Şempanzelerden öğrenebileceklerimiz…

Şempanzelerden öğrenebileceklerimiz…

En yakın akrabamız şempanzelerle genetik benzerliğimizin %98.8 olduğu -diğer insanlarla %99.5- göz önünde tutulursa, diğer hayvanlardan da öğreneceğimiz şeyler olabilir.

Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? İnsanın insanın kurdu olduğu, düşenin dostunun olmadığı ve her koyunun kendi bacağından asıldığı bir dünya mı burası? Dikkat edin soru “nasıl bir dünyada yaşamak istiyoruz” değil, her ne kadar düşüncelerin gerçeğe dönüşmek gibi bir özellikleri olsa da mesele dünyayı ve insanları nasıl gördüğümüzde… Sadece insanları değil, bu küreyi mesken tutmuş bütün canlılar hakkında ne düşündüğümüz, önümüze çıkan sorunlarda nasıl davrandığımızı doğrudan belirliyor.

Çok uzun zamandır üzerimizde bir hayalet dolaşıyor, komünizmin hayaleti gibi hayırlı bir hayalet de değil. Chicago’lu Milton Friedman’da, aktör eskisi Ronald Reagan’da, “Demir Leydi” Margaret Thatcher’da ve bizim “tonton” Turgut Özal’ımızda somutlaşan bir hayalet. Karikatürlerde dişinden kan damlayan vampir olarak resmedilen, yerli yersiz çok fazla kullanıldığı için bir tür palavraya dönüşen neoliberalizmin hayaleti diyebiliriz. Bakmayın kendilerinin bizzat birer karikatürmüş gibi davranmalarına, ABD Başkanı Donald Trump da Arjantinli Javier Milei de bu türün sonradan gelme örneklerinden, yeniden popülerleşmeleri sadece alternatiflerinin beceriksizliğinden değil, zihinlerimiz ve kalplerimizin çoktan fethedilmiş olmasından.

Dedim ya, yerli yersiz kullanılmaktan aşınan bir kavram neoliberalizm ama somut bir gerçekliğe de işaret ediyor. Bugün dünyamıza biçim veren ve gideceğimiz yönü tayin eden egemen ideoloji neoliberalizm, kabul edelim.

EGEMEN İDEOLOJİ NEOLİBERALİZM

Dedim ya, yerli yersiz kullanılmaktan aşınan bir kavram neoliberalizm ama somut bir gerçekliğe de işaret ediyor. Bugün dünyamıza biçim veren ve gideceğimiz yönü tayin eden egemen ideoloji neoliberalizm, kabul edelim. Küresel kurumlar bu ideolojinin tarif ettiği şekilde davranıyorlar, ülkedeki yöneticiler dünyayı bu çerçeveden görüyorlar ve vatandaşlar da bu politikaları onaylıyor, aksini düşünemiyorlar bile.

Aziz Nesin’in “Fantikoculuk” meselesine döndürmeden  -“en büyük Fantikocu, Fantikocu düşmanı rolü yapandır”- neoliberalizm illetini tanımlamakta bir yarar var, her tanım gibi bu da eksik ve hayli yanlış olsa da. Neoliberalizm dediğimiz illetin temelinde piyasaya sarsılmaz bir inanç yatar, piyasaya yapılan her türlü müdahalenin de yanlış olduğu düşünülür. Bu bakış açısında insan da bir tür kıymettir ve yaşamı da piyasada bulduğu karşılıktır. Neticede insanlar kendilerine birer şirketmiş gibi davranmalı, maliyet-kar hesaplarına girişmeli, kendisine yatırım yapmalı ve piyasada nasıl kıymetini arttırır, bunu düşünerek yaşamalıdır. Dolayısıyla insanlar arasındaki eşitsizlikleri doğal karşılamak gerekir, yaşadıkları yaşam kendi sorumluluklarıdır. Bir insan kendisini “mal” olarak gördükten sonra, gerisine inanması çok zor olmasa gerek.

Neoliberalizm sadece bir dizi hükümet politikası olarak tanımlamak da mümkün olurdu, ders kitaplarının çoğu bunu yapıyorlar zaten. Öte yandan her ideoloji gibi bu ideolojinin de toplumun belli bir şekilde çalışmasını sağlayan bir boyutu da var, insanların içinde bulunulan dünyayı hem meşru görmelerini hem de bu biçimde işlemesini mümkün kılıyor; bir zihniyet olarak işlev görüyor. Bazı araştırmalar neoliberalizmin bireysel düzeyde ölçmeyi amaçlıyorlar, vardıkları ortak sonuç da herkesin eşit derecede neoliberal olmadığı; bu kişileri ayırt eden en önemli özellik de bireyler arası rekabetin daha sağlıklı olduğuna duydukları sarsılmaz inanç. Kişinin yaşamından kendisinin sorumlu olduğu, dünyaya kar-zarar gözüyle bakması gerektiği ve dahi devletin insanlara yardım etmemesi gerektiğine dair inançlar da bu bahsedilen temel görüşün bir tür türevleri. Bu dünya görüşünün otoriterlikle, hiyerarşiye olan inançla ve dolaylı da olsa bir tür narsisizmle ilişkili olduğunu gösteren çalışmalar da var. Neoliberalizmin ruh sağlığı üzerinde olumsuz etkileri olduğu da yakın zamanlar da ortaya konulmuş.

Bir dünya görüşü nasıl oluşur, karmaşık bir mesele… Bazıları bu süreci genlerimizden başlatıyorlar, “doğarken formatlanmışız bir kere” diyorlar. Bazılarıysa sosyalizasyona önem veriyorlar; nasıl bir ailede, mahallede büyüdüğümüz, hangi okullarda okuduğumuz, nasıl bir eğitim aldığımız, hangi medyaya maruz kaldığımız ve nasıl bir zamanda yaşadığımız dünya görüşümüzü belirler diye düşünüyorlar. Genler, çevre, bireysel deneyimler ve Zeitgeist -Zamanın Ruhu- bizi ve dünyayı okumamızı biçimliyor bir şekilde, her birinin ne kadar etkisi olduğu bambaşka bir tartışma.

Bizim genlerimiz ne kadar “neoliberal” bilmiyorum, ama insanın doğuştan rekabetçi olup olmadığını bir düşünmek gerek. Yani doğarken elimizde kanla doğup dünyayı cehenneme çevirmeye mi programlıyız, yoksa zaman içerisinde bize öğretiliyor mu?

ELİMİZDE KANLA MI DOĞDUK, ZAMAN İÇİNDE Mİ BİZE ÖĞRETİLDİ?

Bizim genlerimiz ne kadar “neoliberal” bilmiyorum, ama insanın doğuştan rekabetçi olup olmadığını bir düşünmek gerek. Yani doğarken elimizde kanla doğup dünyayı cehenneme çevirmeye mi programlıyız, yoksa zaman içerisinde bize öğretiliyor mu? Herhangi bir niteliği doğuştan mı yanımızda getiriyoruz yoksa böyle mi yetiştiriliyoruz tartışmasında başvurulacak bazı bilimsel yollar mevcut. Bunlardan birisi başka türlü yetiştirilmiş kişilere ve toplumlara bakmak, burada da sağ olsun sosyal antropoloji ve etnografi devreye giriyor. Bizim yaşadığımız modernleşmeye maruz kalmamış toplumlarda yaşayan bireyler ne kadar rekabetçi ne kadar işbirlikçi diye soran çalışmalar var, çoğu da piyasa ekonomisine daha fazla maruz kalan topluluklardaki insanların daha rekabetçi olduklarını gösteriyor. Bu çalışmalara göre “medenileştikçe” daha rekabetçi hale geliyoruz.

Bu soruyu yanıtlamanın bir başka yolu da dikkati insanlar haricindeki varlıklara çevirmek olabilir. İnsanın yaratılmış en mükemmel varlık olduğuna inananlardansanız, bu kısmı atlayabilirsiniz. Ama en yakın akrabamız şempanzelerle genetik benzerliğimizin %98.8 olduğu -diğer insanlarla %99.5- göz önünde tutulursa, diğer hayvanlardan da öğreneceğimiz şeyler olabilir. Geçen hafta kaybettiğimiz primatolog Frans de Waal işte bu meselelere kafa yoran bir kişiydi ve “Hayvanların Ne Kadar Zeki Olduğunu Anlayacak Kadar Zeki miyiz?” başlıklı kitabının ismi bile çalışmalarının nereye vardığını bize söylemekte. De Waal, özellikle şempanzelerle yürüttüğü bazısı gözlemsel çoğu deneysel çalışmada işbirliğinin evrensel bir özellik olduğunu bize açıkça gösterdi. En yakın akrabalarımızın doğal eğilimi işbirliğine gitmek, üstelik bunu sadece akraba kayırmacılığıyla yapmıyorlar, herkese uyguluyorlar. Adalet, bonkörlük ve empati primat topluluklarında da önemsenen özellikler. De Waal’ın bulguları primatlar dışındaki hayvanlar da gözlemlenmiş durumda; fareler, köpekler ve filler ile yapılan çalışmalar da benzer sonuçlara varmış; doğada rekabet değil işbirliği bulunmakta…

Baştaki soruya geri dönelim, nasıl bir toplumda yaşıyoruz? Eğer “insanın insanın kurdu” olduğu inanlardansanız, bu hale zaman içerisinde dönüştüğümüzü aklınızda tutmanız gerekiyor, eğer genetik bir bozukluk yoksa. O zaman da bizi bu hale getiren mekanizmaların neler olduğunu düşünmeye başlayabiliriz, ne oldu da bozulduk? Ailemiz, aldığımız eğitim, içinde yaşadığımız toplumun kuralları ve bireysel deneyimlerimizin etkisinin ne olduğunu sorgulayabiliriz. En önemlisi, içinde bulunduğumuz Zeitgeist’ın bize neyi vazettiğini de tartışabiliriz.

Bugün yaşadığımız sorunların hiçbirini -küresel ısınma, salgın hastalıklar, savaşlar, yoksulluk ve benzerleri- tek başımıza çözmemiz mümkün değil; komşu komşunun külüne muhtaç… Eğer rekabetçiliğe sarsılmaz bir inancınız varsa, buradan çıkış yok. Çözüm yollarının hepsi işbirliği, dayanışma, empati, bonkörlük ve diğerkâmlıktan geçiyor, bunu kabullenerek yola dökülelim.

Emre Erdoğan
Latest posts by Emre Erdoğan (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir