Türkiye ve AB ilişkileri (veya ilişkisizliği)

Türkiye ve AB ilişkileri (veya ilişkisizliği)

Kısa vadede, AB ile kurumsal ilişkilerin az da olsa harekete geçirilebilmesi pek mümkün görünmemektedir. Konjonktürel adımlar atılabilir, bunlar bazı sürprizler de içerebilir, Eurofighter açılımı türünde anlaşmalar birden hız kazanabilir. Ne var ki, kalıcı bir kurumsal iş birliğinin başlaması için ne Türkiye ne de Avrupa Birliği hazırdır.

Günümüzde en zor işlerden biri herhâlde Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri hakkında bir analiz yapmak olmalı…. Ortalama bir bakışla, işlerin «inanılmaz kötü » düzeyden « gayet kötü » ya da « kötü ama iyiye giden yönler var » arası bir yol takip ettikleri söylenebilir. Kurumsal olarak tüm ilişkilerimiz, üyelik müzakereleri, bu arada Gümrük Birliği’nin iyi işlemesi için devreye girmesi gereken istişari mekanizmalar tümüyle donmuş bulunuyor. Yapılan görüşmeler, yakınlaşma belirtileri hep « konjonktürel », yani her iki tarafın da kısa ve orta vadeli çıkarlarını zedelemeyecek, belirli tek bir konu temelinde yapılan anlaşmalar ya da mutabık kalınan yol haritaları. Bunlara en belirgin örnek olarak da AB ile akdedilen Göçmen kabul anlaşması ve bunun finansmanı verilebilir.

İşler neden ve nasıl bu hâle gelebildi sorusuna kısa bir yanıt vermek çok zor. Gene de geçtiğimiz son 50 yıl boyunca, bu ilişkilerin nasıl geliştiğine dair kısa bir değerlendirme ufuk açıcı olabilir.

Kaçırılan on yıl, 1970-1980 arası dönemdir. Katma Protokol indirimleri ithal ikamesi politikası sürdüğü için yapılmamış, Türk ekonomisinin daha liberal bir sisteme tedrici ve öngörülebilir geçişi gerçekleşmemiştir. Bu dönemde AB, altı üyeden dokuz üyeye çıkmış, Türkiye’nin “mutasavver” üyeliği genellikle gerçekleşmesi zor, çok uzak bir hedef olarak durmaktadır. Soğuk Savaş dönemi, ittifakların çok belirleyici olduğu bir dönemdir ve Türkiye’nin Batı ittifakındaki yeri fevkalade önemlidir. Bu nedenle Türkiye’nin AB ile ilişkileri kesintisiz sürmüştür. 12 Eylül 1980 darbesi bile bu ilişkilerin bir anda askıya alınmasına yol açmamış, AB askeri iktidara “demokrasiye geçiş takvimi” çerçevesinde zaman kredisi tanımıştır. 1982 Barış Derneği davası ve siyasi partilerin lağvedilmesi, diplomatik ilişkilerin kopmasına neden olmuş, bu ilişkiler gerçek anlamda hiçbir zaman tam düzelmemiştir.

1980’ler, ilişkilerimizin dip noktasını teşkil eden on yılı tanımlar. Bu dönemi “normalleşmeyi” hedefleyen bir Türkiye ile, Yunanistan’ın tam üye olarak bütün iş birliği kanallarını tıkamaya çalıştığı ve genellikle başardığı dönem olarak niteleyebiliriz. İlişkilerimizin asıl kopuş noktası burası olmuş, AB, ilk defa 1979 yılında doğrudan oyla seçilmiş Avrupa Parlamentosu’na ve kendi dışındaki Avrupa Konseyi’ne “Türkiye’de demokratik seçim düzenlenmesi ve demokrasiye dönüşün incelenmesi” görevi vermiştir. Avrupa Parlamentosu’nun bu ilk siyasi misyonu, günümüze dek süren bir “Türkiye’ye güvensizlik” ortamı yaratacaktır. 1987 yılında yapılacak “Ankara Anlaşması dışında bir tam üyelik başvurusu” iki yılı aşkın bir süre AB tarafından bekletildikten sonra reddedilmiştir. Ne var ki, Avrupa Komisyonu’nun yaptığı ekonomik değerlendirmede (Emerson Raporu) Türk ekonomisinin orta ve uzun vadede ciddi bir potansiyeli olduğuna dikkat çekmektedir.

1991 yılında Türkiye’de iktidara gelen DYP-SHP koalisyonu, yeni bir ivme kazandırmış, “seçimle iktidarın değişebildiği” bir demokratik işleyişin varlığı AB ülkelerini etkilemiştir. Bunun semeresini almak için Gümrük Birliği’ne uyum süreci hızlandırılmış, 1995 yılı sonunda da bu önemli ortaklık tamamlanmış, Türkiye fiilen büyük Tek Pazar’ın parçası olmuş, Türk ekonomisi AB ile uyum konusunda dev bir adım atabilmiştir.

Ne var ki, Türkiye’den beklenmedik biçimde ve hızla gerçekleştirilen bu aşama, Yunanistan ile olan ilişkilerin, Kardak krizi aşamasında nerede ise sıcak çatışmaya dönme tehlikesi, siyasi düzeyde AB ile yakınlaşma sürecine ciddi darbe vurmuştur. Beklenen “normalleşme” ve yabancı sermaye akımı gerçekleşmemiş, Türkiye 2000 ve 2001 yılı krizlerine doğru yol almıştır. Bu olumsuz gelişmelerin yansıması, 1997 yılında, adaylığı teyid edilmeyen Türkiye’nin AB ile ilişkilerini askıya alma kararı ile zirveye çıkmıştır.

1989 yılında Berlin Duvarı yıkılmış, bir yıl sonra Yugoslavya iç savaşı başlamış, bundan çok ürken ve askeri müdahalede bulunamayan AB; 1993 Kopenhag Zirvesi ile Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine üyelik perspektiflerini açmış, Türkiye büsbütün gündemde geri plana itilmiştir.

Bu daimî uzaklaşma stratejisinin anlamsız olduğunu düşünen yeni Federal Almanya hükümeti, Gerd Schröder – Joshka Fisher koalisyonunun girişimiyle Türkiye’ye bir barış ve iş birliği önerisi ile gelmiş, 1999 Aralık ayında Türkiye, diğer Avrupa ülkeleri ile aynı düzlemde bir aday olarak tanımlanmıştır. 1963 yılında aday olarak Ortaklık Anlaşması imzalamış Türkiye’nin, 36 yıl sonra bu statüsünü teyit ettirmek için ilişkileri askıya almış olması, bu dönem zarfında ne kadar zayıf bir pozisyona itildiğimizin kanıtıdır.

Avrupa Birliği elitleri ve hükümetleri, tüm kapasitesiyle AB kapısını çalacak bir Türkiye’yi beklememekte, bu tür bir gelişme için ellerinde alternatif senaryo bulunmamaktadır.

2000 yılında Türkiye, son koalisyon hükümeti döneminde, AB uyumu konusunda hızlı bir mevzuat uyumu başlatmıştır. Ancak 2002 yılı sonunda erken seçime gidilince, iktidara yeni kadroları ve yeni anlayışıyla AKP gelmiş, 2003-2008 yılları arasında çok geniş çapta ve kapsamlı bir mevzuat uyumu gerçekleşmiştir. Torba yasalarla AB mevzuatına uyum son derece hızlı biçimde gerçekleştirilmiş, AB ile ilişkiler 1963 yılından beri olmadığı kadar iyi bir düzeye çıkartılmıştır.

Gayet ilginç biçimde, AB yetkilileri, AKP iktidarını öncelikle büyük bir çekingenlikle karşılamışlar, Millî Görüş döneminde şiddetli “Batı” ve Avrupa Birliği karşıtlığı taşımış olan bu siyasi düşüncenin iktidarında, Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin siyasi kıstasları başta olmak üzere, uyum çalışmaları ve üyelik hedefinin ciddi olmayacağını düşünmüşlerdir.

Bu aşamada, AB’de ciddi bir panik havası estiği açıktır. Hem 2000 yılından itibaren, zayıf gibi görünen koalisyon hükümeti, hem de asıl ondan sonra iktidara gelen AKP ve onun beklenmedik atılımı, Türk toplumunda AB konusunda çok ciddi bir mutabakat olduğu görüşünü pekiştirmiştir. Bu konuyu sadece “AB hedefi” olarak algılamak da yanlış olabilir. 1999-2009 yılları arasındaki 10 yıl, aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin üyelik müzakerelerine başlaması ve bunları başarıyla nihayetlendirmesi için her şeyi yaptığı, her koşulu yerine getirdiği ve toplumun çok geniş bir kesiminin “bir yaşam biçimi” olarak Kopenhag kıstasları diye isimlendirilen ilkelere sahip çıktığını gösterdiği, bir anlamda “altın yılları” simgeler.

Avrupa Birliği elitleri ve hükümetleri, böyle bir atılım yapacak ve tüm kapasitesiyle AB kapısını çalacak bir Türkiye’yi beklememekte, bu tür bir gelişme için ellerinde alternatif senaryo bulunmamaktadır. Bu aşamada, Avrupa Birliği bürokrasisine bırakılmayacak kadar ciddi bir strateji belirlenmesi gerekir ve 2002 yılında rahatlıkla başlatılabilecek üyelik müzakereleri “hele bir 2004 olsun” yaklaşımıyla iki sene ertelenir. 2004 yılında da “evet seneye başlatabiliriz” kararı alınır. Ancak o dönemde Annan Planı gündemdedir, KKTC bu birleşme planını kahır ekseriyetle kabul etmiş, Güney Kıbrıs Yönetiminde yaşayanlar ise dörtte üç çoğunlukla reddetmişlerdir. KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın son toplumlararası zirveye katılmamasını neden olarak gösteren AB karar alıcıları, bölünmüş Kıbrıs’ın Güney kısmını üye yapmaya karar verirler.

O dönemde, bölünmüş bir Kıbrıs’ın üye yapılmasını Yunanistan’ın diğer genişlemeleri engelleyeceği tehdidine bağlayan, Türk Dışişlerindeki ”ulusalcı” kanadın AB ilişkilerini sabote ettiğini ileri süren görüşler ortaya atılmıştır. Bunlarda doğruluk payı da vardır, ancak asıl nedenin, Türkiye’nin üyeliğinin temeline dinamit koymak olduğu sonraki yıllarda anlaşılacaktır.

2005 yılında üyelik müzakerelerine başladığımız andan itibaren, 12 aylık dönemde ülkemize giren doğrudan yabancı sermaye yatırımı miktarı, bütün Cumhuriyet dönemi boyunca yapılan yatırımların toplamından fazla olmuştur.

2005 yılında, Birleşik Krallık başkanlık döneminde, İngilizlerin meşhur diplomatik yetenekleri ve birikimleri sayesinde açılan üyelik müzakereleri, daha başlangıcında Güney Kıbrıs bandıralı gemilerin ve uçakların Türk limanlarına girmemesi öne sürülerek sekiz önemli konu başlığı askıya alındı, AB müktesebatını kapsayan başlıkların hiçbirinin geçici olarak kapatılmayacağı Türkiye’ye tebliğ edildi. Bunun karşılığında Türk hükümeti bir yıllık geçiş süreci içinde bir liman ve bir havaalanı açarak bir yumuşak geçiş önerdiyse de bu, “Bir AB üyesi ülkeye böyle bir şey nasıl önerilir” üslubuyla Güney Kıbrıs ve Yunanistan tarafından reddedildi. KKTC’ye verilen sözler ise, Güney Kıbrıs tarafından veto edildi. Avrupa Komisyonu’nun menşe şahadetnamesi yerine geçecek belgeler vermesini ve KKTC ürünlerinin Tek Pazar’a ihraç edilmesini sağlayacak sistem, daha en başında Güney Kıbrıs yönetimince engellendi.

2007 yılında Cumhurbaşkanlığına seçilen Nicolas Sarkozy ise, AB içinde katiyen kabul görmeyecek bir üslupla “Türkiye’nin üye olmasını istemiyorum, dolayısıyla üyelikle ilgili beş temel konu başlığında Fransa’nın vetosu sürecektir” açıklaması yaparak, iş Türkiye’nin üyeliğine geldiğinde uluslararası temel hukuk kaidelerine riayet etmemenin mubah olduğunu da gözler önüne serdi.

Üyelik müzakerelerinin başlamasıyla, masaya oturan her üyelik adayı ülkeye tanınan Schengen Beyaz Listesi’ne geçiş hakkı, yani vize olmaksızın 3 aylık kısa ziyaret yapabilme imkânı, Türkiye’ye tanınmadı.  Tanınmadığı gibi bu konuda verilen sayısını herkesin unuttuğu söz ve Avrupa Adalet Divanı kararları da rafa kaldırıldı, hâlen vizesiz seyahat Türkiye’ye verilecek bir “hediye” gibi gösterilmekte ve verilmemektedir.

2005 yılında üyelik müzakerelerine başladığımız andan itibaren, 12 aylık dönemde ülkemize giren doğrudan yabancı sermaye yatırımı miktarı, bütün Cumhuriyet dönemi boyunca yapılan yatırımların toplamından fazla olmuştur. Bu da uluslararası piyasada bu tür bir üyeliğin ne denli önemli olduğunun çok açık göstergesidir.

2013 yılında itibaren, iyice yavaşlatılmış üyelik müzakerelerinin bir yere gitmeyeceği, AB ülkelerinin ve bürokrasisinin bu süreci yavaşlatacak her türlü enstrümanı kullandıkları belli olmuş, Türk hükümetinin de bu konudaki hayal kırıklığı, üslubuna yansımıştı.

Bugün, özellikle de 2016 darbe girişimi ertesinde, Türkiye Cumhuriyeti, üyelik müzakerelerinin ön şartı olan siyasi Kopenhag kıstaslarını yerine getirmekte bir hayli uzaklaşmıştır. Demokratik standartlar, amiyane tabiriyle yerlerde sürünmekte, kuvvetler ayırımı artık ciddi olmayan bir kavram hâline gelmekte, seçimlerde kamu imkanları tek parti döneminde gibi kullanılmakta, yargı kararları uygulanmamaktadır. Bunlara rağmen, AB üyelik müzakerelerini “dondurmakla” kalmış, ciddi olumsuz bir siyasi etki yaratacak adımı atmamış, üyelik müzakeresi çerçevesini kurumsal olarak ortadan kaldırmamıştır.

Türkiye’nin, gündelik ve kamuoyunu heyecanlandırmaya yönelik sert çıkışlar dışında, Avrupa Birliği ile olan ilişkilerinin vazgeçilmezliğini iyi tahlil etmelidir. Kimilerinin hayalhanesinde yeşeren Avrasyacılık gibi yaklaşımların, Pan-Turanist girişimlerden daha gerçekçi olmadığını anlamak için yeterince örnek görülmüş, yeterince olay yaşanmıştır.

“Üyelik gerçekleşmese bile, Türkiye olabilecek en sağlam bağlarla Avrupa Birliği’ne bağlanmalıdır” anlayışı, AB tarafından bundan 24 yıl önce belgelere geçmiş bir yaklaşımdı. Bugüne baktığımızda ne üyelik müzakereleri ne de Gümrük Birliği’nin gerekli gözden geçirilmesi konuları AB tarafından ele alınması ihtimal dahilinde olan hususlar değildir.

Bütün bu giderek derinleşmeye yüz tutan olumsuzluklara rağmen, Türkiye-AB ilişkileri çok sayıda düzlemde devam etmekte, hız kazanmakta ve sınai işbirliği başta olmak üzere hayati konularda gelişerek sürmektedir. Her iki tarafın da birbirinden vaz geçmeyi gündeme getirmemesi bundandır. Ne var ki, AB kamuoylarında bir “anti-İslam” anlayışı giderek yer tutmakta, aşırı sağ hareketler ve üslup güçlenmektedir. 2000’li yıllar öncesinde Türkiye’nin AB üyeliği, esas olarak “ABD denizaltısı” gibi görülen Türkiye’ye duyulan güvensizlikten kaynaklanırken, ülkemizin Irak Savaşı’ndaki tutumu ve ABD neo-con iktidarlarıyla olan ciddi anlaşmazlıkları bu imgeyi büyük ölçüde ortadan kaldırmış, onun yerine “Putin ile müttefik aşırı İslamcı” ülke imgesi almıştır. İslamofobya dalgasının güçlendiği günümüzde, Türkiye hem “güvenilmez” hem “otokratik” hem de “aşırı” Müslüman bir ülke olarak görülmektedir.

Avrupa Birliği için bu görüntülerin rahatlatıcı bir yönü bulunmaktadır. Kendilerini çok zorlayacak bir özeleştiri yaparak Türkiye’nin üyelik sürecinin neden sabote edildiğini anlatmak yerine, bu tavırlarının haklılığını savunmak zorunda bile kalmayacakları bir Türkiye imgesi, AB’de bütün yazılı ve görsel medyada, siyasi temsilcilerin üsluplarında egemendir.

Türkiye’de iktidar ve temsilcilerin, çoğu zaman yangına körükle gitmek yolunu seçmeyi tercih etmekte ve AB’nin alışık olmadığı son derece sert bir üslup kullanabilmektedirler. Cumhurbaşkanı’nın son Almanya ziyareti buna örnek verilebilir.

Kısa vadede, AB ile kurumsal ilişkilerin az da olsa harekete geçirilebilmesi pek mümkün görünmemektedir. Konjonktürel adımlar atılabilir, bunlar bazı sürprizler de içerebilir, Eurofighter açılımı türünde anlaşmalar birden hız kazanabilir. Ne var ki, kalıcı bir kurumsal iş birliğinin başlaması için ne Türkiye ne de Avrupa Birliği hazırdır.

Türkiye’nin, gündelik ve kamuoyunu heyecanlandırmaya yönelik sert çıkışlar dışında, Avrupa Birliği ile olan ilişkilerinin vazgeçilmezliğini iyi tahlil etmelidir. Kimilerinin hayalhanesinde yeşeren Avrasyacılık gibi yaklaşımların, Pan-Turanist girişimlerden daha gerçekçi olmadığını anlamak için yeterince örnek görülmüş, yeterince olay yaşanmıştır. Çok yönlü bir dış politika, Türkiye’nin AB’ye, AB’nin de Türkiye’ye olan ihtiyacını ortadan kaldırmamaktadır.

Avrupa Birliği’nde bunu anlayıp dile getirebilen çok sayıda siyasetçi ve düşünür de maalesef bulunmamaktadır. Bu anlamda, Türkiye’de hem AB’ye ilham verebilecek hem de bizi gerçeklerle yüzleştirebilecek açık, geniş ve hür bir fikir tartışmasına çok ihtiyaç vardır. Bunun, günümüz koşulları ve ifade özgürlüğünün yaşadığı kısıtlamalar çerçevesinde nasıl gerçekleşeceği de ayrı bir muammadır.

Emre Gönen, Dr., Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi 

Bu yazı AB uzak bir hayal mi? dosyasında yayımlanmıştır. Dosyanın diğer yazılarına erişmek için buraya tıklayınız.

Emre Gönen

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir