Yeniyi aramak

Yeniyi aramak

Her halükârda, “yeni” veya “eski” ve hangi kullanım anlamında olursa olsun, zamansallık ima ediyorlar. Ve zaman, Nazım’ın dediği ve geri gelmediğini bildiğimiz gibi, “akıp gidiyor”. Fakat Güneş gibi, sabah yeniden doğacağını bildiğimiz sağlam bir şeylere “çapa” veya “temel” atıp tutunmadan da yaşanamıyor.

“Dönüp duran bir çark

Akıp giden bir zaman

Yine, yeniden bir sabah

Günaydın yaşamak”

Her gün yeni okuyucular tarafından veya yeniden keşfedildikçe, yeni anlamlar yüklenerek okundukça yeniden-doğan Nazım Hikmet’in 122. doğum günüydü dün. Nazım’dan, üstelik yazımla da doğrudan ilintili gördüğüm bu mini şiirle, yaşama ‘Günaydın!’ ve okuyucuya da ‘Merhaba!’ demek istedim.

Bu mecradaki ilk yazımın ana konusunu da sitenin adı çağırdı elbette. Bir başlangıç olarak onlar üzerine de biraz birlikte düşünmek anlamlı olurmuş, hatta gerekliymiş gibi geldi.

Zira her gün anlamlarını verili aldığımız yığınla sözcük, sözce, deyiş, kullanım biçimi, vs. var böyle. Yani onları başkasının nasıl “tanımladığını”, onu diyerek neye işaret etmek istediğini teyit etmek şöyle dursun, çoğu kez kendi anladığımızın temel önkabüllerini bile sorup sorgulamak gereğini duymaksızın kullandığımız.

Bana kalırsa, bugün sürekli olarak “yeni” çatışmalar çıkması, dahası çözümsüz kalarak da yenilerine yol açmasının başlıca sebeplerinin çok önemli bir kısmı doğrudan bu durumla ilgili. Zaten insanlık tarihimiz kadar “eski” olduğunu bile söyleyebiliriz.

Üstelik dünyadaki uluslararası kriz ve savaşlardan, yurt-içi, parti-içi, aile-içi, kişiler-arası ilişkilerdeki ve bireyin kendi iç çatışmalarına kadar geçerli bu savım. Yani doğal ve düşünsel dillerdeki, sosyokültürel söylem ve toplumsal pratiklerdeki ve tabii birbirlerine çevirilerdeki anlam çeşitliliği ve karşı(lı/sız)lık meselesini hayli önemsiyorum.

Türkiye’nin yaşanmış eskisi veya tahayyül edilen yenisi, her kime ne sebeple ve ne ifade ediyor olursa olsun, bugünkü küyerel tarihsel konjonktürde toplumsal paçası fena tutuşmuş vaziyette. Uluslararası ekopolitik stratejik yanlış kararlar, kevgir gibi siyasi sınırları ile içi dışına çıkmış, dışı içine geçmiş, savaşlar kapısına dayanmış, yürekler kan ağlar  ve zaten çok da kan dökülmüş durumda.

YENİ VE ESKİ (TÜRKİYE’LER)

Tabii zihnimize kalıp gibi yerleşenler ve tereddüt etmeden kullandıklarımız salt sözcüklerin, sözcelerin, deyişlerin, mimik, jest, tonlama, vb. iletişim davranışlarının temsil ettikleri karşılıklar olmuyor. Onların yanı sıra karşıt, eş veya yakın anlamlı başkalarını; önceki öğrenmelerimize ve yaşantılarımıza bağlı olarak başka bazı kavram setlerini, cümleleri, hatta zihinsel/duyuşsal/mekânsal bağlam çağrışımlarını, vs. de beraberlerinde getiriyorlar.

Örneğin, “yeni” kavramı. Yeni ve eski zıt anlamlı sayısız sözcük çiftlerinden, malum. Dolayısıyla biri otomatik olarak diğerini çağrıştırıyor. Son zamanlarda siyasette ve medyada karşımıza “yeni Türkiye” ve “eski Türkiye” ifadeleri çok sık çıkıyor zaten.

Böylece aralarındaki varlıksal veya zamansal ayraç her ne olursa olsun, “iki (yarık) Türkiye” baştan iki farklı ve ayrışık nesneye gönderme yapıyormuş gibi konumlanıyor.

Tabii bu da akabinde popülist siyasi retoriklerde ve politikalarda açık veya örtük karşılaştırmaları davet ediyor. Zaten asırlardır karşılıklı ve sıkı fıkı ithalat ve ihracat ilişkileri içinde olunan, mitsel, tinsel, dinsel, bilimsel söylem ve analizlerdeki ikicil argümantasyon yönteminden farklı değil.

Genellikle de bölünmüş ikicil zıtlıklarla başlayan kıyaslamalarda “ya/ya da” ayrıştırma yolu izleniyor. Kutuplaşma artarak sürüyor. Yani bazı farklar kalın çizgilerle uç noktalara çekilirken, kutuplar daha da belirginleşiyor. Bir yandan totalist/totaliter genellemeler diğerini dışlayarak sertleşiyor. Antagonistik pozisyonlar keskinleşiyor ve sivrileşiyor. Diğer yandan ise hem kıyas ölçütleri azalıyor, hem de benzerlikler çoğaldıkça yok sayılıyor veya yok ediliyor.

Kanımca daha da önemli olan ve çünkü bugünkü Türkiye’nin mutlaka öncelikle üstesinden gelmesi gereken sorunsalı ise şu: Tahayyülde bile “ne o, ne de bu Türkiye” kategorilerine sokulamayanların büyük bir hızla çoğalıyor ve çoğalacak olması.

Başka bir deyişle de karikatürize ve polarize edilmiş popülist pozisyonların toplumsal karşılıklarının iyice azalması. Temcit pilavı gibi ısrarla tekrarlanan klişe argümanlarınsa zayıflaması. “Yok birbirlerinden farkı…” tablosunun her geçen gün bakanların gözünde netleşiyor, daha da fenası çirkinleşiyor olması.

Nitekim epeydir geçmiş seçimlerde olduğu gibi, önümüzdeki yerel seçimler öncesinde de muhtelif ittifak, koalisyon ve/ya seçmen tabanında dayanışma arayışları sebepsiz değil. Zırıl zırıl araçsallaştırılmış temsili demokrasi temsilinin içi boşalmış siyasi retoriklerinde, oyuncularının hamasi repliklerinde ve aday tercihi anketleri dahil basmakalıp pratiklerinde “yeni/lik” vaatlerinden geçilmiyor.

Tesadüfen yeni yılı “Yeni ve Yine” başlıklı bir yazı ile karşılarken, “yeni” sözcüğünün iki genel kullanım anlamına değinmiştim. Şimdi burada onu yinelemeye, yani eskiyi tekrarlamaya gerek yok. Hele nesne ve özne açılarından temel ayrımı en kestirme yoldan Heidegger’in “ontik” ve “ontolojik” kavramları arasındaki fark ile özetlemeye çalışmanın da sanırım pek çok okuyucu için hiç yararı yok.

Her halükârda, “yeni” veya “eski” ve hangi kullanım anlamında olura olsun, zamansallık ima ediyorlar. Ve zaman, Nazım’ın dediği ve geri gelmediğini bildiğimiz gibi, “akıp gidiyor”. Fakat Güneş gibi, sabah yeniden doğacağını bildiğimiz sağlam bir şeylere “çapa” veya temel atıp tutunmadan da yaşanamıyor.

Zamanın öznel akış hızı da işte böyle, yani dün ile yarın, geçmiş ile gelecek arasındaki bağlantı anlarındaki devamlılıkların ve kopuşların türüne, miktarına, derecesine, mesafesine, alanına, hacmine, vs. bağlı olarak azalıyor veya çoğalıyor.

Her ne vesileyle olursa olsun Nazım’ı okumak veya anmak hem burukluk hem de umudu birlikte veriyor.

Entelektüel dünyada yarım asırdan fazladır çok sert esen “re-/yeniden-“ ve “post-“ kasırgaları, “küresel ısınma” hızında geldikçe, ülkeyi de kasıp kavuruyor. Ortalığı kırıp döküyor. İnsanları soyup soğana çeviriyor. Akıllar baştan iyice uçup gidiyor. Tutunacak sağlam dal veya temel bulmak iyice zorlaşıyor.

(YENİYİ) ARAMAK VE BEKLEMEK

Türkiye’nin yaşanmış eskisi veya tahayyül edilen yenisi, her kime ne sebeple ve ne ifade ediyor olursa olsun, bugünkü küyerel tarihsel konjonktürde toplumsal paçası fena tutuşmuş vaziyette. Uluslararası ekopolitik stratejik yanlış kararlar, kevgir gibi siyasî sınırlar ile içi dışına çıkmış, dışı içine geçmiş, savaşlar kapısına dayanmış, yürekler kan ağlar ve zaten çok kan dökülmüş durumda.

İnsanlar çaresizce bu eski ve kötü koşullardan bir an evvel kurtulabilmeyi düşlüyorlar. Daha da doğrusu, bunun için yeni ve adeta tılsımlı bir şeylerin olmasını bekliyorlar.

Çünkü “yeni” aynı zamanda da umut demek. Daha iyi, doğru, geçerli, güzel, vb. değerli olanların varlığına ve “yeni” olan ile birlikte onlara yaklaşılacağına inanç, arzu veya istek demek. Tabii bunların hepsi, olanak da olsa, türlü biçimlerde pasif veya edilgen insan davranışları. “Aramak” gibi değil yani. Hatta tersi.

Kaldı ki özgür istencinin zaten hiç bir zaman olmadığı inancı kültürel zihninde derinlerde gömülü ve bir asırdır da kolay kolay kazınamadığı belli bir toplum. Arzu, istek, şevk, heves de hızla eriyor, kuruyor ve ölüyor. Çocuklar bu ortamda büyütülüyor. Gençlerden sandıkta medet umuluyor. Kadınlar filan zaten yok, ortaya çıkanların da nerede oldukları belli değil.

Ülkede hâl böyleyken, farklı siyasi parti ve taraflarca farklı anlamlarda “fabrika ayarları”, “kuruluş”, “diriliş”, vb. nostaljik retorikler kullanılarak, “eskiye (geçmiş parlak günlere) dönüş” vaadediliyor. Genel seçim sonrası CHP ile eşleştirilmiş olsa da hemen hepsinin “değişim”, “dönüşüm”, “Üçüncü Yol”, “çıkış”, “iyileşme”, vb. temaları ile “yeniye (gelecek parlak günlere) geçiş” beklentisi sunuluyor.

Fakat ne “Tanrım beni baştan yarat…”, ne “Sil baştan..” gibi yığınla şarkı, türkü söylemekle bunlar gerçek oluyor. Kaldı ki, yeniye yer açmak için bazı eskilerin silinmesi gerekiyor. Nitekim onun için de sadece o şarkılar değil, “yeni, unutulmuş eskilerdir”, “yeni şişelenmiş/etiketlenmiş eski şarap” vb. deyişler pek tutuyor.

Öte yandan, entelektüel dünyada yarım asırdan fazladır çok sert esen “re-/yeniden-“ ve “post-“ kasırgaları, “küresel ısınma” hızında geldikçe, ülkeyi de kasıp kavuruyor. Ortalığı kırıp döküyor. Toprakları silip süpürüyor. İnsanları soyup soğana çeviriyor. Akıllar baştan iyice uçup gidiyor. Tutunacak sağlam dal veya temel bulmak iyice zorlaşıyor.

Bu arada, elbette “aramak” sözcüğünün tek anlamı aktif-pasif eylemlilik ile ilgili değil: Daha da örtük olarak “bul(ama)mak” imalı beklenti çağrışımı da var.

Her ne kadar bu yazıya konu olarak sitenin adından yola çıktıysam da beni esas cezbeden mottosu oldu. O halde, o meseleye bir “giriş” yapmayı da sonraki yazıma bırakıyorum.

Hatta bir söz verir gibi, bu vaadimin başlığını da şimdiden koyayım: “Açıklamak ve Anlamak”. Sonrasında da arzu ettiğiniz takdirde ve kısmetse eğer “birlikte bakınmayı” izleyen yazılarla sürdürebiliriz. Çünkü böylece ben de kendime yeni bir mecrada yeni bir seyahat dosyası açmış oluyorum.

Aydan Gülerce, Prof. Dr., Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi

Aydan Gülerce
Latest posts by Aydan Gülerce (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir