Seçim bitti, yarattığı büyük çalkantı ve şaşkınlık hız kesmeden sürüyor…

Seçim bitti, yarattığı büyük çalkantı ve şaşkınlık hız kesmeden sürüyor…

Büyük şehirler başta olmak üzere tüm önemli kentlerde RTE imgesi işlevsizleşiyor, AKP oyu ciddi düşüyor. Bunun temelinde de gene “yapısal” bir neden var. Şehirli olmak, kente yakın yaşamak ya da belediye sınırları içinde oturmak değil. Kentli insanın başka beklentileri, daha sofistike istekleri var. Bunlar RTE’nin bildiği ve tanıdığı, bilse bile kabul edeceği şeyler değil. 

Neden şaşkınlık? AKP kurulduğu günden bu yana girdiği her seçimden bir biçimde birinci parti olarak çıktı, çok gelişkin bir parti aygıtına, militan kadroya ve çeşitli dallarda uzmanlaşmış (kadınlar, gençlik, mahalle) kurumlara sahip olması, işini daima çok kolaylaştırdı. Türkiye’de bulunan bütün seçim sandıklarında hazır ve nazır bulunmayı başararak, her bölgede ağırlığı olan yegâne “Türkiye” partisi görüntüsüne sahip oldu. Sadece görüntüsüne de sahip olmadı, gerçek anlamda her bölgede, her seçim bölgesinde az ya da çok ağırlığı olan bir örgüte sahip oldu. Yeterince oy kazanamadığı seçimleri (2015) iptal ettirerek yenilenen seçimlerde daha fazla oy almayı başardı, karşısında “bu halk cahil ondan kazanıyorlar” veya “kömür ya da makarna yardımına oylarını sattılar”, “bidon kafalılar” türü bir seküler muhalefet olduğu için de, bu seçim kazanabilme yeteneğinin ilanihaye süreceği anlayışı parti içinde yer etti.

AKP (ve Recep Tayyip Erdoğan), adım adım bir “Parti Devleti” oluşturabilmenin olanaklarını aradılar, çoğunu da buldular. Öncelikle RTE, AKP içinde tek adamlığını kabul ettirdi. Kolay olmadı ve zaman aldı, ancak diğer AKP kurucularının RTE düzeyinde siyasetçi olmamaları, son aşamada açık yürekle karşı çıkamamaları bu mücadelenin RTE tarafından kazanılmasını sağladı.

‘PARTİ DEVLETİ’ OLMANIN OLANAKLARINI ARADILAR VE BULDULAR

Önemli bir diğer husus, AKP (ve Recep Tayyip Erdoğan), adım adım bir “Parti Devleti” oluşturabilmenin olanaklarını aradılar, çoğunu da buldular. Öncelikle RTE, AKP içinde tek adamlığını kabul ettirdi. Kolay olmadı ve zaman aldı, ancak diğer AKP kurucularının RTE düzeyinde siyasetçi olmamaları, son aşamada açık yürekle karşı çıkamamaları bu mücadelenin RTE tarafından kazanılmasını sağladı. Ne bahçesine helikopter indirilen Abdullah Gül, ne de “hadi istifa et bakayım” dendiğinde hemen imzayı basan Ahmet Davutoğlu, entelektüel kapasiteleri RTE’den çok daha yüksek olmasına rağmen siyasetten yeterince nasiplerini almadıklarından RTE tarafından elimine edildiler. Oysa hem Gül’ün, hem de asıl Davutoğlu’nun partide önemli ağırlıkları bulunuyordu. RTE bunu anlamıştı, onlar anlayamadıklarından yok oldular. 

Bürokrasi ve yargı alanlarında AKP ilk iktidar yıllarında çok ciddi engellerle karşılaştı, 2007 yılında AYM tarafından kapatılmanın eşiğine geldi, “seküler muhalefetin” CHP aracılığıyla sandıkta kendilerine pek bir zarar veremeyeceği ortaya çıkınca, asıl sorunun devlet bürokrasisi ve yargı aparatı olduğunu anlayıp onların üstüne gittiler. Fethullah örgütlenmesi de darbe girişimiyle devlet içindeki örgütlenmesini açığa çıkardığında, bu musibeti fırsata dönüştüren RTE, Yargıtay, YSK, İç İşleri, Dış İşleri gibi anahtar kurumlarda kendi adamlarını yerleştirerek bir parti devleti olmasa da, partiyi ve RTE’yi rahatsız etmeyecek bir işleyiş kurgulayabildi.

Neden “Parti” devleti demediğimi kısaca açıklayayım: Her ne kadar tümüyle hakim de olsa, seçimlerin yapıldığı göreceli demokratik bir sistemde, çok geniş bir kitle partisine sahip çıkabilmek her zaman sorundur. RTE bu sorunu yaşadı, daha önce kendisi de Fazilet Partisi döneminde tarihi liderleri Erbakan’a karşı bayrak açan ve AKP’yi kuran grubun içinde olduğundan, bir partinin her zaman bölünebileceğini ve içinde isyan çıkartılabileceğini en iyi bilenlerden biriydi. Bu nedenle, söylemde hep partiyi övdüyse de (Aksevdam afişleri), nihayetinde tümüyle kendisine bağlı, sözünden çıkmayacak bir parti örgütlenmesi dışında bir yapının oluşmasını istemedi. Bunu da adım adım başardı. Partiyi değil, seçim sistemini ve devlet aygıtını değiştirerek, kendisine zaman içinde destek vermeyebilecek iki önemli cepheyi, yani AKP’yi ve daha da önemlisi TBMM’yi büyük ölçüde işlevsiz hale getirdi. Varolan devlet yapısı, partiyi değil kişiyi merkezine alan, ideolojik inanç değil kişiye sadakatin esas olduğu bir işleyişe evrilmeye çalışıldı. Başarılı da olundu… 

Bugün Türkiye Cumhuriyeti, pek kimsenin çözemediği bir “Cumhurbaşkanlığı” sistemi ile yürütülüyor, daha doğrusu yürütülmekte ciddi zorluklar yaşıyor. Bir türlü tam anlaşılamayan mesuliyet paylaşımları (ya da kimin sorumlu olduğunun anlaşılamaması), bir yandan Bakanlar Kurulu diğer yandan Cumhurbaşkanlığı, çeşitli Başkanlıkları, Meclis’in görevleri ve yetiklerinin sınırları, özerk olması gereken başta Anayasa Mahkemesi, Yargı, Merkez Bankası, TRT gibi kurumların “özerkliklerinin” iktidar tarafından devamlı eleştirilmesi, zaman zaman tehdit edilmesi sistemin çarpıklığını ve sorunlarını gösteriyor. Bu sistemin istenildiği gibi çalışmadığı iktidar tarafından da anlaşıldığı için, neredeyse 3 yılda bir “yeni bir Anayasa lazım, hem sivil olsun hem de askeri vesayetten kalan atıklar temizlensin” fikri ortaya atılıyor.

Medyanın çok çok geniş bir kesimi iktidarın, daha doğrusu Cumhurbaşkanı’nın gölgesi olarak hareket ediyor. Bu konuda RTE, başbakanlığı döneminden başlayarak nasıl bir medya istediğini açıkça belli etti (“Alo Fatih” dönemleri akıllardadır). Bunu da gerek devlet bankaları, gerekse örtülü tehditler aracılığıyla gerçekleştirerek, tümüyle şahsına bağlı bir “ana akım medya” yarattı. Kontrol edilmesi çok zor ve çok çetrefil olan sosyal medya ve internet üzerinde haberleşme ise, getirilen çok sayıda kısıtlama ve yasaya rağmen hala bir nefes alma alanı oluşturuyor. Ne var ki, toplumun geneline bakıldığında, sosyal medyayı haber ve analiz almak için kullananların sayısı bir hayli düşük. Hiçbir zaman, sosyal medya “ana akım medya” diye adlandırılan temel basılı gazeteler, televizyon ve radyo yayınlarını dengeleyecek büyüklükte ve etkide değil (bu oran hızla değişiyor, ancak bugün itibarıyla sokaktaki adam sosyal medyadaki muhalif mahfillerden haber alma alışkanlığını elde etmiş değil).

Cumhurbaşkanı’nın kendi tabiriyle üçe ayırdığı iktidar dönemlerine bakarsak, ilk “çıraklık” dönemi, Kemal Derviş ekonomik yapılanma programı ve Avrupa Birliği’ne uyum programının gayet ciddi biçimde AKP tarafından benimsenmesiyle “en başarılı” diyebileceğimiz dönemi oluşturdu.

‘ÇIRAKLIK’ DÖNEMİ, ‘EN BAŞARILI’ DÖNEMİ OLUŞTURDU

Kısacası, Cumhurbaşkanı’nın kendi tabiriyle üçe ayırdığı iktidar dönemlerine bakarsak, ilk “çıraklık” dönemi, Kemal Derviş ekonomik yapılanma programı ve Avrupa Birliği’ne uyum programının gayet ciddi biçimde AKP tarafından benimsenmesiyle “en başarılı” diyebileceğimiz dönemi oluşturdu. Bu süreçte dünyada, nadiren rastlanan biçimde, neredeyse tüm bölgelerde ekonomik büyüme temayülü de vardı, AKP iktidarı bu rüzgarı çok başarılı biçimde arkasına alarak, demokratikleşme konusunda da önemli yasalara imza atarak, herkesi şaşırttı. Şaşırtmadığı iki aktörden bahsedilebilir: Birincisi finans kapital olarak adlandırılan uluslararası sermaye ve yatırımcılar oldu, onların öngörüleriyle 2005-2006 döneminde Türkiye, Cumhuriyetten bu yana çekebildiği toplam doğrudan yabancı sermayeden fazla miktarı bir yılda çekebildi. İkinci aktör ise Avrupa Birliği oldu, Türkiye Cumhuriyeti’nin reform ve büyüme hızına bakarak, 2012-2013 eşiğinde üye olması için hiçbir engel kalmayacağını gördüler ve kurumsal ilişkileri sabote etmek için gerekli bütün adımları attılar. “Çıraklık dönemi” iktidarı, başta RTE, bu gelişmeleri pek kavrayamadı, devamlı iktisadi büyümeyi kendi yeteneğinden bildi, AB’nin tavrını da “güvenilmezlik, ihanet” olarak algıladı. Genetik olarak “Batı” ve Avrupa kokan her şeyden işkillenen yetişme tavrı, bu dönemin bitiminde kendisini tekrar gösterdi.

“Kalfalık” olarak RTE’nin adlandırdığı dönem, ilk dönemin kazanımları üzerine kuruldu ve bir anlamda onların mirasını yedi. Bu dönem, RTE’nin AKP içinde liderliğini tartışmasız hale getirme çabalarıyla sürdü. Bu dönemde, Türkiye açısından son derece önemli olabilecek bir açılım yapıldı, Kürt sorununun ilk kez açıkça ve neredeyse şeffaf biçimde üstüne gidildi. 2015 seçimleri, bu açılımın oy getirmeyip tam tersine oy götürdüğünü gösterdi. AKP, ilk kez ciddi biçimde, ekonomi göreceli iyi giderken, 9 puan birden oy kaybetti. O dönem hızlı bir muhalif tavır sergileyen MHP ve CHP oyları, AKP’den düşük olsa da, HDP de göz önüne alındığında AKP Meclis çoğunluğu sağlayamayacağı bir konuma düştü. “Kalfalık” dönemi bu başarısızlıktan üç önemli ders çıkarıldığı dönemdir. Birincisi, MHP ile anlaşıldı, Kürt sorunu konusunda gayet “şahin” bir tavır takınıldı, MHP zamanla hükümet ortağı konumuna yükseldi. İkincisi “Meclis Çoğunluğu” sisteminin yaratabileceği sorunlar görüldü, “koalisyon” kavramı bir kabusa dönüştü ve “Cumhurbaşkanlığı sisteminin vazgeçilmezliği” sloganı ortaya konuldu. Bütün yandaş medya bu slogan üzerinde çalışmaya davet edildi. Üçüncüsü, bu sistemin uygulanması için CHP şeytanlaştırılmaya devam edildi, Genel Başkanı KK hükümet kurma konusunda davet dahi edilmedi, yeniden seçime gidildi ve kazanıldı, ama asıl AKP içinde diğer önemli isimlerin bir an önce tasfiye edilmeleri aciliyet kazandı. 2016 yılına dek Ali Babacan ve parti içinde “Hocacılar” olarak bilinen büyük delege ağırlığı olan Ahmet Davutoğlu tasfiye edildiler. Abdullah Gül zaten etkisizleştirilmişti, RTE Cumhurbaşkanı olmasına rağmen “tarafsızlık” çok kısıtlayıcı geldiği için “zaten değişecek” diyerek tüm anayasal sınırlarının dışına çıkmaya o dönemlerde başladı.

“Reis’in ustalık dönemi” her açıdan felaketi simgeleyen bir dönemdir. Dış siyasette S-400 alımı, F-35 krizi ve programdan atılınması, Suriye’nin bir batağa dönüşmesi, hem Rusya hem de ABD ile karşı karşıya gelinmesi, buna ilaveten PKK’nın açık ABD desteğine kavuşması, Fransa ile neredeyse sıcak çatışma eşiğine gelinmesi bu dönemde gerçekleşti. İç siyasette ise artık Başbakan’ın olmayacağı, Cumhurbaşkanı’nın da tarafsız olma koşulunun bulunmadığı bir sisteme “kavuşuldu”. Felaket bu denetleme ve dengeleme unsurlarının olmadığı sistemin işlemesiyle başladı. “Akrabam değil ki damadım” diyerek önce Enerji, sonra Ekonomi Bakanı yaptığı Berat Albayrak’ın yönlendirmeleriyle garip bir “faiz yükselirse enflasyon yaratır” menkıbesi ortaya atıldı, bütün “aman yapmayın enflasyonu patlatırsınız” uyarıları göz ardı edilerek Merkez Bankası Başkanı faiz arttırdığı için kovuldu, yerine hiçbir MB tecrübesi olmayan Yeni Şafak yazarı bir ekonomist atandı. 5-6 puan faiz arttırımıyla dizginlenebilecek bir enflasyon yükselmesi, faizler iyice indirildiği için büyük bir patlamaya dönüştü. Bunu “artık Çin Halk Cumhuriyeti gibi olacağız, bu yeni bir sistem” diye allayıp pullama çabaları da sonuç vermeyince, “öncü göstergeler çok iyi” güzellemesine geçildi. 2018 yılından bu yana çok iyi olan öncü göstergeler de ne hikmetse sonuç vermediği için, gayet eğlenceli ancak bir o kadar ciddiye alınması zor kişilik olan Nurettin Nebati ekonomiden sorumlu bakan yapıldı. O dönem bakanların ve Cumhurbaşkanlığı Danışmanlarının, başkanlarının ortak ve değişmez yönleri RTE’ye sadakattir, benzetmek pek doğru olmasa da herbiri bir SS kadar Reis’ine bağlı ve saygılıdır. Tabii tek başına sadakat yeterli bir nitelik olamadığı için işler büsbütün tepetaklak gitti, cari işlemler açığı fecii büyüdü, MB rezervleri eridi gitti, SWAP için tutulan (ve kimsenin normal şartlarda dokunmadığı) meblağlar kullanılmaya başlandı. Dost ve müttefik ülkelerden (yani Katar’dan) rica minnet 4-5 milyar USD para tedarik edildi. Bu felaket görüntü ile Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gidildi.

Seçimler öncesi, CHP kendisinden pek kimsenin beklemediği bir strateji uygulamaya koydu. Bir ölçüde 1970’lerde Fransa’da sol cephenin (Parti Socialiste, Parti Communiste, Radicaux de Gauche) hazırladığı “Programme Commun du Gouvernement” türü bir “Parlamenter Demokratik Sisteme Geçiş” programı hazırlandı.

CHP, ‘PARLAMENTER DEMOKRATİK SİSTEME GEÇİŞ’ PROGRAMI HAZIRLADI

Seçimler öncesi, CHP kendisinden pek kimsenin beklemediği bir strateji uygulamaya koydu. Bir ölçüde 1970’lerde Fransa’da sol cephenin (Parti Socialiste, Parti Communiste, Radicaux de Gauche) hazırladığı “Programme Commun du Gouvernement” türü bir “Parlamenter Demokratik Sisteme Geçiş” programı hazırlandı. CHP sayesinde kapatılmaktan kurtulan, kurulduğundan bu yana yüzde 10 üstünde oy alabilen İYİ Parti ve değerli başkanı Meral Akşener, bu cephenin ikinci önemli ortağı oldu, kadın olmasına karşın kullandığı “dayı” üslubu, tüm ülkeyi dolaşması ve ses bulması, çok uzun zamandır AKP’ye oy veren ama artık bıkkınlık getirmiş, CHP’ye de genetik olarak oy vermeyi doğru bulmayan, müteveffa ANAP/DYP’nin merkez sağ seçmeninin adresi olabilecek bir muhafazakar ama özgürlükçü merkez sağ odağı olmaya yelken açtı. Yurt dışından gayet nitelikli ekonomist bir kadro kendi isteğiyle bu partiye katılarak vitrinini de süsledi. Belki bu rüzgarın etkisi, belki de yönetici kadroların çoğunluğunun “Bahçeli karşıtı MHP’li olması” ve liberal, merkez sağ ideolojisiyle pek alakadar olmamaları, İYİ Parti yönetimini tabiri caizse “raydan çıkardı”. “Ben Parlanmenter demokrasiye dönüşün Başbakanı olacağım” diye sesini duyuran Akşener, seçimden hemen önce yaptığı çıkışlar ve manevralarıyla muhalefete deyim yerindeyse “asrın kazığını” attı. Önce KK’nın adaylığına ses çıkarmadı, bütün cephe stratejisini oluşturan ve İYİ Parti’ye 15 milletvekili göndererek ayakta kalmasını sağlayan KK’ya açıktan karşı çıkması da zordu. İhtimal bir “kadın aday” olarak kendisi Cumhurbaşkanının karşısına çıkmak istiyor, seçimi kazanabileceğini kuvvetle ümit ediyordu. Bu olmayınca, ayrıca buna KK’nın ciddi hatası olarak pek sosyal tabanı olmayan AKP’den kopmuş Deva ve Gelecek Partilerine atfedilen aşırı önem de eklenince, kriz patladı. Akşener altılı masadan ayrıldığını açıkladı. 3 gün sonra da geri döndüğünü ama İmamoğlu ve Yavaş CB Yardımcısı olmazsa bu işin olmayacağını ilan etti. Gönüllü olmamalarına rağmen iki Büyük şehir Belediye Başkanı da vitrine çıktılar. Bu çalkalanma, zaten bıçak sırtında giden seçim dengesini tamamen değiştirdi. Konda ve Bekir Ağırdır’ın yaptığı seçim sonrası araştırmasına göre AKP seçmenlerinin %24 kadarı, bu iktidarın ekonomiyi düzeltebileceğine inanmasa dahi, muhalefetin bu beceriksizliği karşısında “ehveni şer” yaklaşımıyla oy vermiş, Yanılma payını da koyup her beş AKP seçmeninden birinin “bu iktidardan bir şey olacağı yok ama muhalefet daha da kötü” anlayışıyla oy verdiğini düşünebiliriz. Neresinden bakarsan bak bu 3 milyon civarı bir oya tekabül eder.

2023 seçimlerini kazanmak için EYT reformu getirerek muhtemelen 8-10 sene içinde inanılmaz bir bütçe dengesizliği yaratacak adımı fütursuzca atan iktidarın, “irtifa kaybetmesinin” nedenlerini dikkatle inceleyeceğini açıklaması, konunun anlaşılmadığının en ciddi göstergesidir.

CB, balkon konuşmasında her kenti ve AKP örgütünü teker teker inceleyerek yapılan yanlışların tartışılacağını söyledi.

AKP, diktatörlük olmayan rejimlerde olabileceği kadar devlet ile hemhal olmuş bir parti. Bunun içinden siyasi örgüt liderleri çıkmaması için RTE partiyi daha “iğdiş” hale getirdi. Gene de Parti çalışıyor ama işte o kadar çalışıyor. Elinin altında KGB veya Allgemeine SS kıtaları yok, olmaz da. Yani bugünkü “Başkanlık Sistemi” ve “Başkana biat etmiş parti”, RTE’nin hedeflediği ve başardığı sistem…

İÇİNDEN LİDER ÇIKMAMASI İÇİN RTE PARTİYİ DAHA ‘İĞDİŞ’ HALE GETİRDİ

Yanlış temel olarak orada, AKP, diktatörlük olmayan rejimlerde olabileceği kadar devlet ile hemhal olmuş bir parti. Bunun içinden siyasi örgüt liderleri çıkmaması için RTE partiyi daha “iğdiş” hale getirdi. Gene de Parti çalışıyor ama işte o kadar çalışıyor. Elinin altında KGB veya Allgemeine SS kıtaları yok, olmaz da. Yani bugünkü “Başkanlık Sistemi” ve “Başkana biat etmiş parti”, RTE’nin hedeflediği ve başardığı sistem…

Pekiyi neden oy alamadı yeterince? Çünkü halk bu sistemi beğenmiyor ve istemiyor. Basit… Büyük çoğunluk giderek daha da az beğenecek. “Yapısal” dediğimiz sorun burada yatıyor. Bunu görerek kabullenmek ne RTE’nin, ne de AKP’nin bugünkü yapısının altından kalkacağı hususlar değil.

Buraya kadar okuduğunuz çoğu görüşü, çeşitli analizlerde görmüşsünüzdür. Ben buna bir de daha toplumbilimsel bir boyut eklemek istiyorum. Büyük şehirler başta olmak üzere tüm önemli kentlerde RTE imgesi işlevsizleşiyor, AKP oyu ciddi düşüyor, MHP oyu da onunla el ele düşüşte. Bunun temelinde de gene “yapısal” bir neden var. Şehirli olmak, kente yakın yaşamak ya da belediye sınırları içinde oturmak değil. Kentli insanın başka beklentileri, daha sofistike istekleri var. Bunlar RTE’nin bildiği ve tanıdığı, bilse bile kabul edeceği şeyler değil. İstanbul demlenir, Trakya hepten demlenir ama Anadolu da demlenir. Tüm yasaklara rağmen içki tüketiminde azalma olmaması (tütün kaçakçılığında da ciddi artış olması) halkın bu alışkanlıklarından vazgeçme temayülünde olmadığını gösteriyor. Alkol tüketimi Türkiye’de toplumsal bir sorun değil, karşılaştırılabilecek AB ülkelerinin tüketiminin beşte biri kadar, onun da bir kısmı turizm sektörünce tüketiliyor. 

İnsanlar “Millet Bahçesinde” topkek yiyerek çimenlerde yuvarlanmayı hayal etmiyor. Ailecek parkta oturup bedava konser dinlemeyi, az bir bedele çay içmeyi, çocuklarının müzik öğrenmesini, bale yapmasını, kapalı havuzlarda yüzme öğrenmesini, bedava yaz kamplarına gitmesini, yabancı dil öğrenmesini, okullarda herkese çıkacak bedava yemekle karınlarının doymasını, kısaca “seküler” yaşamın nimetlerini istiyor.

İNSANLAR TOPKEK YİYEREK ÇİMENLERDE YUVARLANMAYI HAYAL ETMİYOR

Mesele bununla kısıtlı katiyen değil. İnsanlar “Millet Bahçesinde” topkek yiyerek çimenlerde yuvarlanmayı hayal etmiyor. Ailecek parkta oturup bedava konser dinlemeyi, az bir bedele çay içmeyi, çocuklarının müzik öğrenmesini, bale yapmasını, kapalı havuzlarda yüzme öğrenmesini, bedava yaz kamplarına gitmesini, becerebilirlerse yabancı dil öğrenmesini (devlet okulunda, bedava), okullarda herkese çıkacak bedava yemekle karınlarının doymasını, kısaca “seküler” yaşamın nimetlerini istiyor. “Bir hırka, bir lokma, ahireti düşün” kafasıyla kitle partisi olunmaz, olunmadığını da son seçim gösterdi. O kafada olanlar Yeniden Refah saflarına katıldılar. AKP’den CHP’ye giden (çok fazla sayıda oy olmasa bile) bir daha geri gelmez, bu kadar karşıt hareketlerin seçmeni bir kez değişirse bir daha kolay kolay geri dönmez.
Özgür Özel, seçimleri kazandıktan sonra CHP’nin “demokrasi mücadelesi” yönüne vurgu yaptı. Bence çok da önemli, kurulduğu ülkelerde ciddi krizde olan, ne kadar gerçek olduğu partide belli olmayan “sosyal demokrat” çizgisine değil, sadece “demokrat” çizgiye vurgu yapması çok önemli. “Özgürlükçü” bir parti olmak, kişi iktidarı ve taassubundan uzak, “çoğulcu” bir anlayışı temsil etmek, Halk Partisi’nin önündeki en doğru yol gibi duruyor. Bu yolda ne denli hızlı ve inandırıcı ilerlenirse, o denli başarı sağlanacağını düşünüyorum.

Emre Gönen

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir