meselesi için aramıştım.”

“Ne? Miras mı dediniz?”

“Evet. Merhum Bahtiyar Kont Hazretleri, bendenize vasiyetini yazdırmıştı.” İster istemez Bahtiyar Bey’e bakış attım. Kediyle oynuyordu.

“Sizi dinliyorum” dedim.

“Rahmetli size Chaim Soutine’in Adam ile Keçe Şapka adlı tablosunu, 1956 model Chrysler’i ve nakit 750 bin İngiliz Pound’u bıraktı.”

Hayretlere garkolmuştum: “Ne?!”

“Gelgelelim merhumun katlinden mesul olduğunuz şüphesiyle hakkınızda tahkikat başlatıldığı için, payınızın size devredilmesi müşkül görünüyor. Garipsemeniz muhtemel bir durum daha var Sayın Tanpınar.”

“Nedir?”

“Bahtiyar Bey bana size teslim etmem için bir emanet vermişti.”

“Neymiş?”

“Beyoğlu’ndaki İş Bankası şubesinde bir kasanın anahtarı. Kasayı açma salahiyeti bir tek sizde.”

Barbaros Aslanboğa’ya mahkemede beni temsil etmesine dair bir şey söylemedim. “Teşekkür ediyorum.”

“Vazifemiz efendim. Size esenlikler diliyorum” diyerek telefonu kapattı.

Birkaç gün öncesine kadar, edebiyat fakültesinde ders veren, evini bir kara-kediyle paylaşan ve Aydaki Kadın adlı bir roman üzerinde çalışan yalnız bir adamdım. Şimdiyse hayaletle konuşan, zengin bir katil zanlısıyım.

Birkaç gün öncesine kadar, edebiyat fakültesinde ders veren, evini bir kara-kediyle paylaşan ve Aydaki Kadın adlı bir roman üzerinde çalışan yalnız bir adamdım. Şimdiyse hayaletle konuşan, zengin bir katil zanlısıyım.

Salon kapısının önünde dikilen Bahtiyar Kont bana doğru iki adım attı: “Haberler iyi mi?” Telefonda mirastan bahsedildiğini duyduğu halde, kibarlık namına bilmezden geliyordu.

“Bana bir servet bırakmışsınız” dedim.

“Asıl mühim parça, banka kasasında” dedi neşeyle.

“Fakat onun da ne olduğunu söyleyemezsiniz, değil mi?”

“Bilakis, benim için zevk: Rembrandt’ın Aziz Matthew ve Melek tablosu. Muhammen bedeli 30 milyon dolar.”

“Bir dakika… O resmi ben Louvre Müzesi’nde görmüştüm?”

“Ah evet… geçen sene çalındı maalesef.”

“Siz de hırsızdan satın-aldınız, öyle mi?”

“Ne münasebet efendim…”

Zihnim büsbütün bulanmıştı. Suizanda bulunmanın mahcubiyetiyle atıldım: “Pardon…”

Sözünü öyle tamamladı ki bir kez daha sarsıldım: “Bizzat ben çaldım!”


ℹ️ Tanpınar’a Huzur Yok romanın ilk tefrikasını okumak için buraya tıklayınız.


Tanpınar’a Huzur Yok | 22. Bölüm | Kimliğinden uzaklaş, kendine yaklaş

Murat Menteş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir