Tanpınar’a Huzur yok | 9. Bölüm | Doğuyu ve Batıyı, maziyi ve istikbali aynı anda fethedeceksiniz

Tanpınar’a Huzur yok | 9. Bölüm | Doğuyu ve Batıyı, maziyi ve istikbali aynı anda fethedeceksiniz

Eserlerimin çoğu gazetelerde kaldı. Kitaplaştırılmaya layık görülmediler bile. Gerçi ben de yazdıklarımı tertiplemeye kuvvet ve zaman bulamadım. Ufka varmak istesem de, hayatıma çizilmiş hududu geçemiyorum. Mukadderat dediğimiz o kati muğlaklığın muhasarası altındayım. Kendi kendime soruyorum: Acaba bir şey yapabildim mi?


ℹ️ Tanpınar’a Huzur Yok 9. Bölüm | Doğuyu ve Batıyı, maziyi ve istikbali aynı anda fethedeceksiniz


Kaderimiz her türlü umudun ve endişenin ötesinde tamamlanır. Dahası, birimizin alnındaki yazı, diğerinin alnında devam eder. Yaşadığımız müddetçe yazgılarımız birbirine karışır. Ahmet Hamdi Bey ve Bahtiyar Kont, feleğin bir kavşağında buluştuklarını hissediyorlardı. Ezelî bir dostluğun gaipten gelen sinyallerini duyarak, ebediyetle çerçevelenmiş bir fotoğrafta yerlerini almışlar. İşlemeli kolçaklarıyla tahtı andıran, elektrik mavisi kadife koltuklara oturmuşlardı.

Harikulade görünüyorsunuz üstadım. Dahiyane eserlerinizle ilham verdiğiniz gibi, mükemmel şıklığınızla bizlere modellik ediyorsunuz.

Tanpınar neşeli bir mahcubiyetle gülüyor: “Estağfurullah. Ne dâhiyim ne de moda pişdarı [öncü]. Kuvvetle muhtemeldir ki buraya sizi hayal-kırıklığına uğratmaya geldim. Zira bir şeyin imgesi, o şeyin aslından hemen daima daha muazzamdır. İnsanın uzviyeti [organizma] eserini, bilgisini, tecrübesini topyekun [tümüyle] taşıyamaz. Yıllar içinde biriktirdiklerimiz bizden kopup uzaklaşır; gene de onlar imgemizi kurarlar. Realitede ise mevcudiyetimiz bir günün hatta bir an’ın, bir haletiruhiyenin [ruhsal durum] dar hudutları içinde kalır.

Bahtiyar Kont, büyülenmiş gibi, derin bir alakayla dinliyordu. Tanpınar’ın sözünü tamamladığından emin oluncaya dek bekledikten sonra konuşmaya başladı: “Size duyduğum hayranlık toyluğumdan, cehaletimden veyahut sersemliğimden kaynaklansaydı, bu sözlerinize hak verirdim. 33 yaşındayım. Yirminci asra şekil veren ve muhteva kazandıran kimi âlimlerin, feylesofların, ediplerin rahle-i tedrisinden geçtiğimi söylersem bana inanınız. Bahsettiğiniz türde ve daha başka birçok hayal-kırıklıkları da yaşadım. Pişmanlıklarla pişiyor insan; en çok da kendini yanlış anlıyor belki. Hataya düşmeden olgunlaşmak muhal [imkansız]. Fakat sizi zanlarla, kabullerle, temennilerle değerlendirdiğimi düşünmeyiniz rica ederim.

Ahmet Hamdi Bey’in çehresinden sıcak bir elem dalgası geçiyor: “Eserlerimin çoğu gazetelerde kaldı. Kitaplaştırılmaya layık görülmediler bile. Gerçi ben de yazdıklarımı tertiplemeye kuvvet ve zaman bulamadım. Ufka varmak istesem de, hayatıma çizilmiş hududu geçemiyorum. Mukadderat dediğimiz o kati [kesin] muğlaklığın [belirsizlik] muhasarası [kuşatması] altındayım. Kendi kendime soruyorum: Acaba birşey yapabildim mi?..

Cemiyetimiz, dâhi çocuklarını reddetmekle yahut çocuklarının dehasını görememekle kendi hakiki hayatını inkar ediyor. Gelgelelim siz cemiyetin tüm unsurlarını cezbedecek ve onlarda kalıcı bir tesir uyandıracaksınız.

Baş-uşak Siyavuş Yavaş, elinde gümüş tepsi, sessizce içeri girdi. Kıyafetine ve edasına bakılırsa, Buckingham Sarayı’nın mutfağından geliyordu sanki. Evvela azıcık durakladı. Misafir profesörün kahvesini sehpaya, Proust romanının yanına bıraktı. Fincanın kenarına bir madlen konmuştu. Ev sahibine de kahve servis edip Ninja sessizliğiyle çekildi.

Buyurmaz mısınız?” Bahtiyar Kont, üstada Camel paketi uzatmıştı. Doktorların en sevdiği sigara.

Ahmet Hamdi Bey, madlen kurabiyesini bir lokmada yerken sigarayı aldı. “Teşekkür ediyorum.” Madlen, üstadın ağzında şekerden bir gemi misali dağılıp eriyordu. O esnada pencereden Boğaz’a baktı; ev denizin içinde miydi, dalgaların köpükleri kahve fincanına mı dolmuştu, kumsal telveye mi dönüşmüştü?.. 1909 senesinin Sinop’unu hatırlıyordu. Delibaş adlı ustanın ticaret limanı civarındaki gemi imalathanesini. Küçük Hamdi ve arkadaşları, Delibaş Usta’yı heyecanla izler, ona yardım ederlerdi. Hamdi daha 7-8 yaşında, denizi sevmişti. Deniz de zaman gibi akışkan zira. Denizin şeffaflığı, yekpareliği, sesi, ışıkla alışverişi, karanlığı karşılayışı; gerçeği düşe, düşü gerçeğe tahvil eden tabiatı…

Bahtiyar Kont, ayağa kalkıp iki adım attı ve eğilerek Dupont çakmağıyla önce romancının sigarasını, sonra hafifçe doğrulup kendininkini yaktı. “Sizin hudutlarınız, bizim afakımızın [ufuklar] ötesinde. Evet, gerçek bu.” Koltuğuna döndü ve sözünü sürdürdü: “15 yıl önce tefrika edilen Mahur Beste er geç kitaplaşacaktır. O romanda serdettiğiniz [anlatmak, ileri sürmek] meseleler de elbet aşılacak. Cemiyetimiz, dâhi çocuklarını reddetmekle yahut çocuklarının dehasını görememekle kendi hakiki hayatını inkar ediyor. Gelgelelim siz cemiyetin tüm unsurlarını cezbedecek [çekmek] ve onlarda kalıcı bir tesir uyandıracaksınız. Ah üstadım, istikbalde ‘edebiyat’ dendi mi akla ilk sizin isminiz gelecek. Bundan eminim ve sizin de hiç şüpheniz olmasın.

Pişmanlıklarla pişiyor insan; en çok da kendini yanlış anlıyor belki.

Tanpınar kalender ve biraz acı bir gülüşle dumanı üfleyip “Neden bahsediyorsunuz Bahtiyar Bey” dedi “yakın dostlarım bile yazdıklarıma bir mana veremiyorlar. Beni eksantrik buluyorlar. Talebelerim de hayata tutunma gailesi [dert] içindeler; henüz yolun başındalar; tarihe, coğrafyaya, felsefeye bütün olarak bakacak konumda değiller. Eserimin istikametini farkeden intelijansiyanın [aydınlar sınıfı] sükut suikastına maruz kalıyorum. Bir aksiseda [yankı] bulamıyorum… Amma çok yakındım. Bunları konuşmak tatsız. Şikayete lüzum yok.

İtirazlarımla sizi yormak istemem. Sizi avutmaya yeltenmek nevinden bir ifrata [aşırılık] da kendimi kaptırmaktan sakınırım. Yazdıklarınızın tümünü ezberledim.

Ne?!” Tanpınar çok şaşırmıştı. “Şaka ediyorsunuz?

Hayır.” Bahtiyar Kont sigarasını küllüğe bastırdı.

Ben binlerce, belki onbinlerce sayfa yazdım Bahtiyar Bey?

Bendeniz de onları tümüyle ezberime aldım.

Profesör kaşlarını çatıp gözlerini kısarken dudaklarını büzdü: “Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir?

Bende fotografik hafıza var. Eidetik hafıza da denir, bilirsiniz. Başa bela bir hususiyet [özellik]. İçtimai münasebetleri menfi [olumsuz] yönde etkiliyor. Lakin eserlerinizi tümüyle kafamın içinde taşıyor olmaktan memnunum.

Ahmet Hamdi Bey, elindeki fincanı sehpaya bıraktı: “Ben şu anda sizin şahsınızda şiirlerimin, romanlarımın, makalelerimin bulunduğu bir kıtaplığa bakıyorum öyle mi?

Tercümelerinizi de unutmayınız. Ve ben de size onların berisinden bakıyorum… Sahnenin Dışındakiler’de şöyle yazmıştınız: Gün, hafta, ay gibi zaman bölümlerinin yanında bir de hadiselerin iklimi vardır ki, hemen öbürleri kadar, hatta daha fazla insanların hayatını içine alırlar… İçtimai hayat, ister istemez tesirleri altında kalır. Onlarla düşünür, onlarla değişir, onların şartları içinde yaşarız.

Tanpınar alnını kırıştırdı. “Yani? Ne demek istiyorsunuz?

Mister Kont bir kahin havasına bürünmüştü: “Hadiselerin iklimi değişecek. Ve sizin çağınız başlayacak. Doğuyu ve Batıyı, maziyi ve istikbali aynı anda fethedeceksiniz. Herkes ölecek ve fakat siz yaşayacaksınız.”


ℹ️ Tanpınar’a Huzur Yok romanın ilk tefrikasını okumak için buraya tıklayınız.


Tanpınar’a Huzur yok | 10. Bölüm | Bir Ahmet, iki Hamdi, üç Tanpınar

 

Murat Menteş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir