100. yılda din, devlet ve toplum ilişkilerinde benzerlikler ve değişimler

100. yılda din, devlet ve toplum ilişkilerinde benzerlikler ve değişimler

 Türkiye’de din ve devlet ilişkilerinin düzenlenmesi çok farklı yenilikleri olmasına karşın Türkiye’nin kurulduğu coğrafya içerisinde bir devamlılık içermektedir; kısacası devlet, Diyanet’in varlığı ve de devamlılığı ile beraber esasında tarihsel bir geleneği cumhuriyet battaniyesi altına koymuştur.

Cumhuriyetimiz artık 100 yaşında. Zor bir dönemde, sayısız kriz ile mücadele eden Türkiye Cumhuriyeti çok boyutlu ve yer yer de birbiri ile çelişen değişimlerden geçerek ikinci yüz yılına doğru adım atıyor. Yaşanan ve hala da yaşanmakta olan aksaklıklara karşın cumhuriyetin bir başarı olduğunu vurgulayarak, kutlu olsun demek lazım. Gurur ve sevinci aynı anda yaşarken, cumhuriyetin ideallerinden olan rasyonelliğin de bizlere gösterdiği gibi geçmişin de bir hesabını çıkarmak gerek. En azından bu da cumhuriyetin ödevlerinden bir tanesi ve zannediyorum ki cumhuriyetin kurucu kadroları da bunu arzulardı. Diğer bir deyişle, cumhuriyet her ne kadar kuruluşu sırasında kendisini sorgulatmaya çok izin vermemiş olsa da sonrasında onu da sorgulayabilecek nesiller yetişmesini arzulamıştır. Bunu söylerken farazi bir noktadan da yaklaşmıyorum meseleye; aksine Mustafa Kemal’in bizzat Rousseau’dan etkilendiğini düşünecek olursak, bir noktada özgür düşünce onun için temel ideallerden birisidir. Bu noktada her sorgulayış cumhuriyete bir teşekkür de demek.

CUMHURİYET NE KADAR YENİ BİR DİN-DEVLET İLİŞKİLERİ KURDU?

Cumhuriyeti anlatırken genellikle kullanılan ve de esasında işin özü gerçekten böylemi diye tartışılmayan kalıplar var. Bu kalıpların birçoğu bizlere okul sıralarında da öğretiliyor ve ne yazık ki sorgulatılmıyor. Bunların en başında zannediyorum din ve devlet ilişkileri ile ilgili olan laiklik meselesi geliyor. Alışılmış kalıba göre cumhuriyetin kurucu kadroları devrimsel nitelikte Türkiye Cumhuriyeti’nde din ve devlet işlerini ayırmışlar ve de bu sayede hem laik bir devlet hem de laik bir toplum yaratmışlar.

Son yıllarda Türkiye’de artan kutuplaşma ile bu alışılmış kalıbı kıvançla kullananlar ise, “Türkiye laiktir; laik kalacak!” sloganları atıyorlar. Her ne kadar detaylarına bu kadar kısa bir tartışmadan giremeyecek olsam da bireylerin ve de toplumların laik olamayacağını söyleyebilirim öncelikle. Seküler birey ve toplum olabilir ama laiklik devlet aygıtı ile ilgili bir mevzudur. Dahası laiklik, her zaman için din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına da gelmez. Çok farklı tip laiklik uygulamaları olan dünyada “Türkiye tipi laiklik” ise, öncelikle ne çok sert bir devrimdir ne de din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmadır. Eğer öyle olsaydı cumhuriyetin kurucu babaları laiklik ilkesini en temel hukuk metni olan anayasaya koymadan, cumhuriyeti kurduktan 6 ay sonra Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumu tesis etmezlerdi. Hoş, Diyanet de gökten zembille inmediğini ilave edelim yeri gelmişken.

Osmanlı ile Türkiye Cumhuriyeti arasında kopamayacak bağlar var. Ancak eğer bugünün Türkiye’sini anlayacaksak Bizans’a da bakmamız lazım; özellikle de konu din ve devlet ilişkileri ise. Çok mu alakasız? Peki sizlere Bizans döneminde devletin dini işleri ne şekilde yürüteceğini tayin eden büyük bir konseyin olduğunu ve de bunun doğrudan imparatora bağlı olduğunu söylesem, aklınıza nasıl bir yapı gelir? Bu yapı ile Halife olan Sultan’ın tayin ettiği Şeyhülislam’lık makamının işleyişinin neredeyse çok benzer olduğunu söylesem. Kısacası iki devletin geleneğinde de dini devlet adına ve yine o devlete bağlı bir kurumun düzenlediği bilinen tarihi bir gerçek. Bunun size 1924 yılında kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın işleyişini anımsatması lazım. Türkiye’de din ve devlet ilişkilerinin düzenlenmesi çok farklı yenilikleri olmasına karşın Türkiye’nin kurulduğu coğrafya içerisinde bir devamlılık içermektedir; kısacası devlet, Diyanet’in varlığı ve de devamlılığı ile beraber esasında tarihsel bir geleneği cumhuriyet battaniyesi altına koymuştur. Bu bağlamda da Diyanet’in laiklik ilkesinden önce ortaya çıkması, bir şekilde din ve devlet işlerinin aslında hiç de birbirinden ayrı olmayacağını bizlere göstermiştir. Din, devletin şemsiyesi altına girmiş ve de devlet tarafından kontrol edilen, yönetilen ve yeri geldiğinde de araçsallaştırılan bir hale bürünmüştür. Bu alanı çalışan akademisyenler olarak bizlerde bu uygulamaya “Türkiye tipi laiklik” diyoruz. Bu Fransız ya da Anglo-Sakson tipi din devlet ilişkilerinden farklıdır.

Bu noktada devlet ile Diyanet’in tarihsel olarak uyuşmadığı, Diyanet’in yönetim kadrosuna atanan farklı ekollere ait bireylerin devletin ya da hükümetlerin zayıf olduğu zamanlarda onunla çatıştığını da biliyoruz. Ancak ne zaman ki devlet ile hükümet arasındaki ayrım azalmaya başladı ve hükümetin lideri devletteki ana karar verici noktasına ulaştı; işte o zaman, Diyanet devletin hem din alanını kontrol ettiği hem de bir şekilde din aracı ile devleti meşrulaştıran bir aygıta dönüşüyor.

Ez cümle, Türkiye kuruluşundan bugüne kadar din ve devlet işlerinin ayrıldığı bir yer olmamıştır. Aksine devlet dini kendi himayesinde ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır ve bu noktada da metodolojik olarak cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar bir değişim yok.

Araştırmalar bize gösteriyor ki Türkiye’de imamların statüsü yıllar içerisinde artış gösterdi. Merhum hocamız Şerif Mardinin, “İmam, cumhuriyet öğretmenini yendi” önermesi en azından sosyal statü olarak şu anda gerçek gözüküyor.

LAİKLİK İLE DİNDARLIK BİRBİRİNİ DIŞLAR MI?

İşin toplumsal boyutuna baktığımıza zaman ise karşımıza daha farklı bir manzara çıkıyor. Araştırmalar bize gösteriyor ki Türkiye’de imamların statüsü yıllar içerisinde artış gösterdi. Merhum hocamız Şerif Mardin’in, “İmam, cumhuriyet öğretmenini yendi” önermesi en azından sosyal statü olarak şu anda gerçek gözüküyor. Ancak PEW gibi güvenilir uluslararası araştırma şirketleri ise bize Türkiye’de dindarlık seviyesinin artmadığını, hatta genç kuşaklarda deizmin çoğaldığını gösteriyor. Bu zannederim cumhuriyetin kurucu babalarının doğrudan istediği bir şey değil. Zira onlar inanmayan değil ama devletin belirlediği şekilde bir hayatı sürdürürken inanmaya devam etmeyi tercih ederlerdi. Ancak PEW’in verilerini kimi yerli araştırmalar ile karşılaştırdığımızda Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci asrını dolduğu şu günlerde bizlere farklı şeyler söylüyor.

2023 tarihinde Marmara Üniversitesi’nden Dr. Zübeyir Nişancı yürütücülüğünde hazırlanan “Sayılarla Türkiye’de İnanç ve Dindarlık” raporuna göre, Türkiye’nin yüzde 94,3’ü Allah’a inandığını, yüzde 62’si çok dindar olduğunu, yüzde 39’u düzenli namaz kıldığını, yüzde 75’i düzenli Ramazan orucu tuttuğunu beyan ediyor. Kadınlar, erkeklerden hem daha dindar hem de ibadetlerini daha fazla yerine getiriyor. Araştırmaya göre Allah inancı olmayanların oranıysa yüzde 5,7. Bu sayılar esasında çok büyük sayılar ve bu noktada Cumhuriyet’in kuruluşuna göre değişimler yaşadığımızı söyleyebiliriz.

Ancak işin içerisine eğitim ve benzeri noktalar girince işler biraz daha karmaşıklaşıyor. Araştırmaya göre Türkiye’de dini inanç ve pratiklerin yaygınlığı bakımından yaş, eğitim seviyesi, cinsiyet ve kır-kent yerleşim farklıkları ve bölgelere göre büyük farklılıklar var. Örneğin; namaz kılma sıklığı açısından 65 yaş üstüyle 18-24 yaş arasında dört kat fark var. Bu farkların nedenleri kuşkusuz siyaset kurumunun kendini konumlandırdığı yer ile de alakalı.

Araştırmaya katılanlar arasında eğitim düzeylerine göre en fazla inançsız olduğunu beyan eden gruplar sırasıyla, yüzde 18 ile yüksek lisans ve doktora mezunları ve yüzde 13 ile üniversite mezunları oldu. Okur-yazar olmayanların tamamı yaratıcıya inanırken, ilkokul mezunlarınınsa yalnızca yüzde 2’si inançsız. Eğitim seviyesi arttıkça namaz kılma sıklığı da azalıyor. Okur yazar olmayan nüfusta yüzde 79 olan düzenli namaz kılanların oranı, ilkokul mezunlarında yüzde 63’e, lise mezunlarında yüzde 36’ya, halihazırda üniversite öğrencisi olanlar arasında ise yüzde 20’ye kadar düşüyor. Araştırmaya göre kırsaldaysa hem dindarlık hem de ibadetleri yerine getirenlerin oranı kentlere göre daha yüksek. Kırsal yerleşim yerlerinde yaşayanların dörtte üçünden fazlası (yüzde 78) kendisini dindar olarak tanımlıyor. Bu oran kentlerde yüzde 61’e kadar düşüyor. Araştırmaya göre en dindar bölge Kuzeydoğu Anadolu Bölgesi, en az dindar bölgelerse Batı Marmara ve Ege.

Bu araştırmayı diğer uluslararası araştırmalar ile kıyaslayınca Türkiye’de ne dindarlaşmanın inanılmaz seviyeye ulaştığını ne de dinden uzaklaşmanın çok dramatik şekilde artığını görüyoruz. Peki ama neyi biliyoruz o tam olarak: Din üzerinden ya da dini kullanarak yayılan çekişmelerin ve kutuplaşmanın arttığını. Bir taraf dini bir birleştirici olarak kullanırken diğer taraf ise dini bir ayrıştırıcı olarak kullanıyor. Kısacası din ne kamusal alandan ayrılabiliyor ne de sosyal ilişkilerimizi düzenleme nosyonunun dışında kalabiliyor. Kısacası cumhuriyetin ilk yüz yılı dolarken din aslında her yerde ve her şekilde de bir belirleyici.

Türkiye laiktir laik kalacak yerine, Kahrolsun laiklik; yaşasın sekülerizim!desek kimi şeylerin çözümü için cumhuriyetin ikinci yüzyılında iyi bir adım atmış olmaz mıyız?

TÜRKİYE LAİKTİR VE LAİK KALABİLİR AMA KEŞKE SEKÜLER OLSA!

Buraya kadar aslında çok da tartışılacak şeyler söylemedim. Hepsi hem veriye hem de tarihi gerçekliğe dayalı şeyler. Fakat şurası bir gerçek ki Türkiye’nin geçtiğimiz yüz yıl içerisinde din konusu ile hem devlet olarak hem de toplum olarak bir ve birden çok meseleleri olmuş. Bu durum şimdilik böyle gidecek gibi gözüküyor ama çözümü de pek ala mümkün. Zira belki de her şey dinin fazlaca kontrolünden kaynaklıdır. Türkiye laiktir laik kalacak yerine, “Kahrolsun laiklik; yaşasın sekülerizim!”  desek kimi şeylerin çözümü için cumhuriyetin ikinci yüzyılında iyi bir adım atmış olmaz mıyız?

 


Sitemizin açılışında ilk dosya konusunu “100. Yılında Cumhuriyet” olarak belirledik.
Bu yazı 100. Yılında Cumhuriyet Dosyası‘nda yayımlanmıştır.
Dosyanın diğer yazıları için buraya tıklayınız.

Erdi Öztürk

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir