Tanpınar’a Huzur yok | 8. Bölüm | İntiba, his ve kanaatle yaşıyoruz efendim

Tanpınar’a Huzur yok | 8. Bölüm | İntiba, his ve kanaatle yaşıyoruz efendim

Hayat bir piyango” dedi Ahmet Hamdi Bey ve dönüp üçlü koltuğa oturdu “ömür dediğin de birçok şans oyunlarıyla dolu Haydut.”  Başını uzatıp burnunu kedinin burnuna dayadı: “Sevilmenin vergisini de ödemek lazım.”


ℹ️ Tanpınar’a Huzur Yok 8. Bölüm: İntiba, his ve kanaatle yaşıyoruz efendim


“Ne diyorsun Haydut? Bahtiyar Kont’un davetine icabet etmeli miyim?” Ahmet Hamdi Bey, kara-kedisiyle teatide bulunuyor. “Değişiklik iyidir, öyle mi? Bilemiyorum… Davetlerin çoğu tuzaktır sevgili dostum, metihler ekseriya drogue’dir [Fr. Uyuşturucu], münasebetlerimizi yalanlar ayakta tutar… Adam beni dâhi sayıyor. İngiltere’lerde tahsil görmüş, resim biriktiriyor; besbelli klas biri. Peki insan benim yaşımda yeni dostluklar kurabilir mi dersin? En son edindiğim arkadaş sensin…”

Haydut, anlayışlı bir tonda karşılık verdi: “Miyaaav.”

“Evet, ikimiz elbette iyi anlaşıyoruz… Lakin seni ulvi bir makamda gören kimseyle buluştuğun anda o makamdan inmiş olursun.”

Kuşluk vakti martılar çatıların üzerinde çemberler çiziyordu. Alarm ötüşleri ve müjde çığlıkları birbirine karışıyor. Göğün yükü baharla hafiflemiş. Erik ağaçları hep mi erken çiçeklenir… Boğaz’ın sularında tarihî parıltılar, musiki nameleri misali titreşimler… Can çekişen konakların yanıbaşında sakat doğmuş gecekondular; o canhıraş mimari… Tanpınar, İstanbul’a hem hayranlıkla, hem de hayıflanarak bakıyor.

Haydut, bir mırıltı tutturdu. Düşünceli, şaşkın ve mütehavvildi [değişken]. Üstadın huyu suyu ona geçmişti sanki. Eh, otomobiller ve evcil hayvanlar, sahiplerine benzer.

“Hayat bir piyango” dedi Ahmet Hamdi Bey ve dönüp üçlü koltuğa oturdu “ömür dediğin de birçok şans oyunlarıyla dolu Haydut.” Kedicik koltuğun kolçağına kurulmuştu. Tanpınar başını uzatıp burnunu kedinin burnuna dayadı: “Sevilmenin vergisini de ödemek lazım.”

Öteden beri hep aynı kişi miyim? Fikriyatımda, hissiyatımda, önceliklerimde meydana gelen küçük değişiklikler, bende büyük başkalıklar yaratmadı mı? Bazı hatalarımdan vazgeçtim, kusurlarımın bir kısmını düzelttim, eksiklerimin birkaçını tamamladım… Haddizatında [aslında] ben bile kendimi tümüyle keşfetmiş değilim…

***

Servet Sümer, 1956 model, süt beyazı Chrysler Imperial’in kapısını açmış bekliyor. Apartmandan çıkan Tanpınar’a, küçük bir jestle “Buyurunuz efendim” diyor.

Ahmet Hamdi Bey her zamanki gibi sinekkaydı tıraş olmuş, gür ve parlak saçlarını geriye taramıştı. Yünlü, gri takım-elbisesi içinde, muasır medeniyetin üst düzey bir temsilcisi. Şüphelerini, tereddütlerini, suallerini komple evde bırakmış. Kararlı adımlarla otomobile yürüyor ve şoföre teşekkür ederek deri koltuğa oturuyor.

Gümüşsuyu’ndan Dolmabahçe sahiline inen Chrysler, bahar meltemleri ile yaşlı çınarların taze yapraklarından süzülen huzmeler arasında son sürat ilerliyor. Üstat öne oturmuş. Şehrin iç-organlarında seyran eyliyor. Bahtiyar Kont’la ne konuşacak? Mesafeli bir nezaketle yahut nezaketli bir mesafeyle hareket etmekte fayda var. Bahtiyar Bey, kitaplarını okuduğu yazarı tanıdığını sanıyor. Büsbütün haksız sayılmaz. Kayda değer addettiklerimiz, yani kaleme alıp kağıda döktüklerimiz, şahsi değerimize dair miyarı [ölçü, ölçüt] verir.  Fakat… Üstadın düşüncesi biraz farklı: “Mahur Beste de Saatleri Ayarlama Enstitüsü de benim elimden çıktı. Doğrudur. Gelgelelim, öteden beri hep aynı kişi miyim? Fikriyatımda, hissiyatımda, önceliklerimde meydana gelen küçük değişiklikler, bende büyük başkalıklar yaratmadı mı? Bazı hatalarımdan vazgeçtim, kusurlarımın bir kısmını düzelttim, eksiklerimin birkaçını tamamladım… Haddizatında [aslında] ben bile kendimi tümüyle keşfetmiş değilim… Gerçi insanlar övdükleri yahut yerdikleri kişileri çok basitçe tanımlarlar. Bir, iki, en fazla üç sıfatla niteleyip geçerler. Kimse kimseyi o kadar da umursamaz. Hatta, kendilerini bile basitleştirerek anlamak, anlatmak onlara yeter. ‘Büyük yazar, büyük şair, edebiyat dehası…’ Tamam da neden? Bu büyüklüğün mesnedi, mahiyeti nedir?.. Sıfatları hor kullanıyoruz. Duygulardan hareketle edindiğimiz kanaatler bize yetiyor. Bilgiyle, teoriyle, idrakle başımız hoş değil… Hem sonra şark’ta insanlar, tanımadıklarını seviyorlar. Nasıl ki duygunun sonrasında kanaat var ise öncesinde de intiba [izlenim] var…”

“Geldik efendim.”

Sümer Sürer’in sözleri, Tanpınar’ı muhayyel [hayalî] bir tünelden çekip çıkarmıştı: “Ha, öyle mi, ne çabuk?”

İki adam, salonun eşiğinde el sıkıştılar. Pür samimiyetle gülümseyen Bahtiyar Kont’un gözleri sevinç buğusuyla kaplanmıştı.

***

Yalı, Chrysler’le aynı renkte. Antreden hole geçiliyor. Tuhaf, holde dekoratif bir şömine var. Şöminenin mermer tacının üstünde dik duran kitap, Ahmet Hamdi Bey’in dikkatini celbetti. Macel Proust’un [1871-1922] À LA RECHERCHE DU TEMPS PERDU [Kayıp Zamanın İzinde] adlı eserinin ilk cildi DU CÔTÉ DE CHEZ SWANN’ın [Swann’ların Tarafı] ilk baskısı… Bernard Grasset’nin 1913’te neşrettiği nüsha. Profesör, gayriihtiyari kitabı eline alıverdi. Kapağı açtı ve Marcel Proust’un imzasını görünce heyecandan donakaldı. Proust, romanı Kont Primoli’ye ithafen imzalamış ve şöyle yazmıştı: Hommage d’attachement respectueux et bien vif. [Hürmetli ve canlı bir bağlılığın tuhfesi -hediyesi-.]

“Hoşgeldiniz, şeref verdiniz sevgili üstat!” Profesör soluna bakarken elindeki kitabı usulca yerine koydu. Salonun girişinde, Bahtiyar Kont pasparlak gülümsüyordu.

“Hoşbulduk, Bahtiyar Bey.”

Ev sahibi bir adım atarak ellerini birleştirdi ve “O kitabı kabul ederseniz çok memnun olurum. Bendenizden küçük bir hediye” dedi.

Bahtiyar Kont, Proust’un Kont Primoli’ye gönderdiği kitabı, Tanpınar’a armağan ediyor. Roman, Yazar’dan Kont’a sunulduktan seneler sonra, Kont adlı biri tarafından başka bir Yazar’a takdim ediliyor.

Üstat başını iki yana salladı: “Ah, hayır, böyle müstesna bir eseri kabul edemem.”

“İstirham ediyorum… Malum, Fransızlar ‘Ambalajsız hediye geçersizdir’ derler. Fakat bu kitabın kıymetini kimse sizden iyi bilemez, haksız mıyım? Kaldı ki ‘La Société des amis de Marcel Proust’ [Marcel Proust Dostları Cemiyeti] azasısınız. Lütfen, beni kırmayınız. Eminim ki bu sayede Pirimiz Proust’un da ruhu şad olacaktır.”

“Şark’ta itimat mutabakata [uzlaşma] değil, müsademeye [çatışma] mütealliktir [ilişkin]. Birinin cemiyette sulhu [barış] temin edeceğine değil, rakibi mahvedeceğine güvenilir. Bay Kont’un fevkalade cömertliğini ve teslimiyete varan itimadını ve hayra mı yormalı?.. Yoksa beyefendi kendine bir kumandan mı arıyor?” diye düşündü Tanpınar “Belki de yanılıyorum? Ufku görmek gayesi ve gayretiyle, münferit [tekil] halleri umuma teşmil ederek [genelleyerek] hataya düşüyorum? İstisnaların hatırını gözetmiyorum. Bahtiyar Kont, müstesna biriyse? Bu pekala mümkün. Peşin hüküm vermenin âlemi yok.” Romancının içini müphem bir ümit sarmıştı.

“Peki, madem ısrar ediyorsunuz, bu harika hediyeyi kabul ediyorum” derken kitabı şöminenin üstünden aldı “Ve size şükranlarımı sunuyorum.”

İki adam, salonun eşiğinde el sıkıştılar. Pür samimiyetle gülümseyen Bahtiyar Kont’un gözleri sevinç buğusuyla kaplanmıştı.

 


ℹ️ Tanpınar’a Huzur Yok romanın ilk tefrikasını okumak için buraya tıklayınız.


Tanpınar’a Huzur yok | 9. Bölüm | Doğuyu ve Batıyı, maziyi ve istikbali aynı anda fethedeceksiniz

 

Murat Menteş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir