Türkiye-AB ilişkilerinde olmayan siyasi irade ve kandırılmak

Türkiye-AB ilişkilerinde olmayan siyasi irade ve kandırılmak

AB devletlerarası ya da uluslararası diplomasiye, etiğe aykırı, Türkiye’nin aleyhine kararlar almış olsa da dönüp bir kendine bakıp özeleştiri yapan, çözüm odaklı, gerçekten Türkiye’nin AB üyesi olmasını isteyen ister iktidar olsun ister muhalefet, samimi bir siyasi ve kurumsal iradenin ben Türkiye tarihinde olduğunu düşünmüyorum.

Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri üzerine konuşmak, tartışmak, yazmak deyince artık sürekli geçmişi irdeliyorum ve bu konuda hem kendimin hem de Türkiye’nin ne kadar basiretsiz olduğunu yıllar geçtikçe daha iyi idrak ediyorum. Sanıyorum benim de artık yaşım kemale erdi. Bazı hocalar ders anlatırken kişisel anılarını ya da anlatılan döneme ilişkin yeni nesillerin bilmediği detayları anlatmayı, açıklamayı çok severler. Ben de bunları dinlemeyi ve öğrenmeyi seven öğrencilerdendim. Şimdi de o hocalardan oldum. Bugün Türkiye-AB ilişkileri deyince çoğunluk için yolun sonu geldi, ilişkiler çoktan bitti bile muhtemelen. Fakat bence gelecek sadece belirsiz, bulanık, boğucu ve yorucu, en azından şimdilik. Birazdan yazacaklarıma rağmen hâlâ iflah olmaz bir iyimser olmama da şaşırmıyor değilim. Öncelikle biraz kişisel yaşanmışlıklardan sonra da konuya ilişkin Türkiye’deki siyasi iradenin tarihsel tavrından bahsetmek isterim.

Geçmişe gitmeden önce bugünden bir not; 1 Ocak 2024’ten itibaren, hâlâ tüm AB üye ülkelerinin bağımsızlığını resmen kabul etmediği Kosova’nın vatandaşlarının AB üye ülkelerine 90 güne kadarki ziyaretlerinde vize muafiyeti uygulaması başladı.

Bugünden tam 20 sene önce, 2004 yılında heyecanla Kıbrıs’taki referandumun sonucunu bekliyorduk. Halbuki hepimiz biliyorduk ki sonuç ne olursa olsun Rum kesimi AB üyesi olacaktı ve Türkiye zaten bu şartları baştan kabul etmişti. Bu şartlarda gelin siz kendinizi ortalama bir Kıbrıslı Rum’un yerine koyun. Adada karşılıklı bir anlaşmaya varılması her iki tarafın da AB üyeliği için bir ön koşul değildi ki kendilerine göre daha olumsuz olacağını düşündükleri bir durum için “Evet” oyu versinler.

Bir sene sonra, 2005’te Kıbrıs’ta bir çözüm olmamasına rağmen Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin tüm Kıbrıs adına AB üyesi olmasının ardından Türkiye’nin statüsünün aday ülkeden “müzakere” eden aday ülke statüsüne geçmesini nerdeyse üye olmuş kadar sevinçle karşıladık. Çünkü bu AB müktesebatına ve kanunlarına göre koşulları karşıladığımız takdirde eninde sonunda bir gün üye olmak hakkını elde edeceğiz demekti. Merkel de Sarkozy de ne derse desindi, sonuçta onlar fanilerdi ama hukuk bakiydi. Hak yolunu bulurdu. AB üyeliği Türkiye’nin hukuki hakkıydı.

Hiç unutmam, Cüneyt Özdemir’in o zaman CNN Türk’teki programının bir bölümü lisans öğrencisi olduğum Sabancı Üniversitesi’nin üniversite merkezi dediğimiz ortak alanında çekildi. Biz öğrenciler tüm AB üye ülkesi liderlerine ve üst düzey bürokratlarına üzerlerinde Türkiye’nin eşsiz tarihi ve tabii güzelliklerinin fotoğraflarının bulunduğu kartpostallar yolladık canlı yayında. Kartpostallara da neden Türkiye’nin AB üyesi olması gerektiğini İngilizce yazdık tabii ki. Üniversitede ve ekranlarda tam bir festival havası vardı. O günlere bakınca 18-20 yaşlarındaki bizlerin Türkiye’nin neredeyse tüm kurumlarının son dakika günlük ve anlık “şov” işinde ne kadar başarılı olduğunu ama süreçleri sürdürmek, sorunları çözmek konusunda ne hevesli ne de becerikli olmadığını daha pek bir bilmez bir naiflikte, hayli idealist ve hayalperest olduğumuz doğrudur.

Erasmus öğrenci değişimi programları, Jean Monnet yüksek lisans bursları hep bizim lisans dönemimizde başladı. Eee koskoca AB parasını boş kaynağa, boşuna çarçur eder miydi? Türkiye’den bu kadar çok gence, uzmana maddi kaynak ayırıyorsa bizler de bir gün Türk Örokratlar olarak Brüksel’deki AB binalarında çalışıp Avrupa’nın sokaklarında gezebilecektik demek ki. Gerçi 2000’lerin başında İstanbul sokakları o kadar güzeldi ki çoğumuzun bu mekânları bırakıp bugünkü gibi Avrupa, Amerika sokaklarındaki hayata kaçma gayreti yoktu.

İşte tam da o yıllarda Türkiye’nin AB’deki geleceğini hocalarımızla ve uzmanlarla konuştuğumuzda 2019 ve sonrasında Türkiye’de bir miktar ekonomik kriz bizler de bekliyorduk biliyor musunuz? Fakat sebebine gelince, Türkiye’nin 2019 yılında İngiltere’nin AB Konseyi dönem başkanlığı sırasında AB üyeliğinin gerçekleşeceğini düşündüğümüz için bundan kaynaklı bir ekonomik çalkantı bekliyorduk. Gerçekten şaka değil bu söylediklerim, böyle düşünüyorduk. Kimsenin aklında haydi geçin Türkiye’yi ama İngiltere’nin 2019’da çoktan AB’den çıkma kararı almış olacağı yoktu.

Görünen o ki 1990’lardan günümüze halk olarak resmen kendi hükümetlerimiz tarafından ha girdik, ha giriyoruz diye kandırılmışız. Peki ya 1990’lardan öncesi? Anlaşılan o zaman da Avrupa hep Türkiye’yi kandırmış.

1997’deki Lüksemburg AB Konseyi Zirvesinde adaylık için başvuran diğer 10 ülkenin- Merkez ve Doğu Avrupa ülkeleriyle Kıbrıs ve Malta’nın- adaylıklarının resmen onaylanmasına ve üyelikleri için bir yol haritası çizilmesine rağmen sadece Türkiye’nin aday ülkeler arasında zikredilmemesinin ardından dönemin koalisyon hükümetinin Başbakanı Mesut Yılmaz, AB’ye Türk usulü rest çekti. “O halde Türkiye de AB sürecini sonlandırır” dedi. Fakat sonrasında 1999’daki Helsinki AB Konseyi Zirvesinde Türkiye aday ülke ilan edilince nasıl da gururlanmış ve sevinmiştik.

Aslında bu arada Kıbrıs’la birlikte diğer 9 ülkenin üyeliğinin yol haritası da onaylanırken Türkiye’nin üyelik süreci açık uçlu olarak kabul edilmişti. Türkiye, 2004’te tam üyelikleri hedeflenen diğer aday ülkelerle aynı genişleme paketine konmadı. Türkiye de bu muameleyi koalisyon hükümetinin Başbakanı Bülent Ecevit liderliğinde “ne yaparsanız yapın ama biz ekonomik ve siyasi reformları kesinlikle yapacağız” diyerek kabul etti. Rahmetli Ecevit’in kemiklerini sızlatmak hiç istemem ama şimdi düşününce bu söylem bana Türkiye’nin zaten çok kısa bir süre Bakanlık olan AB Bakanlığının Bakanlarından Egemen Bağış’ın “fasıl açmak gazoz kapağı açmaya benzemiyor. Türkiye her geçen gün daha zengin ve müreffeh bir ülke olduğunu Avrupa’ya gösterecek. İsterlerse bizi almasınlar” demesini hatırlattı.

1995’te Tansu Çiller Başbakanlığındaki Gümrük Birliği maceramız ve sevincimiz sanırım bugün hâlâ en çok anlatılan ve de artık nerdeyse 30 sene sonra anlaşma güncellenmediği için ve de AB’ye hâlâ üye olmadığımız için AB ile en yakın ama en sorunlu meselemiz hâline geldi. Hâlbuki Başbakan Çiller’e göre Gümrük Birliği’nden bir 2, bilemediniz 5 sene sonra AB’ye tam üye oluyorduk. 1995’ten bugüne kadarki canım yıllarımıza ne olduğunu sanırım bu yazıyı okuyan herkes biliyor. Ancak yaşı genç olanlar belki bilmez, 1990’ların sonunda az kaldı AB’ye giriyoruz muhabbetlerinin medyada en çok görünür ve kamuoyunda tartışılır olan kısmı “AB’ye girdikten sonra kokorecin yasaklanıp yasaklanmayacağı” üzerindeydi. Hatta Mirkelam’ın Kokoreç şarkısı bu sürecin üzerine piyasaya çıkmıştı.

Görünen o ki 1990’lardan günümüze halk olarak resmen kendi hükümetlerimiz tarafından ha girdik, ha giriyoruz diye kandırılmışız. Peki ya 1990’lardan öncesi? Anlaşılan o zaman da Avrupa hep Türkiye’yi kandırmış. Kişisel hatıralarımda ve duygularımda 1990’lar öncesi AB yok ama okuduklarımızdan ve bildiklerimizden bu dönemde aslında Türkiye’nin kendi iç çalkantılarıyla eşgüdümlü bir şekilde AB ile ilişkilerinin de nasıl dalgalı ve belirsiz gittiğini açıkça görmek mümkün. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sadece 36 yıl sonra, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) kuruluşundan ise sadece 19 ay sonra, 31 Temmuz 1959’da Türkiye, AET’ye ortak üyelik hedefiyle başvuran ikinci ülke olmuştur. AET’ye ortak üyelik için başvuran ilk ülke 15 Mayıs 1959’da başvuran Yunanistan’dır. Türkiye’nin bu kararı hem kuruluş ilkelerine hem Soğuk Savaş döneminde bulunduğu kampın politikalarına, hem de Yunanistan ile dengeli bir dış politika izleme politikasına uygun bir adımdır.

Türkiye’nin AB sürecini etkileyen en önemli etken hangi siyasi partiden, ideolojiden, görüşten olursa olsun siyasilerin ve karar vericilerin Batı karşıtlığını bir türlü üzerlerinden atamamaları, AB’ye her zaman ikircikli ve mesafeli yaklaşmaları ve gerçekten tutarlı bir reform ve demokratikleşme sürecini başlatıp sürdürmekten yana olmamalarıdır.

Ancak, o günden bugüne Türkiye, siyasi tarihinde AB üyelik sürecine ilişkin tutarsız ve samimi olmayan pek çok karar almış ve bu yönde gelişmeler olmuştur. 1960 askeri darbesi ve sonrasındaki siyasi idamlar, 1960’lar ve 70’ler boyunca dinmeyen sağ-sol çatışmaları, istikrarsız hükümetler, ekonomik sorunlar, insan hakları ihlalleri, demokrasinin bir türlü yerleşememesi, Kıbrıs meselesinde Türkiye’nin ve KKTC’nin dünyada yalnız kalması, Kıbrıs’ın Cumhuriyet tarihindeki en önemli askeri başarı olsa da çok ciddi bir diplomatik başarısızlık olması, ve 1980 askeri darbesi ve 1982 Anayasası’nın kendisi 1990’lara gelene dek sıralayabileceğimiz Türkiye’nin AB sürecini sekteye uğratan başat gelişmelerdir.

Ancak, bence bu gelişmelerle de bir şekilde ilintili olan, dolaylı olarak Türkiye’nin AB sürecini etkileyen en önemli etken hangi siyasi partiden, ideolojiden, görüşten olursa olsun siyasilerin ve karar vericilerin Batı karşıtlığını bir türlü üzerlerinden atamamaları, AB’ye her zaman ikircikli ve mesafeli yaklaşmaları, AB ile güçlü, rasyonel ve haklı bir diplomatik ilişki kuramamaları ve gerçekten tutarlı bir reform ve demokratikleşme sürecini başlatıp sürdürmekten yana olmamalarıdır. Hem de bu tutum sadece bugün ya da AKP’nin iktidara geldiği 2002’den beri değil, daha sürecin en başından beri Türkiye-AB ilişkilerinin bu noktaya gelmesine sebep olan en önemli faktördür. Tabii ki Avrupa tarafının, Avrupalı siyasilerin ve karar vericilerin de tarihsel olarak benzer bir sorumluluğu bulunmaktadır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bizler öncelikle ne oldu bu AB süreci diye kendi hükümetlerimizden ve karar alıcılarımızdan bir açıklama talep etmeli ve onları sorgulamalıyız.

Onlarca yıldır Türkiye’de AB ilişkilerine dair hem akademik hem de sivil toplum tarafında çalıştım, kamuda ya da Brüksel’de Türkiye adına çalışan pek çok tanıdığım oldu. Açıkça bu süreçte Türkiye’de en çok sivil toplum kuruluşları ve akademi gayretli ve samimi oldu, çalıştı. Belki biraz da iş dünyası ama sadece Gümrük Birliği sürecinin ilk yıllarında ve 2000’lerin başında. Ancak, sivil inisiyatiflerin siyasi ve ekonomik dönüşüme katkıları siyasi irade ve destek olmadığı sürece sınırlıdır. Siyasi partilerin ve Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu üyesi milletvekillerinin bugüne kadar sürecin olumlu gitmesine ne kadar katkısı olmuştur ben pek emin değilim.

Türkiye’de Avrupa Parlamentosu’ndaki siyasi parti gruplarının adlarını sayabilecek, Türkiye üye olursa kendi partisinin hangi grupta olacağını tahmin edebilecek geçtim parti yetkilisini lideri var mıdır açıkçası bilemiyorum. Topyekûn bir AB’ye girme hedefimiz ve bunun için çalışıyoruz ortamı hiçbir zaman Türkiye’de olmadı. Zaten Türkiye’nin AB üyelik süreci askıya alındıkça ve Türkiye otoriterleştikçe sivil toplumda çalışanların sayısı azaldı, ya da onlarca yıldır sivil toplumda olanlar dahi koltuklarına kazık çaktıkları için Türkiye’de gençler artık bu işlere de yönelmemeye başladılar. AB’den alınan fonlar azaldı. Akademik programlar, AB yüksek lisansları, enstitüler kapanmaya ya da öğrenci almamaya başladı.

Türkiye’de her dönemde “biz iyiyiz, AB’ye üye olmayı istiyoruz ama AB kötü, onlar bizi istemiyor, AB zaten bir Hristiyan kulübü, biz Müslüman olduğumuz için ne yapsak bizi almazlar” vb. argümanlarıyla Türkiye’nin AB sürecine bakan ve bu doğrultuda adımlar atan bir siyasi elitin ülkeyi yönettiği aşikâr.

Türkiye’de her dönemde “biz iyiyiz, AB’ye üye olmayı istiyoruz ama AB kötü, onlar bizi istemiyor, AB zaten bir Hristiyan kulübü, biz Müslüman olduğumuz için ne yapsak bizi almazlar” vb. argümanlarıyla Türkiye’nin AB sürecine bakan ve bu doğrultuda adımlar atan bir siyasi elitin ülkeyi yönettiği aşikâr. İlişkilerin en fazla yakınlaştığı ve ilerlediği 1995-2005 arasındaki döneme bile baktığımızda muktedir olan siyasiler söylemlerinde “biz elimizden gelen her şeyi yaptık ama AB bize adil davranmadı, Kıbrıs’ta böyle oldu, Yunanistan şöyle veto etti, Konsey Zirvelerinde bize farklı diğer aday ülkelere farklı davrandılar” vb. argümanlar gündemde baskın oldu.

Bu arada dönemin bazı siyasilerinin ve bürokratlarının haklarını yemeyelim, 1999 sonrasında Türkiye, görünürde AB çıpası sayesinde hızlı bir siyasi ve ekonomik reform sürecine girdi. En azından idam cezası kalktı. Ancak sonrasında bugüne geldiğimiz nokta hepimizin malumu. Her ne kadar bu argümanların çoğu gerçeklere dayansa da AB devletlerarası ya da uluslararası diplomasiye, etiğe aykırı, Türkiye’nin aleyhine kararlar almış olsa da dönüp bir kendine bakıp özeleştiri yapan, çözüm odaklı, gerçekten Türkiye’nin AB üyesi olmasını isteyen ister iktidar olsun ister muhalefet, samimi bir siyasi ve kurumsal iradenin ben Türkiye tarihinde olduğunu düşünmüyorum.

Peki azıcık dahi olsa umudum ya da olumlu düşüncem nereden mi geliyor? Şu anda çok zor bir hayal gibi gözükse de gerçekten Türkiye’nin önünü açmak isteyen, tarihiyle yüzleşebilen, demokratik, insan haklarına saygılı, ekonomik refahı yüksek bir Türkiye için uzun soluklu çalışabilecek bir siyasi irade bir gün Türkiye’de hâkim olursa toplumsal tercihin de ben onları destekleyecek yönde olacağını ve böylece hızlı bir ilerleme sürecinin olma şansının doğacağını düşünüyorum. Şayet kandırıldık deyip AB üyelik sürecinden biz vazgeçmediğimiz sürece bu hukuki hakkımız baki durmakta.

Damla Cihangir Tetik, Dr. Öğretim Üyesi, İstanbul Üniversitesi SBF, Misafir araştırmacı, Fulbright Üniversitesi Vietnam

Bu yazı AB uzak bir hayal mi? dosyasında yayımlanmıştır. Dosyanın diğer yazılarına erişmek için buraya tıklayınız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir