Yüz yıllık belirsizlik: Türkiye-Avrupa ilişkileri

Yüz yıllık belirsizlik: Türkiye-Avrupa ilişkileri

Sonuç olarak, Türkiye-AB ilişkileri her iki tarafta da bir grubun çok istediği ve lanse ettiği gibi tek yönlü ve tek taraflı değildir. Özellikle bu beş farklı alanda Türkiye ve AB arasındaki ilişki ama aynı zamanda uzaklaşma sürmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, yüz yılda ne tam olarak AB’nin dışında kalabilmiştir ne de içeri girebilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun yüzüncü yılını kutlarken bir yandan da Avrupa ile ilişkilerinin yüz yılını geride bırakmış bulunuyor. Bu bağlamda, Almanya’nın Tübingen Üniversitesi’nden Prof. Dr. Thomas Diez ile “Türk Diplomasisinin Yüz Yılı” temalı bir akademik çalışma için Türkiye-AB ilişkilerinin tarihsel muğlaklığına vurgu yapan bir makale yazdık. O akademik çalışmamızdaki fikirlerden yola çıkarak Yeni Arayış’ın yeni yüzü ve Cumhuriyetimizin yüzüncü yılı için bu yazıyı kaleme almaktan mutluluk duymaktayım.

Bu yüz yıl sonunda Türkiye-Avrupa/Avrupa Birliği (AB) ilişkilerinde gelinen noktayı ve de yolun kendisini ne kuruluşun ve Cumhuriyet’in itici güçlerinden olan “Batılılaşma” ne de yüzyılın son çeyreğindeki AKP döneminde ortaya çıkan “Osmanlılaşma” söylemleriyle açıklamak mümkün değildir. Ayrıca, Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerini tek bir kavramın, olumlu ya da olumsuz tek bir sıfatın içine hapsetmek, çok katmanlı ve hızla değişen ilişkilerin seyri adına da gerçekçi değildir. Türkiye’nin yüz yıllık tarihinde pek çok alanda hem teknik olarak hem de uygulamada “Avrupalılaşma” sürecine girdiği ve bu sürecin içinde olduğu aşikârdır. Ancak, bu Avrupalılaşma süreci sürekli doğrusal ve tek taraflı ilerleyen bir olgu değildir. Bilakis hem çok katmanlı hem de muğlak bir şekilde, bazen olumlu bir şekilde değişen bazen de nerdeyse ipler kopacakmışçasına gerilen bazen sabit kalan ve de karşılıklı, karmaşık bir süreçtir.

Bu bağlamda Avrupalılaşma aynı anda hem zikzaklar hem U-dönüşleri hem de kısır döngüler içerebilen bir kavramdır. Son yüz yıla dönüp baktığımızda Türkiye’nin Avrupalılaşma hikayesinde yaşadığı belirsizlik özellikle şu beş temel alanda öne çıkmaktadır: kimlik, entegrasyon/bütünleşme, ekonomi, toplum ve dış politika/güvenlik. Bu alanlara ilişkin Türkiye’nin tarihsel evrimini ve Avrupalılaşmanın etkilerini incelemek en az bir yüksek lisans tezinin konusu olsa da burada kısaca her bir alanda ortaya çıkan muğlaklığın kaynaklarını ve gelinen noktayı özetlemeye çalışmaktayım. Şüphesiz eksik kalan pek çok nokta olacaktır ancak bu çabanın ikinci yüzyılda, başta AB ile ilişkiler bağlamında olmak üzere, ilgili alanlardaki politikalar açısından da gerekli ve anlamlı olduğunu düşünmekteyim.

KİMLİK

Hem Türkiye’de hem de Avrupa’da Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olup olmadığı yüz yıllık Cumhuriyet tarihinin hararetli tartışmalarından biri olmuştur. Bu tartışmaları Türkiye’de belirleyen temel unsurlardan biri 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılılaşma çabalarına rağmen etnik ve milliyetçi ayrılıkları, ekonomik sorunları ve savaş yenilgilerini engelleyememesinin sonunda Osmanlı aydın ve bürokratlarında ortaya çıkan ve diğer görüşlere nazaran galip gelen Türk milliyetçiliği, Türk ulusal kimliğinin inşa süreci olmuştur. Daha bu süreçte kimliğe dair bir ikilem başlamıştır.

Ulusal kimlik, hem “Batı”nın bir parçası olarak hem de onunla rekabet halinde inşa edilmeye başlanmıştır. Her ne kadar “Batılılaşma”, “anti-emperyalizm” veya laiklik, İslamcılık, modernleşme ya da muhafazakârlık ortaya çıkan ve her tartışmada sıkça referans verilen rekabet eden kavramlar olsa da, aslında Türkiye’deki Avrupalılaşmaya dair kimlik meselesi sadece bu ikilemlerden ibaret değildir. Avrupalılaşma sürecinin yüz yıl boyunca karşılıklı olarak Türk ve Avrupalı kimliklerini nasıl ve neye dönüştürdüğü bakmamız gereken meselelerin başında gelmektedir.

Türk ulusal kimliğinin oluşumu ve gelişimi şüphesiz Türkiye içindeki olaylara hayli endekslidir. Ancak, Avrupa’nın da Türkiye’yi nasıl algıladığı ulusal ve toplumsal kimliğin bugüne kadarki yolculuğunda hayli etkili olmuştur. Nasıl ki Türkiye sadece iki kimliğe sıkıştırılamazsa, Avrupalıların kalbinde ve zihninde de sadece birer “iyi” ya da “kötü” Türkiye yoktur. Çok katmanlı algılar ve çok yönlü ilişkiler sadece toplumsal kimliklerin oluşması ve dönüşmesine değil, aynı zamanda siyasi, ekonomik ve dış politika kimliklerinin de karşılıklı olarak oluşmasına ve dönüşmesine yol açmıştır. Sonuç olarak, bugün AB’nin karşısında 1923’teki Batılılaşma gayesinden ve ilkelerinden hayli mesafeli ancak yine de Avrupa’dan kopmamış bir Türkiye vardır. Sosyolojik ve demografik olarak çok hızlı değişen ve dönüşen bir Türkiye vardır ki bu, kimlik meselesini çok katmanlı ve karmaşık bir hale getirmektedir.

Bugün gelinen noktada siyasi ilişkiler donmuş gibi gözükse de, başta göç meselesi olmak üzere, özellikle AB müktesebatı dışındaki bazı alanlarda siyasi “anlaşma/mutabakat”, aslında başka zamanlarda olmadığı kadar ileri seviyededir. Bu da Avrupalılaşma kavramının aday ve üye ülkelerdeki siyasi etkisini hayli karmaşıklaştıran bir durumdur.

SİYASİ ENTEGRASYON/BÜTÜNLEŞME

Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği meselesi son yüzyılda çözülemeyen ve uzayıp giden siyasi meselelerden biridir. Türk siyasal hayatına baktığımızda Avrupalılaşma çabasının ve aynı anda Avrupa’ya neredeyse düşman olacak derecede uzaklaşmanın nasıl olabildiğine şahit olduğumuz pek çok örnek bulmak mümkündür. Hem de bu durum ilk akla geldiği gibi sadece 2010 sonrası Türkiye için söz konusu değildir. Konu Türkiye-Avrupa ilişkileri olduğu vakit Türk siyasal hayatı Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren pek çok muğlak örnekle doludur.

Bir yandan Batı’nın gelişmişlik düzeyini çok kısa sürede yakalama gayesiyle Avrupa ile siyasi bütünleşmenin adımları hukuk, dış politika ve ekonomi alanlarında hızla atılırken (Avrupa Konseyi, NATO üyeliği, Avrupa Topluluğu üyelik başlangıcı vb.) iç siyasette bitmek bilmeyen krizler, askeri darbeler, ekonomik çalkantılar, iç çatışmalar, insan hakları ihlalleri, özgürlük kısıtlamaları ve erken seçimler çeşitli şekillerde sebep olarak veya bahane edilerek ilişkiler aksamış veya dondurulmuştur. Tıpkı kimlik tartışmasında olduğu gibi siyasi alanda da Avrupalılaşma tek yönlü değildir.

AB tarafının, başta Kıbrıs meselesi olmak üzere, Türkiye’nin önüne çıkardığı pek çok engel ya da diğer aday ülkelerden farklı tutum beklentisi, Türkiye’nin siyasi tavrını ve çelişkilerini yönlendiren önemli unsurlardan biri olagelmiştir. Son kertede ilişkiler, her iki tarafın da on yıllar boyunca gerçekten siyasi bir bütünleşmeden danışıklı-dövüşüklü çekindiği ama birbirlerinden de vazgeçemedikleri bir sorunlar yumağı halini almıştır. Bugün gelinen noktada siyasi ilişkiler donmuş gibi gözükse de, başta göç meselesi olmak üzere, özellikle AB müktesebatı dışındaki bazı alanlarda siyasi “anlaşma/mutabakat”, aslında başka zamanlarda olmadığı kadar ileri seviyededir. Bu da Avrupalılaşma kavramının aday ve üye ülkelerdeki siyasi etkisini hayli karmaşıklaştıran bir durumdur.

Her ne kadar Avrupa’yla ekonomik bütünleşme ileri seviyede olmuş olsa da AB hala Türkiye’nin en büyük ticari paydaşı olsa da ekonomik ilişkilerdeki belirsizlikler sürmektedir. Özellikle, Gümrük Birliği’nden kaynaklı meseleler AB’ye üye olamayan bir Türkiye ekonomisi, sermayesi ve işgücü için artan sıkıntılar anlamına gelmektedir.

EKONOMİ

Türkiye’nin ekonomik olarak Avrupa’ya entegrasyonu ve de bağımlılığı bahsi geçen diğer alanlara göre en derin seviyededir. Osmanlı’nın kapitülasyonlarını ve dış borçlanma serüvenini çok iyi bilen Atatürk ve Cumhuriyet’in kurucu kadroları “tam bağımsızlık” ilkesiyle, ekonomik olarak tam bağımsızlığı hedeflemişlerdir. Osmanlı dış borçlarının ödenmesi ancak 1954 yılında tamamlanmıştır. 1929 yılında Osmanlı’nın Avrupalı ülkelerle olan serbest ticaret anlaşması sone erdiğinde genç Cumhuriyet, milli ekonomik kalkınma hedefiyle devletçi ve ithalat sınırlamalı bir ekonomiye geçmiştir.

Çok partili hayata geçişle birlikte meydana gelen iktidarın değişmesi ve Soğuk Savaş’ın başlamasıyla, Türkiye Batı’yla ekonomik entegrasyon sürecini başlatmıştır. Ancak bu süreç, beklendiği gibi ekonomik istikrarı sağlamamış ve Batı ile ekonomik ilişkiler inişli-çıkışlı bir hal almıştır. 1959’da Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) girme hedefi olan Türkiye, 1978’de AT ile ilişkilerini tek taraflı dondurmuştur. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in, “onlar ortak, biz pazar” deyişi, ister solcu ister sağcı ister İslamcı ister liberal demokrat olsun o günden bugüne neredeyse tüm siyasiler tarafından yeri geldikçe benimsenmiştir. 1980 askeri darbesinden sonra ise AT, Türkiye ile ilişkileri dondurma kararı almıştır. Ancak 1980’ler ekonomik anlamda hızla değişen ve dönüşen bir Türkiye’nin tekrar Avrupalılaşma adımlarını hızlandırdığı bir dönem olmuştur.

1990’larda Türkiye-AB Gümrük Birliği süreci, o güne kadarki en ileri seviyedeki ekonomik bütünleşmeyi sağlamıştır. Ancak, Türkiye’nin AB üyesi olmadan Gümrük Birliği’ne taraf olan tek ülke olması ve bu durumun vaat edilenin aksine birkaç yıl değil de günümüze kadar onlarca yıl sürmesi, ekonomik ilişkilerde dahi her iki taraf için de verimli ve sağlıklı olan bir ilişkinin kurulamadığının göstergesidir.

Gümrük Birliği’ne taraf olması (1995), sonrasında AB aday ülke ilan edilmesi (1999) ve daha sonra da AB müzakerelerinin başlamasıyla (2005) Türkiye, çok büyük miktarda Batı kaynaklı dış yatırım almış, kişi başına gelir artmış, siyasi reform sürecine girmiş, ekonomik büyümesi hızlanmış ve uluslararası güveni artmış bir ülke olmuş olsa da tam anlamıyla yapısal ekonomik ve onları destekleyen siyasi ve hukuki reformlarını gerçekleştirememiştir. Dolayısıyla, her ne kadar Avrupa’yla ekonomik bütünleşme ileri seviyede olmuş olsa da AB hala Türkiye’nin en büyük ticari paydaşı olsa da ekonomik ilişkilerdeki belirsizlikler sürmektedir. Özellikle, Gümrük Birliği’nden kaynaklı meseleler AB’ye üye olamayan bir Türkiye ekonomisi, sermayesi ve işgücü için artan sıkıntılar anlamına gelmektedir.

Tüm bu tartışmaların ve süreçlerin “biz” ve “onlar” söylemine sıkıştırılması, Türkiye’nin toplumsal olarak Avrupalılaşma sürecini basite indirgemektedir. Halbuki ne toplumlar tek tiptir ne de Avrupalılaşma kavramı tek yönlüdür.

TOPLUM

Cumhuriyet’in şüphesiz en büyük hedeflerinden biri eğitimli, çağdaş ve laik bireyler yetiştirmiş bir toplum yaratmaktır. Bu bağlamda özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin hevesle dahil olduğu Avrupa bütünleşmesi süreci, Türkiye’nin ve toplumun Batılılaşması ve uluslararası tanınırlılığını artırmak için önemli bir adımdır. Aynı zamanda, başta Almanya olmak üzere, Avrupa ülkelerinde artan işgücü açığına çare olarak Türkiye’den Avrupa’ya işçi olarak giden ilk Türkler de bu zaman denk gelmektedir. Avrupa’daki Türk vatandaşlarının sayısı hızla artmıştır ancak yereldeki kültür, adet ve geleneklerine Türkiye’dekilerden çok daha fazla bağlı kalmışlardır. Soğuk Savaş sonrasındaki dönemde Türkiye’nin hızla ama toplumun pek de anlamadığı ve benimsemediği bir biçimde AB entegrasyon sürecine girmesi, bir nevi Cumhuriyet’in ilk yıllarında hızla gerçekleştirilen devrimlere benzemektedir.

Bu süreçte Avrupa’daki çoğu Türkiye karşıtları ise, Türkiye toplumunun Batılı olmadığını ve geri kalmış olduğunu vurgulamaktadır. Ancak tüm bu tartışmaların ve süreçlerin “biz” ve “onlar” söylemine sıkıştırılması, Türkiye’nin toplumsal olarak Avrupalılaşma sürecini basite indirgemektedir. Halbuki ne toplumlar tek tiptir ne de Avrupalılaşma kavramı tek yönlüdür. Hem AB üye hem de aday ülkelerindeki toplumların tepkilerini, etkileşimlerini, algılarını yaratan çok katmanlı pek çok tarihsel, siyasi, sosyal, ekonomik ve çıkar odaklı vb. faktör bulunmaktadır. Her geçen gün artan, azalan ya da dönüşen iş insanlarının, öğrencilerin, sivil toplumun, turistlerin, yerel yönetimlerin, diaspora örgütlerinin, göçmenlerin birbirleriyle ilişkileri ve etkileşimleri, Avrupa’da ve Türkiye’de ulusları ve sınırları aşan alanlara, birlikteliklere yol açmıştır. Bu durum da, bugün toplumsal ilişkilerin ve Türkiye’nin Avrupalılaşma sürecinin toplumsal rolünün tek düze bir hale indirgenemeyeceğini, içi çe geçmiş ve çok dinamik olduğunu bize göstermektedir. Fakat, özellikle son yüz yılda birbirine bu kadar bağlı ve bağımlı hale gelmiş toplumların içinde azımsanmayacak kadar büyük bir grup, günümüzde hala bunu kabul etmeyip birbirlerini “ötekileştirme” ve inkâr etme çabası içinde olduğundan ilişkilerin muğlaklığı sürmektedir.

Türk dış politikası, aynı NATO şemsiyesi altında olmanın her koşulda uluslararası bir ‘güvenlik topluluğu’ oluşturmanın yegâne koşulu olduğu savını boşa çıkarmaktadır. Türkiye ve AB’nin özellikle bölgelerinde ve küresel anlamda her ne kadar stratejik çıkarları örtüşse de anlaşmazlıkları da bir o kadar fazladır.

DIŞ POLİTİKA/GÜVENLİK

Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” deyişini kendine dış politika önceliği olarak alan genç Cumhuriyet, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar tarafsız ve dengeli bir dış politika izlemiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde Türkiye’nin dış politikasında Batı’nın bir parçası olmayı tercih etmesi, toplumsal ve siyasal Batılılaşma gayesine uyumun yanında, Soğuk Savaş’la birlikte artan komşu Sovyetler Birliği tehdidine karşı bir güvenlik önlemi alma hedefini de taşımaktadır. Ancak, Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde bir NATO üyesi olarak Batı’ya askeri anlamda angaje olması, Batı’yla ve Avrupa ülkeleriyle sorunsuz bir dış politika yürüttüğü anlamına gelmemektedir. Türkiye, bir NATO üyesi olarak 1955 Bandung Konferansı’nda Batılı devletlerin Asya ve Afrika ülkelerinde süre gelen sömürgeci yönetimlerini en sert eleştiren ülkelerden biri olmuştur. Her ne kadar Yunanistan ve Türkiye birlikte NATO üyesi olmuş olsa da, iki ülke çeşitli kez savaşın eşiğine gelmiştir. Hala bir çözüme ulaşamamış olan Kıbrıs meselesi ortadadır. Soğuk Savaş döneminde dahi Türkiye-Amerika ilişkileri hiçbir zaman sorunsuz olmamıştır. AB’nin 2004’teki büyük genişlemesinde Kıbrıs’ın adada Türkler ve Rumlar arasında bir anlaşma olmadan, tek taraflı olarak Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tüm Kıbrıs halkları adına AB üyesi olması, Türkiye’nin dış politika ve AB ile ilişkileri bağlamında en çetrefil ve önünü tıkayan meselelerinden biri halini almıştır.

Soğuk Savaş’ın sona ermesi dış politika anlamında Türkiye ve Batı arasındaki muğlaklığı daha da artırmıştır. Türkiye, bölgesel ve küresel bir aktör olma amacıyla Batı ve AB dışındaki bölgesel ve küresel aktörlerle, özellikle Osmanlı’nın önceki sınırlarındaki Müslüman ülkelerle ve de Rusya, Çin, yükselen ülkeler ve Küresel Güney ile yeni ilişkiler kurup ilişkilerini geliştirmeyi hedeflemiştir. Ukrayna-Rusya savaşında Türkiye, Rusya ile ekonomik ilişkilerini sürdürürken, Ukrayna’ya bir NATO üyesi olarak askeri hava aracı ve insani yardım desteği sağlamıştır. İsveç’in NATO üyeliği konusunda bugüne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan çok sert açıklamalarda bulunmuştur. Son olarak da Hamas-İsrail çatışmasında başta temkinli olan Türkiye, İsrail’in Gazze’ye yönelik her geçen gün şiddeti ve sivil ölü sayısı artan saldırıları sonrasında “Hamas’ı bir terör örgütü olarak görmediğini” açıklamıştır. Bu, tarihte Türkiye ile AB ve Amerika arasında artan güvenlik anlaşmazlıklarının en sert olanlarından biridir.

Türk dış politikası, aynı NATO şemsiyesi altında olmanın her koşulda uluslararası bir “güvenlik topluluğu” oluşturmanın yegâne koşulu olduğu savını boşa çıkarmaktadır. Türkiye ve AB’nin özellikle bölgelerinde ve küresel anlamda her ne kadar stratejik çıkarları örtüşse de anlaşmazlıkları da bir o kadar fazladır. Günümüzde güvenlik alanı, Türkiye ve AB’nin hem birbirlerine muhtaç oldukları hem de sert bir biçimde ayrıldıkları alanlardan biri haline gelmiştir. Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye-Avrupa güvenlik ilişkileri hem gelişmiş hem de çekişmiş, birbirine paralel ve yer yer birbiriyle çelişen bir hal almış ve Soğuk Savaş sonrasında azalan kurumsal ve yapısal bağlar nedeniyle karmaşıklaşmıştır.

Sonuç olarak, Türkiye-AB ilişkileri her iki tarafta da bir grubun çok istediği ve lanse ettiği gibi tek yönlü ve tek taraflı değildir. Özellikle bu beş farklı alanda Türkiye ve AB arasındaki ilişki ama aynı zamanda uzaklaşma sürmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, yüz yılda ne tam olarak AB’nin dışında kalabilmiştir ne de içeri girebilmiştir. Bu durumda şüphesiz küresel gelişmelerin ve iç dinamiklerle aktörlerin rolü çok fazladır. Türkiye-AB ilişkileri yakın gelecekte de bu muğlaklığını sürdürecek ve bu durum çeşitli fırsatlar ve riskler yaratacaktır. İlişkilere siyah ya da beyaz diye bakmak yerine bu karmaşıklığı ve muğlaklığı kabul edip fırsatları değerlendirmek ve riskleri elimine etmeye çalışmak yüz yıllık Cumhuriyet’in ve Avrupalı ortaklarının bugüne kadar başarabildiği bir şey olmamış. Belki bundan sonra…

 

Damla Cihangir-Tetik,


Sitemizin açılışında ilk dosya konusunu “100. Yılında Cumhuriyet” olarak belirledik.
Bu yazı 100. Yılında Cumhuriyet Dosyası‘nda yayımlanmıştır.
Dosyanın diğer yazıları için buraya tıklayınız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir