Ceterum censeo*

Ceterum censeo*

Bazı referans terim ve deyişler – ki Latince, vb olması da şart değil – özellikle uluslararası entelektüel bağlamlarında bizde sıklıkla sanıldığı veya belki de yapıldığı gibi, her zaman daha “havalı dursun” diye kullanılmazlar. Onlar mesleki jargondan da öte kodlardır çünkü. Tıpkı sui generis teriminin kendisi gibi, sui generis nüans ve ayırt edici özgül işlevleri vardır.

Son yazımda herhangi bir olay, olgu veya fikir birilerine ne şekilde açıklanmak veya anlatılmak istenirse istensin, anlamlı bir anlatı kurgulamanın birikimsel, diyalojik ve zihinsel bir eylem olduğundan söz ettim.

Ülkedeki son derece ciddi sorunların epeydir hak ettiği ciddiyet ve özenle ele alın(a)mayış durumumuzdan dem vurdum.

İç/dış siyaset ve ekonomi konuşmalarından da, bunları (kendim gibi ve farklı sebep veya gerekçelerle de olsa) yetersiz, sığ, dar görüşlü, vb bulan akıllı ve gelişmiş mutsuzların çoğaldıkça çoğalan nakaratlarından da artık sıtkım sıyrıldı çünkü.

İşte bu yazının başlığına da taşıdığım ve epeydir rastlamamış olduğumu fark ettiğim ceterum censeo terimi, tam da böyle bıkkın ve sıkkın bir vaziyetken çıkmıştı karşıma. Hasan Bülent Kahraman’ın geçen gün burada yayımlanmış olan “Niçin Kılıçdaroğlu aday olmasın dendi?” başlıklı yazısında metne gömük vaziyetteydi. Yazısının başlığına yönelik içeriğine doğrudan değinmeyeceğim şimdi. Okur okumaz da genel görüşümü bir twite sığdırarak paylaşmıştım zaten.

Bir ara onun da gönderme yaptığı site yöneticimiz Murat Aksoy, kendisinin “Siyasi doğruları ve yanlışlarıyla Kılıçdaroğlu” başlıklı yazısından başlamak üzere, bu konuya özel yeni bir dosya açacak olursa eğer ayrıca ve biraz daha geniş yazarım.

Tesadüf bu ya, o yazıyı da okur okumaz twit yorumumu yapmıştım. Önce başlıklarına odaklamış her iki yazı da dikkatle okunsun hele. Çünkü mesele Kılıçdaroğlu’nun şahsına veya “kazanama/kaybetme” olayına indirgenemeyecek kadar önemli ve vahim.

HAZİN GERÇEKLER

Bense şimdi-ve-burada kendi başlığıma dönüp, yazımda mesele edineceklerime odaklanayım biraz.

Zaten yola çıkış noktam da yine Kahraman’ın yazısından geldi: “Neden muhalefetin CB adayı Kılıçdaroğlu olmasaydı seçim kazanılacaktı” şeklindeki ve algoritması bozuk, saçma sapan veya zayıf argümanlı bulduğumu seçim öncesinde ve sonrasında yazmış olduğum, güncel iddialar karşısındaki düşüncelerini açık seçik sıralamış.

Sonunda da noktayı koymuş: Kısaca, CHP yerel seçimlerle büyük bir başarı yakalamışken şimdi (…bırakıp, ayağı yere basan) “Aleviler, Kürtler ve sosyalistlerle barışan yeni bir sosyal demokrat politika” üretmeli demiş.

Yazının büyük ölçüde katıldığım bu yanıyla ilgilenmeyeceğimi söylemiştim. Fakat Kahraman tam da bunu “deklare ederken” kullanmıştı ceterum censeo ifadesini. Tarihe, siyasete, edebiyata düşkün, asi ruhlu ve feylesof Romalı konsül Marcus Cato’yu bu bağlamda anmıştı. Ve onun gibi -yedi kitaplık siyasi tarih külliyatına “Origines” (Kökenler) adını vermiş olması da tesadüfi olmasa gerek- önce meselenin kökenlerini irdelemişti.

Sonra onları damıtıp, “üç hazin gerçek” diyerek özetlemişti. Daha doğrusu, giderek “daha da vahimleşen” bir hiyerarşik silsilede dizerek toparlamıştı onları.

Oysa ben hepsinden de önce girişte değindiği bir konuyu en vahim bulup her zaman olduğu gibi öncelikle önemsediğim için, bir dördüncü üzerinde duracağım. Dahası, onu da hem hazırlayıcı, hem araya girip süreci yönlendirici, hem de sonucu belirleyici çok genel ve yaygın bir sarmala tekrar değineceğim.

Daha vahim, önemli, öncelikli, genel, yaygın, uzun süreli etkili buluyorum. Çünkü bu tarihsel, kuramsal, ampirik, evrensel, çok uzun süreli etkili, neredeyse kalıcı ve tahripkar bir hakiki gerçeği, bireysel veya kolektif, insani veya toplumsal demokratik gelişim hiyerarşinin en temeline koyacağım. Fakat izninizle önce biraz dağıtacağım.

Kaldı ki, entelektüel olsun veya olmasın, her metin de “herkes” için yazıl(a)maz zaten. Eğitim amaçlı veya (didaktik) bir ders kitabı olsa bile. Hatta özellikle o zaman. Her okuyucu da her söylemle buluş(a)maz. Satırlar veya satır araları ile kendini ilişkilendirmekte zorlanır. Çünkü ne düşünme dili, ne de entelektüel kültür, sözcüklerin sözlük anlamına bakılarak edinilip gelişebilir.

ENTELEKTÜEL BİRİKİM

Sanırım bu konuda yazmak bugünlerde tam da ortamında olduğum için aklıma geldi. Çünkü bazı referans terim ve deyişler – ki Latince, vb olması da şart değil – özellikle uluslararası entelektüel bağlamlarında bizde sıklıkla sanıldığı veya belki de yapıldığı gibi, her zaman daha “havalı dursun” diye kullanılmazlar. Onlar mesleki jargondan da öte kodlardır çünkü.

Tıpkı sui generis teriminin kendisi gibi, sui generis nüans ve ayırt edici özgül işlevleri vardır. Elbette dilenirse bilmeyen veya kullanım anlamı için parantez açılabilir – tıpkı Kahraman’ın da yaptığı gibi. Veya herhangi bir doğal veya kültürel dile tercüme de edilebilirler.

Fakat bu akademik/entelektüel gelenek sıradan bir “seçkincilik“ örneği gibi değil, “eleştirel seçicilik” olarak düşünülmeli bence. Kendini altta/aşağıda hissetmeye yatkın ezikleri dürtüp de “üsttencilik”, “şımarık snop kibir” veya içine çekmeyenlere/dışında kalanlara karşı “ayrımcılık” olarak yaftalamaya, hele “entelektüellik karşıtlığına” asla sevk etmemeli.

Zira her metin kullandığı böyle işaretler ile arzuladığı ve muhatap almak istediği okuyucusunu da kendisi seçer ve diyaloğa davet eder aynı zamanda.

O düşünsel ortamda tüm halk kitlesini sığdıracak ne yer vardır, ne de o davete icap etmeleri için gerek. Veya makul bir sebep.

Kaldı ki, entelektüel olsun veya olmasın, her metin de “herkes” için yazıl(a)maz zaten. Eğitim amaçlı veya (didaktik) bir ders kitabı olsa bile. Hatta özellikle o zaman. Her okuyucu da her söylemle buluş(a)maz. Satırlar veya satır araları ile kendini ilişkilendirmekte zorlanır.

Çünkü ne düşünme dili, ne de entelektüel kültür, sözcüklerin sözlük anlamına bakılarak edinilip gelişebilir.

Belirli bir düşünsel, formasyonel veya kültürel dili öğrenmek için emek vermiş, benzer kaygı veya ilgiler ile gerekli pratiklerini yeterince yapmış ve içselleştirmiş olanlar ile birlikte, ortak bir zeminde buluşulmak istenir. Anlamın ancak onlarla birlikte sağlam bir zeminde inşa edilmeye başlandığı takdirde, ortaklaşa bir düşünce kültürüne geçilebileceği ve sinerjik enerjinin demokratik dayanışmacı bir toplumculuğa dönüştürülebileceği bilinir.

Türkiye’de özellikle de hem sosyal demokrasi düşleyip, sürekli pseudo (sözde)-siyaset konuşan, hem de onun belirli bir akademik disiplin veya formatif alandaki sözlük tanımında hapsolup kalmış ciddi bir (“uzman”) nüfus var. Oysa öncelikle kendileri bütün bunları idrak etmiş olarak içselleştirmek ve “paketin tamamını”, her günlük ve sıradan yaşam pratiklerinde icra etmek, yani tutarlı biçimde performatif olmak durumundalar.

POPÜLİZME PANZEHİR

Büyük olasılıkla bu yazıda ceterum censeo olarak yazacağım da o kategoriden olacak. Arzu eden yazdıklarımı yeniden okuyabilir. Dileyen de okunaksız ve anlaşılmaz bularak faturayı bana kesebilir.

Ne yazık ki, değil ödemek veya ödeyebilmek, ödemeye bile asla yelteneceğim bir şey olamaz elbette. Sınırlarını bilen her bireyden beklenmesi gerektiği gibi. Fakat sınırlarını genişleterek gelişmek için çaba sarf etmeyen tüm bireylerin de henüz pek yapamadığı gibi. Bu ülkede her kim kime, ne faturası kesip, neyin bedelini kendince ödetmeye çalışırsa çalışsın!

“Entelektüel gelişme” birikimli, bilişsel ve “duygusal olgunlaşma” da hiyerarşiktir.

Fakat gerek bireysel, gerekse kolektif anlamda demokratikleşmenin de olmazsa olmazı olan bu gelişimsel süreçlerde, hiyerarşi hem farklı (örneğin, tarihsel, kronolojik, toplumsal dilsel, siyasi, kültürel) boyutlarda eşzamanlı olarak dikey, yatay ve diyagonal biçimlerde ve bol katmerlidir.

Popülizm bütün bu yaşam-boyu süreçleri ve mutlaka zedeler ve tamamen bozar. Ezikleri daha da ezer. Yaşama dezavantajlı olarak başlamış ve eşit fırsatlardan hakça yararlanamamışları daha çok dışlar.

Türkiye’de özellikle de hem sosyal demokrasi düşleyip, sürekli pseudo (sözde)-siyaset konuşan, hem de onun belirli bir akademik disiplin veya formatif alandaki sözlük tanımında hapsolup kalmış ciddi bir (“uzman”) nüfus var. Oysa öncelikle kendileri bütün bunları idrak etmiş olarak içselleştirmek ve “paketin tamamını”, her günlük ve sıradan yaşam pratiklerinde icra etmek, yani tutarlı biçimde performatif olmak durumundalar.

Dileyen dilbazlar, dinbazlar, bağnazlar, yobazlar ve de hokkabazlar, ulusal TV kanallarının ekranlarında ve sosyal medyada eğlenedursunlar. Yeter ki artık “neden hala olmuyor, olamıyor” diye şaşkın, çaresiz tekrar tekrar sorup durmasınlar.

* Bu arada, son tahlilde ve kesin kararımca, naçizane önerim

Aydan Gülerce
Latest posts by Aydan Gülerce (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir