Gerçeklik sadece bir ütopya mıdır?

Gerçeklik sadece bir ütopya mıdır?

Gerçekliklerin çarpıtılması ile kafası bir hayli karışan ve çözmek için de çaba gösterme zahmetine girmeyen insan, aldatılmış olmaya itiraz etmemeyi seçmişti. Düşünmek zahmetli ve acı veren bir süreçti çünkü, düşünmeden itaat etmek, sunulana razı gelmek, her zaman her şartta daha kolaydı. Düşünmemenin sonuçlarının ne kadar ağır ve yıkıcı olduğunun farkında değildi belki de henüz.

İnsan doğası gereği, gerçek olanı bilmek ister. Hayatın içindeki en büyük dağılışları, en büyük kayboluşları, gerçekliği bulamayışından kaynaklanmaktadır. O hep bir yanılsamanın, bir illüzyonun içinde, dolayısıyla derin bir boşlukla mücadele etmek durumundadır. Gerçek olmayan her durum, tabiatına aykırı olması nedeniyle, insanın hüsranı ve yok oluşudur. Aynı zamanda bu gerçekdışılık, insanı derin bir hayal kırıklığına ve büyük bir yalnızlığa sürüklemektedir. Öyle ya, bir anlam bulmak için geldiğimiz bu hayatta, yaşamak için tutunduğumuz tüm anlamların gerçek olmama ihtimali, insanın yenilgisi ve kendi küçük dünyasına ilticasıdır.

Fakat kendi küçük dünyamızda bile, gerçekliği bulmak o kadar da kolay değildir. Çünkü bireysel olarak bizim küçük ve önemsiz gördüğümüz hayatlarımız, bir bütün olarak ele alındığında, toplumsal bir yapıyı oluşturmaktadır. O nedenle insan, kendi haline bırakılamayacak kadar önemli ve işlevsel bir konumdadır. Yine bundan ötürüdür ki, gerçeklik, insana bir o kadar uzak ve ulaşılması zor olandır. İnsanın en büyük imtihanının bu gerçekdışılıkta saklı olduğunu iddia edersek, hiç abartmış sayılmayız. 

Baudrillard’ın sözünü ettiği bu yeni gerçeklik, bir yanılsamadan ibaret olsa bile, varılan nokta yanılsamanın gerçekliği”dir. Yani, yanılsamanın yanılsama olduğunu kanıtlayacak verilere sahip olamama durumunu ifade etmektedir.

PERGERÇEKLİK VE SANAL EVREN

Baudrillard’a göre gerçek, bütün itibarını kaybetmiş ve gerçeklik ilkesi ayakta duramayacak bir hale gelmiştir. Gerçekliğin yitirilmesi sonrasında ise, hipergerçeklik ya da simülasyon kavramları gerçekliğin yerini almıştır. Baudrillard, simülasyonu gerçeğin yeniden üretilmesi olarak tanımlamıştır. Yeniden üretilen bu gerçeklik ise, gerçekten daha gerçek bir hal alacak ve Baudrillard buna da hipergerçeklik diyecektir.

Burada Baudrillard’ın sözünü ettiği bu yeni gerçeklik, bir yanılsamadan ibaret olsa bile, varılan nokta “yanılsamanın gerçekliği”dir. Yani, yanılsamanın yanılsama olduğunu kanıtlayacak verilere sahip olamama durumunu ifade etmektedir. Dolayısıyla, üretilen bu yeni gerçeklik durumu, olduğu gibi kabul edilmek zorundadır. İnsanı içinde bulunmaya zorunlu kılan bu hipergerçeklik, yeni bir “sanal evren” yaratmıştır. Her ne kadar asla kanıtlanamayacak olunsa da, sanal evrende her şey bir kurmacadır ve gerçeklik artık bir boşluktan ibarettir. Öyle büyük bir boşluktur ki bu, gerçeklik ile insanın arasında artık kapanması mümkün olmayan mesafeler vardır. “Hayaletimsi evren”de, her şeyin bir illüzyondan ibaret olmasından da öte, anlamların ve değerlerin bile yeniden üretilmesi durumu söz konusudur.

Oluşturulan bu yeni insan türünden beklenen tek şey ise, ait oldukları örgüte olan sadakatleri ve bağlılıklarıdır. Çünkü artık bu yeni yönetim şekillerinde kitleler, şiddet ve zor yoluyla değil, kendi rızaları yoluyla yönetilmektedir

GERÇEKLİĞİN YENİDEN İNŞA EDİLMESİ

İnsanın toplumsal yapıyı oluşturmasındaki öneminden kaynaklanan durum, toplumların yönetilmesi ve gerektiğinde yeniden inşa edilmesinde, gerçeklik olgusunun kullanışlı bir kitle manipülasyon aracına dönüşmesi sonucunu doğurmuştur. Çünkü, modernite ile ortaya çıkan “kitle insanı”nı ve “kitle toplumu”nu yönetmek için, artık yeni yönetim şekilleri oluşturmak ve bu sayede mevcut iktidarların devamlılığı sağlanmak durumunda kalınmıştır. İnsanın yönetilmesi ve iktidarların insanı yönetmedeki kabiliyetleri, gerçeklik ve algı üzerinde şekillenerek, “topyekûn tahakküm”e varan yönetim modellerini ortaya çıkarmıştır (totalitarizm gibi).

Gerçeklik algısı ile oynanan, büyük bir boşluk içinde bırakılan, yalnızlaştırılan ve yalıtılan bireylerin, bu yalnızlık duygusu ile baş edemedikleri için, kitlesel örgütlere dönüştürülmesi de böylelikle kolaylaştırılmıştır. Dünyada bir yere ait olma duygusunu yalnızca ait olduğu gruba ya da harekete bağlayan, kendini bu oluşum üzerinden tanımlayan, birey olma kabiliyetini tümden yitiren, yeni bir insanlık türü inşa edilmiştir. “Totaliter ideolojilerin amaçladıkları şey, dış dünyanın dönüştürülmesi ya da toplumun devrimci dönüşümü değil, insan doğasının kendisinin dönüştürülmesidir.[1]

Oluşturulan bu yeni insan türünden beklenen tek şey ise, ait oldukları örgüte olan sadakatleri ve bağlılıklarıdır. Çünkü artık bu yeni yönetim şekillerinde kitleler, şiddet ve zor yoluyla değil, kendi rızaları yoluyla yönetilmektedir. Rızanın meydana gelebilmesi için her şart ve koşulda bireylerin örgütlerini destekleyecek olan bağlılığın yaratılması gerekmektedir. Bu bağlılık, insanın gerçek olarak tanımladığı her değerin ve her anlamın yitirilmesi ve gerçeklik üzerinde yepyeni kavramların inşa edilmesiyle sağlanacaktır. Ortaya çıkan sonuçta ise, “kendi ölüm cezasının tertiplenmesine yardım etmeye bile istekli olabilecek”[2] bağlılığa sahip bireyler söz konusudur.

Totalitarizm gibi hareketlerin asli amacı, kendi çatısı altında olabildiğince çok insanı örgütlemek ve onları harekete yönlendirmek, hareket içinde tutabilmektir. Artık şiddet yoluyla iktidarların ele geçirilmesi söz konusu olmamakla birlikte, insanların belirli ideolojiler etrafında tutularak, yani gerçeklik algıları ile oynanarak, onlar üzerinde tahakküm kurmanın ve onları sindirmenin yolunun keşfedildiği hipergerçeklik” zamanıdır. Bu durum öyle karmaşık bir hal alır ki, propaganda, algı yönetimi, ya da manipülasyonla gerçeklik değerleri yitirilen kitleler, kendi gözlerine, kulaklarına, deneyimlerine inanmayarak, ideolojiler ve iktidarlar tarafından gerçeklik olarak sunulan imgelere inanmayı tercih ederler. Hannah Arendt’e göre “kitleleri ikna eden şey, olgular hatta uydurma olgular da değildir; yalnızca, bu olguların parçaları oldukları düşünülen sistemin tutarlılığıdır”. Bu nedenle iktidarlar tarafından savunulan konular abartılı bir şekilde tekrar edilmekte, en büyük katliamlara neden olsa bile, içine erdemli(!) ve gerekli bir neden tutuşturularak, istikrarlı bir duruş sergilenmektedir.

Sürekli değişen ve akıl almaz bir dünyada kitleler, aynı zamanda hem her şeye inanacakları hem de hiçbir şeye inanmayacakları; her şeyin mümkün ve hiçbir şeyin doğru olmadığını düşünecekleri bir noktaya varmışlardı

Akla sığmayacak bu uydurma tutarlılık karşısında bireylerin ikna olması, elbette rastlantısal bir durum değildir. İnsanın gerçek arzu ve ihtiyaçlarını çok iyi bilen rıza üreticileri, köklerinden koparılmış, yalnızlaştırılmış ve büyük bir boşluk içinde kaybolan bireylerin ellerinden tutarak onlara yalan da olsa umut etmenin ve bir arada olmanın cazibesini sunmaktadır. Bu şekilde kendini önemli ve güvende hisseden bireyler, artık ait oldukları grubun en ateşli savunucuları halini alırlar. Propagandaya oldukça önem veren rıza üreticileri için, kitlelerin birleşmesi ve birlikteliklerini sadakatle devam ettirmesi en güçlü propaganda yöntemidir. Yani aslında, gerçek hedef ikna etmekten çok, örgüt yapısının sağlamlığıdır. Bu kalabalık ve sağlamlık, kitleleri ikna etmenin de en faydalı yöntemidir aynı zamanda. Çünkü bireyler, kalabalık ve güçlü olan yapıların etrafında yer alarak, kendilerini güçlü ve güvende hissetmektedirler.

Güvenlik hissi, yine tüm gerçeklikleri sorgulatacak mantıksızlıkla, güvensizlik üzerine (korku, terör, vb.) yaratılıyor olsa bile, kitlelerin sadakatlerini, kendi ölümleri pahasına yürütebildikleri defalarca gözlenmiştir. Bu örgütlerde, “Hareketin dışında kalan her şeyin ölüyor”[3] olduğu düşüncesi, güvensizlik içinde bir güvenlik teminatı olarak sunulmaktadır.

Sonuç olarak; sürekli değişen ve akıl almaz bir dünyada kitleler, aynı zamanda hem her şeye inanacakları hem de hiçbir şeye inanmayacakları; her şeyin mümkün ve hiçbir şeyin doğru olmadığını düşünecekleri bir noktaya varmışlardı.[4]

Gerçekliklerin çarpıtılması ile kafası bir hayli karışan ve çözmek için de çaba gösterme zahmetine girmeyen insan, aldatılmış olmaya itiraz etmemeyi seçmişti. Düşünmek zahmetli ve acı veren bir süreçti çünkü, düşünmeden itaat etmek, sunulana razı gelmek, her zaman her şartta daha kolaydı. Düşünmemenin sonuçlarının ne kadar ağır ve yıkıcı olduğunun farkında değildi belki de henüz. Düşünemediği içi, ne yoksulluğun, ne açlığın, ne güvensizliğin, ne terörün ne de savaşın, bir önemi yoktu onun için. Ölürdü, ama yine de gerçeklerle yüzleşmenin ve düşünmenin zahmetli yollarına girmezdi insan. O, ona sunulan kurgusal bir dünyada, bir özne olmak yerine, nesne muamelesi görmeyi konfor kabul ediyor, böylece ‘’hiç’’ olmanın rahatlatıcı sorumsuzluğunda savrulmaya devam ediyordu…

Son olarak yazımı, her zaman çok severek takip ettiğim, Prof. Dr. Fatmagül Berktay hocamın sözleri ile bitirmek istiyorum. Geçen hafta katıldığım bir programında şöyle başlamıştı konuşmasına: “Ütopya, olmayacak olan değildir; olabileceği halde olmayandır”. Bana göre gerçeklik de bir ütopya, ama gerçekleşmesi mümkün olmayan değil, olabileceği halde başaramadığımız…

[1] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları.

[2] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları.

[3] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları.

[4] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir