İstanbul neden Paris olamadı?

İstanbul neden Paris olamadı?

Cumhuriyetin 100 yılında şehirlerin modernleşme tarihinin, mimarlığının kimi seçkinlerin yaptıkları gibi bir nostalji hissiyatı” ile filtrelenmiş olarak değil, aynı zamanda işaretsizleştirdiklerini, sildiklerini, bastırdıklarını kendisine musallat ederek dahil eden süreçlerin ve bu temsil sahnesinde hayali bedenler” kazananların ortak tarihi olarak okunması yerinde olur.

2. Abdülhamit’in bildiğimizden ya da bize öğretilenden çok farklı bir kişilik olduğunu düşünmemize yol açacak zannedersem bir dolu olay var.

Onlardan biri de İstanbul’u Paris yapma hayali.

Tıpkı ondan önceki padişahların, Abdülaziz’in gibilerin hayalleri gibi.

Bu amaçla Paris’in baş plancısını, İstanbul’u planlamak için görevlendiriyor.

Paris’in Légion d’Honneur nişanı ile ödüllendirilmiş ünlü baş plancısı Antoine Bouvard  -kendi hükümetinin de desteğini alarak- “şehri tanzim etme ve mamur hale getirme” işini üstleniyor.

Ancak bu işin kolay olmayacağının farkında.

Bu kişiye büyük yetkiler veriliyor, payitahtı Paris gibi bir Avrupa başkenti yapması için.

O da yetmiyor. Sayısız mimarla şehrin merkezinde, yeni bölgelerinde, değişik sayfiye yerlerinde o güne kadar alışık olunmayan büyüklükte ve tarzda kamu yapıları, saraylar, apartmanlar, iş hanları inşa etmeye girişiliyor. Aslına bakarsanız, İstanbul o tarihlerde çoktan bir “Avrupa Başkenti” olarak görülüyor. Bunun için de eksiği değil, belki fazlası var. Mesele, o tarihlerde diğer başkentlerin yaşadığı yeni gelişmelerle etkileşim içinde olmak.

Padişah belki de daha da ötesine gitmek istiyor. Payitahtı tıpkı Paris, Londra gibi büyük Avrupa başkentlerindekine benzer bir dünya fuarları ile taçlandırmak, küresel ilgiye açmak istiyor. Bunun için İtalya imparatoru Victor Emmanuel’e ricalarda bulunuyor, o tarihlerde Avrupa’nın en iyi mimarlarından birini, Raimondo d’Aronco’yu şehre davet ediyor. Projeler hazırlatıyor. 1894 depremi olmasa, Şişli semtinden sonrası, şehrin çeperi ve gelişme alanı devasa bir dünya fuarı bölgesine dönüşecek.

Bu muazzam girişimin dışında birçok mimar ve mühendis, bugün için bile şaşırtıcı olabilecek ulaşımla ilgili projeler hazırlıyorlar. İstanbul küresel bir başkent olarak sanatçıların, mimarların ilgi alanına giriyor.

Örneğin padişahın hemen sarayının yanında dünya mimarlık tarihinin örneklerinden biri, Şeyh Zafir Türbesi ve kütüphanesinde görüldüğü gibi şehirde Art-Nouveau (Yeni Sanat) akımının iyi örnekleri sergileniyor. Ünlü mimarlık teorisyeni ve modern mimarlığın öncüsü kabul edilen Viollet-le-Duc’ün tilmizi Léon Parvillé İstanbul’da mimarlık ve çini üretimi üzerine kariyer yapıyor. Bu deneyim kalıcı bir kuruma dönüşüyor, Paris’e taşınıyor.

Ancak Abdülhamit’in hayallerinin büyük bir bölümü gerçekleşmiyor. Aynı şekilde ünlü mimar-şehirci Bouvard’ın bütün çizimleri de şehirle ilgili boş hayaller olarak kalıyor. İstanbul, Paris olmuyor. Peki uzun süre yönetimde kalan, koskoca bir imparatorluğa hükmeden Abdülhamit şehri tanzim etmeyi, Paris yapmayı neden başaramıyor?

Bu yazının bundan sonrası faraziye. İstanbul’un Paris olamamasının nedenlerinin ne olduğunu belki birtakım varsayımlar üzerinden tahmin etmeyi deneyebiliriz.

Neden olmuyor? Çünkü, tahmin de edilebileceği gibi, Avrupa modernleşmesi yalnızca bu görüntüden, yönetim icraatlarından ibaret değil. Karşısında muazzam bir kritik düşünce hareketleri, direnişler yer alıyor. Çünkü o sırada sosyal sorunlara dikkat çeken, eşitsizlikleri sorgulayan muazzam bir mücadele, kritik düşünce üretimi var.

İstanbul neden Paris olmuyor?

Yanlış kişiye görev verildiği için mi? Ya da görevi icabı Paris’ten başını kaldıramayan Bouvard adlı kişi bu işi savsakladığı için mi? Gerçekleştirdiği projelere bakıldığında şehirle pek bir bağ kurmadığı, işini ciddiye almadığı bile söylenebilir.

Ama bu ilişkisizlik aynı zamanda başka bir şeyin de göstergesi olabilir. Mesela şehirle ilgili yerel yönetim deneyimlerinin, bağımsız yapıların sürekli merkeziyetçi yapılar tarafından bastırılması. Şehrin entelektüel hayatının seküler olmayan “millet” sistemi altında kompartımanlaşması, sekülerleşmemesi gibi.

Peki neden olmuyor? Yoksa saray çevresinden gelen tepkiler nedeniyle mi? İstanbul’un Paris olamamasının nedenleri arasında imtiyazlarını kaybetmek istemeyen yönetici elit çevresinden gelen tepkiler de sayılabilir. Ama dediğim gibi bütün bunlar başka bir şeylerin de göstergeleri olabilir.

İstanbul Paris olamıyor. Ama belki de Abdülhamit’in hiç bilmediği, fark etmediği başka bir nedenle. (En azından bu yazının varsayımı bu.) İstanbul modernliği tam olarak Avrupa’daki gibi yaşamıyor. Modernlik kamu gücünü kullanan yönetici elit, özellikle de askeri bürokrasi yani “modernleşen” sınıflar tarafından tam okunamıyor.

Olmuyor, çünkü tahmin edilebileceği gibi, Avrupa modernleşmesi yalnızca bu görüntüden, yönetim icraatlarından ibaret değil. Karşısında muazzam bir entelektüel birikim, kritik düşünce, kitleleri hareket geçiren direnişler yer alıyor. Modernleşme yalnızca imar hareketlerinden, sanayinin gelişmesinden ibaret değil.  Arkasında sosyal sorunlara dikkat çeken, eşitsizlikleri sorgulayan bir mücadele, bağımsız düşünce üretimi var.

Avrupa şehirleri üniversitelerini, kamu yapılarını yeniliyorlar, seküler ve katılımcı hale getiriyorlar. Şehircilik, mimarlık, sanat gibi düşünce üretimi alanları iktidardan bağımsızlaşıyor ve yenilikçi deneyimlere açılıyor.

Böylece kapitalist modernleşmenin karşısında alternatifler üretiliyor, yarattığı eşitsizlikler, şiddet ve çelişkiler sorgulanıyor. Bu alanlarda farklı bir politik deneyim yaşanıyor, modernlik üzerine. Eşitlikçi, özene ve ihtimama dayanan, şiddet uygulamayan… Osmanlı’da bunlar (politik alana olduğu kadar mimarlığa, sanata) ancak iktidar ilişkilerinin içinden geçerek yansıyor. İktidar ile muhalefet şehirle, yerelle ilgili konuları sürekli iktidar mücadelesine taşıyor. Kamusal alanın sekülerleşmesi mümkün olmuyor.

Bağımlı, sekülerleşmemiş fikir üretimi ile modernlik olmuyor.

Cumhuriyet döneminde yereli askıya alan merkeziyetçi ideolojilerle iktidar bloğunun önemli bir gücünü oluşturan bürokratlar, uzmanlar şehirlerin planlanmasından fiziki olarak mekânın düzenlenmesini (imar planı yapmayı) anlıyorlar. Şehir gibi canlı bir varlığı kendi dar açılarından, imar planlarıyla düzenlemeye çalışıyorlar. Bunun da sonuçları ortada.

Bu yüzden günümüzde belki İstanbul’da kimi yapılar tek tek tasarlanabiliyor. Buna karşılık şehir imar planlarıyla bir nesne olarak tanımlanmaya ve tasarlanmaya çalışıldıkça kaosun, informel gelişmelerin, haksızlıkların, eşitsizliklerin bir sahnesi halini alıyor. Her şeyin birbirinin üstüne konduğu, karıştığı bir hurdalığı andırıyor.

Sonuçta bu erk-merkezci şehir temsilleri ve planlama yöntemlerinde ısrar etmek ters tepiyor. Şehir planlamanın akılcılaştırma fırsatları ortadan kalkıyor.

İşaretsizleştirilenlerin izleri de tamamen silinmiş olarak, dışarıda kalmıyorlar. Onlar da “modern” olana musallat oluyorlar: kuralsızlıklar, kayıplar, haksızlıklar, yoksulluklar, eşitsizlikler, felaketler… Sonuçta ne yapılsa nafile. Bağımlı fikir üretimi, canlı olanı öldüren şehir planlama modeli, kamusal alanda kültür yönetimi v.b. ile modernlik olmuyor.

Belki de bu nedenle Cumhuriyet’in 100 yılında şehirlerin modernleşme tarihinin, mimarlığının kimi seçkinlerin yaptıkları gibi bir “nostalji hissiyatı” ile filtrelenmiş olarak değil, aynı zamanda işaretsizleştirdiklerini, sildiklerini, bastırdıklarını kendisine musallat ederek dahil eden süreçlerin ve bu temsil sahnesinde “hayali bedenler” kazananların ortak tarihi olarak okunması yerinde olur.

Korhan Gümüş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir