Tik, tak…

Tik, tak…

Takvimden tek bir yaprak düştü diye giriştiğimiz muhasebe çabası sona mı erdi, rahat mıyız böyle? Yoksa yine kozamıza çekilip zamanın yaralarımızı iyileştirmemizi beklediği gibi, Cumhuriyetin eksikliklerinin giderilmesini akrep ve yelkovana mı havale ettik? Belki de bugün kendimize bu soruyu sormak için iyi bir gündür, hazır yıllar ve yüzyıllar üzerine bu kadar kafa yormuşken ve saatin sesini duyabiliyorken: Tik, tak…

Zaman ilginç bir şey… Muhtemelen ölümsüzlük arzusundan olsa gerek, yaşadığımız hayatı saatler, günler, aylar ve yıllara bölüyoruz; sanki her biri diğeriyle eşitmiş gibi. Deneyimlediğimiz zamanı matematiksel birimlere dönüştürmek aslında asla sahip olmadığımız bir kesinlik duygusu uyandırıyor bizde, “Dört ay sonra 29 Şubat 2024’te görüşürüz!” dediğimizde ne kadar kendimizden eminiz değil mi? Bugünle 29 Haziran 2023 arasındaki dönemi düşünün, aynı dört ay mı? 1923-1973 ve 1973-2023 arasında aynı ellişer yıl mı var? Hatta geçen on dakikayla bir sonraki on dakikanın bile aynı olmama olasılığı var. Zaman, nasıl deneyimlediğimizle ve nelere şahit olduğumuzla doğrudan ilişkili olarak esneyen, kısalan ve bükülen bir şey, bir yanılsama.

Zamana bir ad ve bir biçim verme çabamızın tarihi çok eski, Parmenides’ten başlar Leibniz ve Bergson’a kadar uzanabiliriz teker teker tartışmaya kalkarsak. Ancak zamanın kesilip biçilen bir fiziki boyut olduğu iddiası o kadar eski değil, Aydınlanma’ya ve modern çağlara dayanıyor bu çabalar; evreni çarklar ve mekanizmalardan ibaret görmeye teşne Aydınlanma filozofları, zamanı da öznellikten soyutlayıp önce ölçülebilir, daha sonra da standardize edilebilir hale getiriyorlar. Nasıl metre dediğimiz şey Paris’te bulunan bir platin çubuksa, Paris’le aramızda artık iki saat olan zaman farkının nedeni de Greenwich’te bulunan bir rasathane. Zamanın bu şekilde standardize edilmesinin saçmalığını geçmiş olduğum kış saati uygulamasında ülkenin bir kısmı karanlıkta sokaklara dökülürken, diğer bir kısmındaysa güneşin hayli yükselmiş olduğunu gördüğümüzde daha iyi anlıyoruz; aynı saat mi bu şimdi?

Zaman bu kadar ele avuca gelmez bir şeyken, zihnimiz onun güvenilir olduğu yanılgısına sıkı sıkıya sarılıyor. Yaşamımızı anlamlı epizodlara bölme çabamızı düşünün; kim yaşamını “en mutlu olduğum günden bir süre sonra” ya da “bir kış günü denize düşmüştüm ya, ondan hemen önce…” diye ayırıyor ki? Onun yerine yılları, yaşları ve belki de on yılları kullanıyoruz: “ben yedi yaşımdayken…” Öte yandan bu modern çağ adedi yıllar günler benimsenmeden önce doğum günleri “kiraz ağaçları yeni çiçek açmıştı” diye kaydediliyormuş evde duran Kuran’lara… Bizden bir nesil öncesinde herkesin doğum gününün 1 Ocak olması da bu durumun bir sonucu olsa gerek.

Takvimden tek bir yaprak düştü diye giriştiğimiz muhasebe çabası sona mı erdi, rahat mıyız böyle? Ne eksik kalmışsa meşrebimizce o eksikliği gidermeye niyetli ve hevesli miyiz? Yoksa yine kozamıza çekilip zamanın yaralarımızı iyileştirmemizi beklediği gibi, Cumhuriyetin eksikliklerinin giderilmesini akrep ve yelkovana mı havale ettik?

Geçtiğimiz günlerde elden geldiğince kutladığımız Cumhuriyetimizin 100. yılı da böyle bir bölme ve bölümleştirme çabamız ile doğrudan ilişkili… Cumhuriyet’in 100 ya da 101 yaşında olmasının aslında fiziksel bir anlamı yok, biz bunu geçişi bir bölme çizgisi olarak görme fikrini seviyoruz. Hani her yılbaşında geçen yılla hesaplaşmamız ve gelecek yıldan bir şeyler beklememiz gerekiyor ya, onun gibi… Oysa akrep ve yelkovan hareket etti diye bir şeyler kendiliğinden değişmiyor, zaten 2 Ocak günü herkes bunu idrak ediyor: eski tas, eski hamam…

Cumhuriyetimizin ilk yüz yılını nasıl geçirdiğine dair bir muhasebe yapmak iyi bir fikir, her türlü mecrada bu tür muhasebeler mebzul miktarda var zaten. Muhasebede uzlaşılmasını beklemek aşırı iyimser olur, bu tür bilanço hesapları ne sonuca varmak istediğinize bağlı olarak değişir; istatistikten daha iyi bir yalan varsa, o da muhasebedir ne de olsa… Zaten şahit olduğumuz üzere eldeki muhasebe girişimleri bir diğeriyle hesaplaşmaya dökülmüş durumda, hep söylediğimiz üzere yerkürede fikirler hangi kabileden olduğunuzu gösteren yaka kartları gibi. Sözler ve tartışmalar daha iyi anlamaya yönelik olmaktan çok kendinizin ve kabilenizin ne kadar ahlaklı olduğunu göstermeye yönelik ve tabii kendi taraftarlarınızdan alkış toplamaya da. Sahici bir diyalog ne kadar arzulanıyor, bu başka bir mesele; zamanı ilerleyen bir şey olarak görmekten bile naif bir beklenti olabilir.

Muhasebeler kötüdür demiyorum, bu işe girişmeden önce gerçekten bir hesaplaşma istediğimizden emin miyiz, bunda uzlaşalım diyorum. Sahici bir hesaplaşma bir diğeri bularak ya da onu suçlayarak başlamaz… Önce aynaya bakmak gerekir, ben ne yaptım ya da ne yapamadım diyerek başlarsa bir yere varır. Herkes kendi kusurlarını ortaya dökerse, diğerini suçlamaya da çok fazla vakti kalmaz haliyle. Bu “pozitif” diyalog yöntemini Cumhuriyetimizle hesaplaşmaya uyarlayacak olsak, o zaman biz neyi arzulamıştık, ne oldu diye başlamak akıllıca olabilir. Tabii, Cumhuriyet’in ilanının kamunun tamamının arzusu olmadığını “revizyonist” tarihçiler başta olmak üzere hemen herkes kabul etmiş durumda, o zaman soruyu “Ne arzulamışlardı; ne yaptık?” diye dönüştürebiliriz; ya da burada da özneliği devredebiliriz “Ne yaptılar?” da anlamlı bir soru olabilir. Sorunun bu halinin sorumluluktan hayli kaçmak olduğu açık, oysa “hepimiz oradaydık”, değil mi?

29 Ekim 2023 geride kaldı, Cumhuriyet 100 yaşını doldurdu. Muhtemelen şu anda başka sorunlara gark olmuş durumdayız, kutlamaların yarattığı coşku hayli söndü, biraz da depresifiz haliyle… Takvimden tek bir yaprak düştü diye giriştiğimiz muhasebe çabası sona mı erdi, rahat mıyız böyle? Ne eksik kalmışsa meşrebimizce o eksikliği gidermeye niyetli ve hevesli miyiz? Yoksa yine kozamıza çekilip zamanın yaralarımızı iyileştirmemizi beklediği gibi, Cumhuriyet’in eksikliklerinin giderilmesini akrep ve yelkovana mı havale ettik? Belki de bugün kendimize bu soruyu sormak için iyi bir gündür, hazır yıllar ve yüzyıllar üzerine bu kadar kafa yormuşken ve saatin sesini duyabiliyorken: Tik, tak…

Emre Erdoğan
Latest posts by Emre Erdoğan (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir