Anlamın anlamı öldü, yaşasın anlamak!

Anlamın anlamı öldü, yaşasın anlamak!

Geçmiş yüzyılların ampirik felesefecileri veya 20. yüzyılın hermenötik düşünürleri meselenin farklı yönlerini ne kadar anlamaya, açıklamaya ve anlatmaya uğraşmış veya günümüzde insanlar hangisini daha çok önemsiyor olurlarsa olsunlar, insanlık 21. yüzyıla “anlamın anlamını” çoktan öldürmüş olarak girdi.

Son yazımda veya buradaki ilk yazımda, mecranın adından yola çıkarak “yeniyi aramak” üzerinde durmuştum biraz. Türkiye’de oldukça geniş bir kesim değişim ve yenilik arayışı içindeydi. Genellikle olduğu gibi veya alışılageldiği üzere, salt bir nesne gibi aranan şeyin “yeni” olması konusuna değil, arayan öznenin “yenilenmesi” hususuna da dikkat çekmiştim.

İnsanlar “var” olduğunu, yani bir yerlerde mevcut olduğunu bildikleri veya erişilebilir olduğunu düşündükleri şeyleri ararlar. Nitekim bu sebeple, arayış eyleminin bulunabilirliği ve umudu da beraberinde ima ettiğini yazmıştım. Arayışın yol, yordam veya yönteminin yeni olması meselesini ise ertelemiştim.

İnsanın o aradığı şey her ne ise, her zaman somut, fiziksel maddi gerçeklikte karşılığı olan bir “nesne” değildir. “Özne” veya “özne-öncülü” kendinde bir şeylerin eksikliğini hissedip belirli bir süre veya yaşam boyu, onu da arayabilir. İsterse Lacancı açıdan olsun, ister olmasın, onu bulmak için savruluyorsa eğer, o takdirde eylemin adı veya işlevi de değişir.

Böyle durumlarda, insanın kendisi egemen veya daha güçlü pozisyondakiler açısından “aranan” ve “bulunabilir bir nesne” konumunda olabilir. Dolayısıyla, normatif sosyokültürel yapıların ve toplumsal pratiklerin “çağrılarına” da (Althusser’in kavramını bilmese veya pek beğenmese bile) koşullanmış refleks gibi yanıt verebilir. Onlar karşısında kolay eğilip bükülebilir veya kırılgan olur.

Tabii bu devirde “arama” denince akla ilk önce internetteki “arama motorları” geliyor. Google örneğin, her yıl bir önceki yılın en çok aranan sözcüklerini listeliyor. Bunların arasında “anlam”” sözcüğünün yer aldığını hiç sanmıyorum. “Anlamın anlamını” veya ne işe yaradığını falan herkes biliyordur da ondandır belki de.

ANLAM

Tabii bu devirde “arama” denince akla ilk önce internetteki “arama motorları” geliyor. Google örneğin, her yıl bir önceki yılın en çok aranan sözcüklerini listeliyor. Bunların arasında “anlam”” sözcüğünün yer aldığını hiç sanmıyorum. “Anlamın anlamını” veya ne işe yaradığını falan herkes biliyordur da ondandır belki de.

Öte yandan, insanlık tarihi boyunca insanların belki de en çok “aradıkları” şeydir anlam. Dahası, insan türü olarak kendimizi diğer canlı türlerinden en manidar biçimde ayırt eden bir özelliğimizin “sembolizasyon” ve anlamlandırma olduğu konusunda evrensel ve yaygın bir anlaşma var. Diğeri de elbette dünyayı merak etme, kurcalama ve keşfetme güdümüz. Nitekim her ikisi de birlikte ve karşılıklı etkileşim halinde gelişir.

Kediler en başta olmak üzere, sosyal medyada çeşitli “meraklı hayvan” videolarından geçilmiyor. Hayvan davranışlarına bazı insansılaştırıcı (antropomorfik) özellikler atfediliyorsa da, onlarınki temelinde içgüdüsel diye uzlaştığımızı varsayıyoruz. Oysa bizim gerek kendi dışımızdaki bilmediğimiz dünyayı veya kendimizi anlamaya ve açıklamaya çalışma motivasyonumuza ise edinilmiş; yani öğrenilmiş ve sosyal(leştirilmiş) güdüler diyoruz. Elbette bir yandan da kibirli insan bilinci ile hayvan bilinçleri arasındaki sınırları ve farkları da merak etmeye devam ediyoruz.

İnsanlar yaşamı gözlemledikçe ve çevrelerini kurcaladıkça, karşılaştıkları olguları ve olayları anlamak isterler. Zihinsel becerilerini kullanarak bunlara muhtelif anlamlar yüklemlerler. İster aradıkları “anlamın anlamı” veya “yaşamın anlamı” olsun. İsterse başta Victor Frankl olmak üzere diğer bazı varoluşçularda da olduğu gibi, kendi yaşamsal varoluşlarının amaç ve öznel anlamının arayışı içinde olsunlar. Bunları da insan olduğumuz için biliyoruz.

İnsanların yaşantısal bilgi ve beceri repertuarları da birikimli olarak gelişir. Bu anlam arayış çabaları elbette arama eyleminin ve metodunun kendisi üzerine de reflektif düşünüp sorgulamayı da kapsar.

METOT

İnsanların yaşantısal bilgi ve beceri repertuarları da birikimli olarak gelişir. Bu anlam arayış çabaları elbette arama eyleminin ve metodunun kendisi üzerine de reflektif düşünüp sorgulamayı da kapsar.

Nitekim gerek bireysel, gerekse kolektif ölçeklerde, evrensel insanlık tarihi boyunca evrenin sırlarını anlamlandırmak üzere türlü yöntemler geliştirilmiş. Geçmişte olduğu gibi, gelecekte de hem yeni yöntemlerin icadı ile “ilerleme” veya “çoğalma” olacağını beklemek çok da yersiz olmasa gerek. Hem de eşzamanlı olarak “çeşitliliğin” hatta belki daha fazla oranda korunacağını öngörmek.

Zira donanımsal olarak veya sonradan kazanılmış repertuarda mevcut davranışlar (sönümlendirilmek için özel çaba sarf edilmedikçe) kolay kolay yok olmazlar. Kimi zaman “gerileme” veya “eksilme” şeklinde görünse de, mutlaka bir biçimde devreye girip işlevsel olurlar.

Bu ikinci yazı için yola birlikte çıkarkenki esin kaynağımının Yeni Arayış’ın mottosu, “açıklamak değil, anlamak için” olacağını da yazmıştım. Bu ikisinin hangi okuyucuya ne anlam ifade ettiğini bilemem. Gündelik kullanımda sıklıkla birbirlerinin yerine geçerler zaten.

Fakat anlama ve açıklama hem bilim felsefesinin hem de epistemolojinin merkezi konularından oldu hep. Peki bu ikisi nasıl bağlantılı?

Açıklama kişilerarası etkileşimselliği önceler. Belirli bir anlama anlayışını belirli bir kişi veya kitleye aktarır. Çoğunlukla ve işlemsel doğası gereği (farkında olsun veya olmasın) onu dayatır ve savunur. Anlama ise tek bir okuyucunun donanımındaki mevcut bilgilerinin ve metinlerarası diyaloğuna, bilişsel bilgi ve becerilerine bağlı olarak kendi zihninde oluşur.

AÇIKLAMAK VE ANLAMAK

Popüler görüşlerden biri, anlamanın yalnızca içinde bulunduğumuz bir bilişsel durumu ifade ettiği, o zaman bir şeyi açıklayabileceğimiz iddiasında. Başka bir görüş, anlamanın açıklamayı gerektirdiği, ancak aynı zamanda başka şeyleri açıklama yeteneği gibi diğer bilişsel yetenekleri de içerdiği şeklinde. Başka bazıları da anlamanın hiçbir şekilde açıklama içermesine gerek olmadığını savunur.

Her halükarda anlamak muhtelif veriler ve mevcut bilgi parçacıkları arasında bağlantılar kurarak bir “anlatı” kurmakla ilgili. Kişinin bilinmez(lik) karşısındaki merak veya kaygısını bir süreliğine giderebilir. Zaman-uzaysal hakikatte bir karşılığının olması da şart değil. Veya o da her koşulda bilinemez. Hatta olup olmadığı bile o kadar da önemsenmeyebilir bazı durumlarda veya bazı insanlarca.

Ancak bilim öyle değil tabii. O açıklamak ve sadece “gerçek” olanlar arasındaki çeşitli bağlantıları tanımlamak ve anlatmakla ilgilendiğini söyler. Anlamak, ne de olsa bilim kullanıcısının işidir; o açıklamayı anlatıcının değil.

“Bilimsel bağlantı” da nitekim, sebep-sonuç gibi (ki katı anlamda “açıklama” bunu ifade eder) “nedensel” bir ilişkilendirmeyle veya bir argümanın yapısal ve mantıksal sağlamlığı ile sınırlı değil. Zaten sebep-sonuç ilişkisi de ideal veya mükemmel bir olasılık ilişkisidir. Başka bir deyişle, bilimsel yöntem ve istatistik çözümlemede maksimum korelasyonun %100 olması (ütopik) halidir. Elbette bu iki değişkenin birlikte mükemmel biçimde değişiyor olması, birinin diğerinin sebebi/sonucu olduğu anlamına gelmez. Tüm mevcut ve olası diğer değişkenlerin (işleri karıştırmasın, araya girip de olası ilişkiyi bozmasın diye) “kontrol edilebildikleri” anlamına da gelmez. Hele hakikatte o süreçte olası manidar rolü olanların hepsinin bilin(ebil)diğini bize hiç söylemez.

Kısacası, salt olaylara nedensellik atfedilerek açıklanmaya ve anlaşılmaya çalışılması bile başlı başına kocaman bir inceleme alanı. Sonuç olarak, doğa bilimleri, sosyal bilimler, beşeri bilimler, kültür-sanat pratikleri ve sezgisel açıklama, anlatım veya anlama yöntemleri arasında bu açıdan pek öyle sanıldığı gibi, kalın çizgilerle vurgulanabilecek işlevsel ayrımlar yoktur.

Pratik bir fark, açıklamaların işlemsel doğasıyla ilgilidir denebilir belki. Bu yazının amacına uygun olarak bu iki kavram arasındaki en temel ve kolay farkı sanırım şöyle özetleyebilirim: Açıklama kişilerarası etkileşimselliği önceler. Belirli bir anlama anlayışını belirli bir kişi veya kitleye aktarır. Çoğunlukla ve işlemsel doğası gereği (farkında olsun veya olmasın) onu dayatır ve savunur. Anlama ise tek bir okuyucunun donanımındaki mevcut bilgilerinin ve metinlerarası diyaloğuna, bilişsel bilgi ve becerilerine bağlı olarak kendi zihninde oluşur. Anlamın anlamı İnsan kendi kendisine açıkladığı bir durumu anladığını düşünür. Kendi anladığını başkasına açıklamayı da deneyebilir. Fakat bu konudaki başarısı da her zaman karşıdakinin kurduğu anlatı ve verdiği anlam ile ölçülemez. Kaldı ki, çoğu durumlarda ve türlü sebeplerle, örneğin “anlatılamaz, sadece yaşanır” diyerek, kendi anladığını açıklamaya bile girişmez. Zaten anlaşılan şeyin açıklanan veya anlatılan şeyle aynı şey olup olmadığı da genellikle açık olmaz. Öte yandan, geçmiş yüzyılların ampirik felesefecileri veya 20. yüzyılın hermenötik düşünürleri meselenin farklı yönlerini ne kadar anlamaya, açıklamaya ve anlatmaya uğraşmış veya günümüzde insanlar hangisini daha çok önemsiyor olurlarsa olsunlar, insanlık 21. yüzyıla “anlamın anlamını” çoktan öldürmüş olarak girdi.

İstesek de istemesek de olmak durumundayız. Fakat artık sanırım anladıklarımızın örtüşüp örtüşmediğini önce karşılıklı teyit etmek gibi yeni bir alışkanlık edinmek, sonra da monolog nakaratları bırakıp, başkalarını daha iyi dinlemek ve etkileşmek zorundayız.

AÇIKLAMASIZ ANLAŞILANLAR

Son yazımı yazdığımda ve sonunda bu konuyu vaat ettiğimde Ocak idi. Yani yakın Türkiye tarihinde faili meçhuller ayı diye bilinen Ocak. Bugün de sosyal medyada 6. yılında hala “Rabia Naz’a ne oldu?” diye soruluyor. Bu ülkede bazı olayların üzerindeki sır perdeleri kaldırılmıyor, yani açıklanmıyor. Fakat herkes biliyor ve anlıyor, tıpkı Leonard Cohen’in anlattığı gibi.

İki yazım arasına yine bu türden yığınla “manidar” olay girdi. “Burası Türkiye” denip, açıklandı sanılan ve anlaşıldı hissini veren olaylar çoğaldıkça çoğaldı. Bunların en başında da Türkiye’nin yerel seçimleri öncesi aday tartışmaları, seçim kampanyaları, seçimlerin kendisi ve sonuçları, partiler-arası ve parti-içi dengeler, yeni usulsüzlükler ve ifşalar geliyor elbette. Bazıları olacakları önceden anladı ve anlattı. Bazıları olaylar olup bittikten sonra bile çok farklı açıklıyor, anlıyor ve anlatıyor.

Bu seçim sonuçları ve Türkiye için “dönüştürücü anlamı” üzerine yapılan spekülatif veya arzu dolu açıklamalar birbirini kovalıyor. Öyle anlaşılıyor ki bunlar nasılsa daha çok sürecek ve biz de birer parçası olacağız. İstesek de istemesek de olmak durumundayız. Fakat artık sanırım anladıklarımızın örtüşüp örtüşmediğini önce karşılıklı teyit etmek gibi yeni bir alışkanlık edinmek, sonra da monolog nakaratları bırakıp, başkalarını daha iyi dinlemek ve etkileşmek zorundayız.

Aydan Gülerce
Latest posts by Aydan Gülerce (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir