Halkımız bu devlet zümresini sırtında taşımak zorunda değil (2): Toplum denetiminde kamucu bir devlet için ne yapmalı?

Halkımız bu devlet zümresini sırtında taşımak zorunda değil (2): Toplum denetiminde kamucu bir devlet için ne yapmalı?

Kadim sorunumuz, güç ve iktidarın tekelleştiği bir anlayıştan, güç ve iktidarın paylaşıldığı çoğulcu bir siyasi iklime bir türlü geçemememizdir. Bana göre refah seviyemizin belli bir sınırı aşamaması da bununla ilişkilidir.

Bu yazının ilk bölümünde giderek güçlenen devlet zümresinin toplumsal maliyetini ortaya koymaya çalıştım. Bu bölümde toplumun devlet zümresi karşısında güçlenebilmesi ve devletin kamucu bir niteliğe kavuşabilmesi için atılması gereken adımlara yoğunlaşacağım. Yazıdaki öneriler detaylı olarak ele alınmıyor, tartışılmaları amaçlanıyor.

Toplumun, devletteki otoriterleşme eğilimi karşısında en önemli dayanaklarından birisinin yerel yönetimler alanı olduğunu giderek daha iyi kavradığını görmek için 2019 ve 2024 Yerel Seçim sonuçlarına bakmak yeterlidir. Kendisi için yaşayan ve palazlanan devlet zümresinin karşısında toplumun sığınabileceği ve siyasal dönüşüm için dayanak olabilecek en verimli alan yerel yönetimler alanı haline gelmiştir.

YEREL YÖNETİMLER GÜÇLENDİRİLMELİ

Ülkemizi özellikle Ortadoğu ülkelerinden farklı kılan en değerli özelliklerinden birisinin yerel yönetimler tecrübemiz olduğunu asla unutmamalıyız. Mevcut rejimin otoriterleşme çabalarının önündeki en büyük engellerden birisi yerel yönetimlerdir.

Devlet zümresinin elde ettiği gücü koruma arayışının ultra-merkeziyetçilik eğilimini güçlendirdiğini vurgulamıştık. Devlet zümresi, siyasal gücün paylaşılamadığı, tek elde toplandığı bir siyasi iklime meyleder. Bu zümre tek merkezli bir iktidar anlayışına yapışırken, elbette en çok ürktükleri de çok merkezli siyasal güç dağılımıdır.

Toplumun, devletteki otoriterleşme eğilimi karşısında en önemli dayanaklarından birisinin yerel yönetimler alanı olduğunu giderek daha iyi kavradığını görmek için 2019 ve 2024 Yerel Seçim sonuçlarına bakmak yeterlidir. Kendisi için yaşayan ve palazlanan devlet zümresinin karşısında toplumun sığınabileceği ve siyasal dönüşüm için dayanak olabilecek en verimli alan yerel yönetimler alanı haline gelmiştir.

Devlet zümresinin yerel yönetimleri paralel merkezi bakanlıklarla baskılama çabaları, bu dinamizmi boğmayı amaçlamaktadır. Demokratik ve müreffeh bir ülke olabilmemizin yollarından birisi de yerel yönetim mevzuatımızı ve pratiğimizi güçlendirmektir. Yerel yönetimler idari bakımdan devletin bürokratik gölgesinden kurtulabilmeli, tek tip olmaya zorlanmamalı, sözgelimi eğitim alanına çok daha rahat katılabilmeli ve o beldenin iktisadi hayatında çok daha belirleyici olabilmelidir. Toplumsal ihtiyaçlarla ilgili olan ve merkezi bakanlıklarca yürütülen pek çok faaliyet, yerindenlik ilkesi gereği topluma en yakın birimler olan yerel yönetimlere devredilmelidir. 

Devlet ve toplum arasında güçlü köprüler inşa edebilmek adına, sivil toplumdan vali ve kaymakam atama yoluna başvurabiliriz. Bu devletin kamu için var olduğuna inananlar bakımından son derece doğal bir adımdır. Bürokrasinin nitelik kazanarak yenilenmesi, sivil toplumun dinamik unsurlarıyla iş yapabilir hale gelmesiyle de doğrudan ilişkilidir.

BÜROKRASİ TOPLUMSAL İHTİYAÇLAR DOĞRULTUSUNDA YENİDEN YAPILANDIRILMALI

Ülkemizde beş milyona yakın kamu görevlisi var. Kamu adına sorulması gereken soru, bu kitlenin toplumsal ihtiyaçlar dikkate alınarak gelişip gelişmediğidir. Devlet kendisi için mi örgütlenmekte ve genişlemekte, yoksa meşruiyetinin asıl kaynağı olan toplumun ihtiyaçları için mi?

Devlet bürokrasisini toplumsal ihtiyaçlar temelli yeniden planlamalı ve uzun vadeli bir stratejiyle nitelikli bir bürokrasinin oluşumunu mümkün kılmalıyız.

Bir örnek vermek gerekirse, son yıllarda inisiyatif alabilen, yaratıcı ve dinamik vali ve kaymakamlarla nadiren karşılaşıyoruz. Bu kadrolarda liyakatten ziyade partizanlığın ağır bastığını gözlemliyoruz. Devlet ve toplum arasında güçlü köprüler inşa edebilmek adına, sivil toplumdan vali ve kaymakam atama yoluna başvurabiliriz. Bu devletin kamu için var olduğuna inananlar bakımından son derece doğal bir adımdır.

Bürokrasinin nitelik kazanarak yenilenmesi, sivil toplumun dinamik unsurlarıyla iş yapabilir hale gelmesiyle de doğrudan ilişkilidir. Bugünlerde çok sık duyduğumuz ve temelde sermaye çevrelerine kaynak aktarmanın bir yolu olan Kamu-Özel İşbirlikleri modeline karşı Kamu-Sivil Toplum İşbirlikleri modelini savunabilmeliyiz.

Bir başka adım da STK’ların hem TBMM’deki hem de belediye meclislerindeki komisyonların çalışma rutinlerinin yapısal bir parçası haline getirilmesidir. Bir komisyon, dışarıdan bir katkı almak istediğinde akla ilk gelen devlet bürokrasisinin davet edilmesi olmaktadır. Sendikalardan meslek örgütlerine ve hak örgütlerine kadar sivil toplum da bu süreçlerin parçası haline getirilmelidir. Mevcut devlet yönetimi anlayışında STK’ların meşruiyeti halen kabullenilmek istenmemektedir…

Üst düzey bürokrasinin hem nitelikli olması hem de gerektiğinde siyasi iktidardan bağımsız hareket edebilmesi nasıl mümkün olacak? Bunun en temel adımlarından birisinin kamu yönetimine girişte mülakatların kaldırılması olduğunu her fırsatta söylüyoruz. Kamudaki önemli görevlerde çalışmak her bakımdan özendirilmeli ve elbette kazanılması hiç de kolay olmayan sınavlarla giriş mümkün olabilmelidir. Meslekte yükselme de yine o bürokratik yapının kendisinin oluşturduğu kriterlerle ve sınavlarla olabilmelidir.

Dışarıdan gelen baskılara rağmen kendi görevini yapabilen bir bürokrasi en çok iktisadi kalkınma alanında işlevseldir. İktisadi kararların siyasi popülizme yem olmamasını nasıl sağlayacağız? Popülizm bir seçim kazandırabilir veya oyunuzu arttırabilir ama popülizm nedeniyle tetiklenen enflasyonun toplumsal maliyeti on yıllarca sürebilir. Biz siyasi etkiden, denetimden bütünüyle uzak bir bürokrasi önermiyoruz. Tam tersine üzerinde uzlaşılmış anayasal görevleri ve kamu yararı uğruna siyasi iradeye direnebilen bir bürokrasiden bahsediyoruz.

Ülkemize yapılan en büyük kötülük de planlama altyapısının siyasilerce ortadan kaldırılmış olmasıdır. Partimizin ısrarla önerdiği Strateji ve Planlama Teşkilatı, uzun vadeli kalkınma planları yapabilecek ve katma değeri yüksek ürünlerle ihracatımızın niteliksel sıçrama yapabilmesini mümkün kılacaktır.

Böylece sermaye çevreleri, daha üretken alanlara yönelecek ve siyasi iktidara bağımlı olmadan da ayakta kalabilecekler. Bunun dolaylı bir sonucu da üretkenlik yerine denetimi öne çıkaran statik devlet zümresinin zayıflamasıdır. Son yirmi yılda böyle bir planlama devreye girseydi Güney Kore’nin 500 milyar doların üzerine çıkan ihracat başarısı yakalanabilirdi çünkü bu ülke tam da 1960’larda Türkiye’nin planlamayla yapmaya çalıştığını yaptı ve başarılı oldu.

Dış politika stratejisinin en önemli bileşenlerinden birisi de yeni bir güvenlik paradigması olmalıdır. Bize göre abartılı güvenlikçilik her zaman güvenlik sorunu olarak geri döner, ters teper. Güvenliğin sadece askeri boyuta indirgenmesi risklidir. Bizim güvenlik paradigmamız yurtta barış, dünyada barış ve refah eksenleri üzerine kurulacak.

PROAKTİF BİR DIŞ POLİTİKA İÇİN YENİ BİR STRATEJİ

Otoriterleşen rejimler, kendilerine benzer rejimlere yönelirler. Devlet zümresinin topluma yük olmasını meşrulaştırma biçimlerinden en yaygını “iç ve dış tehditler” söylemidir. İç tehditler dış tehditlerin uzantıları olarak görülür, gösterilir. Otoriter rejimlerin bir başka özelliği de özellikle insan hakları ihlalleri ve yolsuzluk gibi konularda “iç işlerine” karışılmasına direnç göstermeleridir. Bu nedenle devlet zümresinin doğal eğilimi, demokratik değerleri savunan uluslararası yapılardan uzak durmaktır.

Türkiye çok kutuplu, çok aktörlü dünyaya uyumlu, proaktif bir strateji izlemelidir. Tıpkı iç politikada olduğu gibi dış politikada da çok merkezlilik, Türkiye gibi aktörlerin lehinedir. Türkiye’nin parlamenter demokrasiyi tercih etmesi ve bu sistemle yönetilen ülkelerle ve AB ile çok daha yakın ilişkiler kurması da lehinedir ve tarihi birikimine de uygundur.

Dış politika stratejisinin en önemli bileşenlerinden birisi de yeni bir güvenlik paradigması olmalıdır. Bize göre abartılı güvenlikçilik her zaman güvenlik sorunu olarak geri döner, ters teper. Güvenliğin sadece askeri boyuta indirgenmesi risklidir.

Bizim güvenlik paradigmamız yurtta barış, dünyada barış ve refah eksenleri üzerine kurulacak. Madem iç-dış politika ayrımı kalktı deniliyor, biz de diyoruz ki, Türkiye’de istikrarın sağlanması içeride toplumsal barış ve huzur ikliminin kalıcılaşmasıyla mümkündür. Türkiye’nin bölgesel aktör olmasının yolu da, iç barışını güçlendirmesinden geçer, bunun yolu da demokratikleşmedir.

Görüldüğü gibi bizim güvenlik paradigmamız barış, demokrasi ve ortak refaha dayanmaktadır. Türkiye demokratikleşmeden refah üretemez; refah üretmeden de dış politikada güçlü ve saygın bir ülke olamaz.

Bu da bizi son belki de en önemli önerimize getiriyor:

Çoğulcu bir siyaset için Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem hedefinden vazgeçmemeliyiz

Ülkemizin kadim meselelerinden birisi çoğunlukçu siyasetten çoğulcu anlayışa geçişi sürekli ıskalamamızdır. Devlet zümresinin giderek palazlandığı ve taşınamaz bir yük haline geldiği dönemlerde, muhalefet aktörlerinden birisinin iktidarı ele geçirdiği anlar tarihimizde bolca mevcuttur. Hürriyet vaadiyle iktidara gelen bu siyasi aktörün de kısa sürede diğer muhalefet bileşenlerini baskı altına alarak otoriterleştiğini görüyoruz. Bu durum neredeyse döngüsel nitelik kazanmıştır.

Kısacası devlet zümresinin giderek kendisi için yaşadığı ve otoriterleştiği dönemler de aslında sürdürülememekte fakat ardından da kalıcı ve çoğulcu bir demokrasiye geçilememektedir. Demek ki kadim sorunumuz, güç ve iktidarın tekelleştiği bir anlayıştan, güç ve iktidarın paylaşıldığı çoğulcu bir siyasi iklime bir türlü geçemememizdir. Bana göre refah seviyemizin belli bir sınırı aşamaması da bununla ilişkilidir.

Bu açıdan bakıldığında Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem projesi, kadim siyasi meselemize en doğru yanıttır ve ülkemizin demokratik, müreffeh ve adil bir ülke haline gelmesi ve devletin de kamucu bir anlayışa çekilebilmesinin de yegane yoludur. Tam da bu nedenle demokratik muhalefetin en önemli ortak projesi olmaya devam etmelidir. 

Yüksel Taşkın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir