Basının zarafeti (sefaleti) üzerine

Basının zarafeti (sefaleti) üzerine

Eğer bu yazıyı okumaktaysanız, hala ana akım medya dışında çıkıntılık yapan bir basın da var demektir. Ama bu yazıyı okuyorsanız en güzel tarafı, bu tür bir yazıyı okumayı değerli gören bir kitlenin hala varolduğunu göstermesidir.

TBMM’de bir komisyon başkanının yürütme organı tarafından oluşturulan bir komisyona üye olmasını kuvvetler ayrılığı-birliği ilkesi açısından değerlendiren ve Kalaycıoğlu hocanın bize kazandırdığı “Sultanizm” kavramı çerçevesine oturtan bir yazı yazdım. Yazının yayınlanması için eski bir basın emekçisi arkadaşımdan yardım istedim.

Muhalif basından önemli bir gazete kendi yazarlarının görüşü olmayan bir düşünceye yer veremeyeceklerini söylemiş. Çok haklı. “Özgür Basın” sonuçta. Kendi gazetelerinde neyin yayınlanacağına kendileri değil de dışarıdan gelmiş birileri mi karar verecek. Dış mihrakların düşünceleriyle ilgili karar verme hakkı onların. Ne de olsa “özgür”ler.

Bir başka ana akım muhalif gazete, bu tür ayrıntılarla iktidarla sürtüşmeye girmenin anlamsız olduğunu söylemiş. O da haklı, kuvvetler birliği nedir ki zaten. Teori işte.

Merkeze yakın bir yayın organı, bu ara yönetimle ilişkilerinin iyi olduğunu ve birkaç ihaleyi almak üzere olduklarını; bu yüzden yönetimle sorun yaşamanın zamanının olmadığını söylemiş.

Sonunda Duvar Gazetesi başka bir yerde yayınlanmamış olması koşuluyla Konuk Yazar köşesinde yazıya yer verebileceğini söylemiş. Yazı 5 Aralık 2023 tarihli gazetede yayınlandı.

Bu arada basın arşivimi karıştırırken büyük bir tesadüf eseri 5 Aralık 2021 tarihinde “Politikyol” adlı sitede “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile uygulanan model, kuvvetler birliğidir” başlıklı yazımı gördüm.

İki yıl arayla kuvvetler birliğine ilişkin iki yazı.

Yazılar ne ulusal basında ne de yerel basında tek bir atıf almadı. Konunun muhataplarından bu konuda tek bir açıklama ya da yorum gelmedi.

Ama çok sesli olmasa da iki sesli basın aynı şeyi düşünmemekteydi.Seslerden muhalif olanında sorunlar bambaşkaydı: Seçil Erzan ve Dilan Polat haberleri müthiş reytingler almaktaydı. Ayakta kalmak için bu reytinglere ihtiyaç vardı ama aynı zamanda bu sayede halkın gerçekler”e ulaşması da mümkün hale gelmekteydi.

R İÇSEL SORGULAMA DENEMESİ YA DA TÜRK BASININDAN MANZARALAR

Bu durumda bir bilim adamı olarak kendimi sorgulamaya başladım. Bendeki sorunun kaynağı nedir acaba diye kafa yordum. Galiba sorumlu 1789 Fransız Devrimi’nden sonra yayınlanan Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’nin 16. maddesiydi. Söz konusu 16. madde, “haklara saygının güvence altına alınmadığı ve dolayısıyla kuvvetler ayrılığının tanımlanmadığı bir toplumun anayasası yoktur” diyerek temel hak ve özgürlükler ile kuvvetler ayrılığı arasında ilişki kurmaktaydı. Bunun Türkçe tercümesi şuydu: Bir ülkede “anayasa” adı altında yayınlanan bir belge bulunması o devletin anayasanın üstünlüğü prensibini benimsemiş anayasal bir devlet olduğu anlamına gelmez. Bu “anayasa”nın içinde kuvvetler ayrılığı yoksa, anayasanın üstünlüğü prensibi geçerli olmayacağından ve dolayısıyla bireylerin temel hak ve özgürlükleri korunamayacağından o ülke “anayasalı devlet” olmakla birlikte “anayasal devlet” sayılamaz. Bunun pratikteki sonucu, yargı bağımsızlığının güvencede olmaması nedeniyle çok sayıda yurttaşın siyasi yargılamalar yapılarak cezalandırılmalarıydı. Bu sorun hukuk devleti, demokrasi, cumhuriyet gibi kavramlarda önemli aşınmalara neden olmaktaydı. Bu sorun çözüldüğünde ekonomik sorunlar dahil diğer tüm sorunların çözülmesi mümkün olabilirdi ve buradan başlanmalıydı.

Ama çok sesli olmasa da iki sesli basın aynı şeyi düşünmemekteydi.

Seslerden muhalif olanında sorunlar bambaşkaydı:

Seçil Erzan ve Dilan Polat haberleri müthiş reytingler almaktaydı. Ayakta kalmak için bu reytinglere ihtiyaç vardı ama aynı zamanda bu sayede halkın “gerçeklere” ulaşması da mümkün hale gelmekteydi. Dilan Polat’ın başındaki dolarların kıvrımlarını ve içtiği altın tozlu kahvenin köpük biçimini ezberlemiş yurttaşlar olarak daha başka kıvrımları da öğrenmeye hakkımız vardı.

Ama bu arada yurttaşlar bu tür yaşamları gördükçe, kendi yaşamlarında değişiklikler yapma girişiminde bulunma konusunda özendirilmiş olmayacaklar mıydı? Aylık aldığı ücretle geçinemeyen asgari ücretli çoğunluk, “acaba biz de bu pastadan pay alacak yolları denesek mi?” “Sonunda yakayı ele versek bile yakayı ele verinceye kadar elde ettiklerimizle geleceğimizi güvenceye alırız” gibi düşüncelere sokulmayacak mıydı? Üstelik daha yakın tarihlerde bir mafya liderinin açıklamalarıyla herkesi şok eden bilgiler yayınlanmamış mıydı? Çok sayıda mafya örgütü lideriyle ilgili haberler çok uzun süre basının gündeminde yer almamış mıydı? Bütün bunların sonunda perdenin arkasında olanlarla ilgili hiçbir soruşturma yapılmamış olduğu bilinmiyor muydu? Bütün bunlar bu konuda derinlemesine soruşturma yapacak ve ucu siyasilere dokunduğunda yolundan dönmeyecek bir yargı organının eksikliğinden kaynaklanmıyor muydu? Kuvvetler ayrılığı olmaksızın bu tür bir yargı bağımsızlığının sağlanmayacağı bilinmiyor muydu?

Bak şimdi. Yine kuvvetler ayrılığı dedin. Oysa Seçil Erzan ve Fatih Terim ilişkisine ilişkin yeni görüntüler gelmiş. Kapat kardeşim şu ayrılık mayrılık hikayesini. Halka gerçekleri ulaştıracağız.”

Ama haksızlık etmemek lazım. Muhalif basın günde sadece 7-8 saatlik kısmını bu tür yarı magazin haberlerine ayırmakta. Bir de şu İyi Parti meselesi var. Seçimleri onların yüzünden kaybettik. Şimdi iplerini pazara çıkarmak gerekir ki bir daha bu tür işlere engel olamasınlar. Zaten her gün istifalar. (“Bak şimdi de neylimben” ilçesinin ilçe başkan yardımcısının eşi istifa etmiş. Hemen girelim.) “Bu arada İmamoğlunun en yakın rakibiyle aradaki puan farkı %25 olmuş. Bunu da verelim, moralleri yükseltelim ve iktidara yürüyelim artık.”

Ama geçen seçimlerde de Kılıçdaroğlu için aynı şeyleri söylemiştiniz; en yakın rakiplerle arada ciddi farklar vardı.

İşte hep bu İyi Parti. Şimdi onu çözersek iş tamam. (“Bir istifa daha mı, reklama girmeden önce bir istifa daha” manşetini girip görüntüleri verelim.”)

Hiç kuşkusuz bu haberler günün diğer 1/3’lük kısmını alıyor. Daha 7-8 saatimiz var. O zaman halkın sorunlarını incelemeye devam: Asgari ücret. “14.000 demiş iktidar. Zinhar olmaz, izin vermeyiz. En az 17.000 olacak. Ya olacak ya olacak! Hele bir de yıllık olarak belirlenecekmiş. Bakın şu grafikteki merdivene. Eğer 17.000 olmazsa en az 3 ay açlık sınırının altında kalacak asgari ücret.

Ama sorun bu değil ki. Sorun anayasal haklarını kullanamayan işçilerin pazarlık haklarını kullanamaması. Yürütme tarafından belirlenen komisyon, pazarlık görüşmeleri sonunda uzlaşmaya varılamadığında kararı verecek ve yürütmenin verdiği karar kabul edilecek. Oysa toplantı ve gösteri yürüyüşü, grev, örgütlenme özgürlüğü, sendikal haklar gibi anayasal devletlerde var olan haklar kullanılabilseydi, bu rakamlar konuşulmazdı. Bu da işçi haklarının güvence altına alınmasına bağlıdır ve bu haklar ancak kuvvetler ayrılığı ilkesinin işletilmesiyle güvence altına alınabilir.

Ne laf anlamaz adamsın kardeşim. Bizim sorunumuz başka. Şu üç bin lirayı almaya çalışıyoruz. Ona da engel olma. Tok ne anlar açın halinden tabi. Sen o üç bin liranın açlık sınırında yaşayan kişi için önemini bilsen, kuvvetler ayrılığı gibi zırvalarla uğraşmazdın.”

Doğru. Haklısınız. Ama neyse ki zaten yer vermediniz, kimsenin gündemine de girmedi, tartışılmadı.

Ne olur sanki TBMM Komisyon başkanı yürütme organının bir komisyonunda üye olsa. Onlar sanki kadın haklarını savunmuyorlar mı kardeşim? Orada ya da burada savunulmasının ne önemi var. Savunuyorlar işte.”

Ben belki yasama yürütmeyi denetler diye şeyetmiştim ama. Bir de kadın cinayetleri artarak sürüyor. Belki yasama bu konuda politika üreterek yürütmeyi doğru politikalar uygulamaya zorlayabilirdi.

Ya bırak bunları, çağ değişti, işbirliği lazım, kalkınma lazım (kızım reytingler nasıl verelim mi reklamı).”

Haklısınız efendim.

Kuşkusuz bir de diğer kanat var. O çok daha etkili ama onlar da kuvvetler ayrılığını hiç önemsemediler.

Ya kardeşim kuvvetler ayrılığı diye tutturdun.

Kuvvetler yok mu?”

Vaaaar.

E o zaman neye inat ediyorsun. Ha kuvvetler ayrılığı ha kuvvetler birliği. Kuvvetlerimiz var işte. Üstelik sen birlikten yana mısın yoksa ayrılıktan yana bir bölücü müsün?

Hepimiz bir ve bütün olmalıyız. Haçlı ordularının Filistini işgal ettikleri, kurtuluş mücadelesi veren Hamas’ın terör örgütü olarak adlandırıldığı bir dönemde milli bir dava üzerinde birlik olmamız gerekirken sen hala ayrılıktan söz ediyorsun. Ne ayıp.

24 saat boyunca canlı yayında savaşı yayınlıyoruz, sen hiçbir şey öğrenmemiş ayrılıktan söz ediyorsun. Kanalları izlesen davamızı savunma peşinde olan vatandaşlarımızın bütün gün kafeleri gezerek İsrail üretimi olan kahveleri nasıl döktüklerini görür ve gururlanırdın.”

Ya ben onları gördüm de o kahvelerin parası ödenmiş zaten, İsrail o paraları almış. Olan o kahvesi dökülen vatandaşımıza olmuş olmuyor mu? Üstelik o kafeler kahve satmaya devam ediyor. Kafe sahipleri de Türk vatandaşları. Öte yandan İsrail ile ticari ilişkiler sürüyor diye biliyorum. Yanlış mı?

Kardeşim ticaret başka. Ticaret yoluyla ülke kalkınması sağlanıyor. Sen yoksa ülke kalkınmasına da mı karşısın.

Haşa, ne haddime!

O zaman bu konularda yorum yapma.”

Peki efendim.

Gün birlik vaktidir. Seçimlerin de yaklaştığı bir sırada bu birliği gündemde tutmaktan daha ulvi bir amaç olabilir mi? Seçimler yoluyla aynı adayları seçip birliğimizi kanıtlayabilirsek bize kimse karşı koyamaz. Bu yolla hep birlikte kalkınacağız.”

Ama ateşkes görüşmelerinde bizi arabulucu yapmadılar ve pek dikkate almadılar.

İşte diyoruz ya kardeşim seçimlerde Filistin davasına sahip çıkacağımızı birlik halinde gösterirsek bu sorunu çözeriz. Bu partiler üstü meselede, bu milli davada birlik olmak zorunludur. Zaten eskiden beri sol örgütler dahil herkes bu davayı desteklemiştir. O yüzden seçimlerde birlik olduğumuzu bir kez daha güçlü biçimde göstermemiz gerekir. Aksi takdirde Filistin davası kaybedilmiş demektir.”

Ama siz de söylediniz, Türkiye’de zaten bu sorun her kesimden destek almıştır ve milli dava olarak görülmektedir ama buna rağmen sorun bu boyutlara ulaşmıştır.

İşte şimdi de bunu seçimlerde de göstermek gerekir. Göstermeyenler haindir, nokta. O yüzden bu kuvvetler ayrılığı gibi kavramları bırakın da birliğe odaklanın. (Kızım şu yeni bombalama görüntülerini girelim. Bu arada şu çubuğu ver de harita üzerinde bombanın düştüğü yeri göstereyim.)”

Bu tepkiler karşısında nasıl bir saçmalama içinde olduğumu fark ettim. Bu yüzden daha önce yazmayı planladığım Yargıtay 3. Ceza Dairesinin Can Atalay Kararı üzerine yorum yapmaktan vazgeçtim. Eğer yazsaydım şunları söyleyecektim: Kararın asıl önemli kısmı, Can Atalay hakkında AYM tarafından verilen hak ihlali kararının yerine getirilmeyeceğine ilişkin kısım değildi.

YAZILAMAYAN BİR YAZININ HÜZÜNLÜ HİKÂYESİ

Bu tepkiler karşısında nasıl bir saçmalama içinde olduğumu fark ettim. Bu yüzden daha önce yazmayı planladığım Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin Can Atalay Kararı üzerine yorum yapmaktan vazgeçtim. Eğer yazsaydım şunları söyleyecektim: Kararın asıl önemli kısmı Can Atalay hakkında AYM tarafından verilen hak ihlali kararının yerine getirilmeyeceğine ilişkin kısım değildi. Sayın Basın tarafından gündeme getirilen bu husus kuşkusuz çok önemliydi ve AYM kararlarının yerine getirilmemesini göstermesi ve Can Atalay’ın özgürlüğüne kavuşamaması bakımından değerliydi. Ancak kararın diğer bölümlerini de okuyan biri olarak bundan daha önemli hususlar da saptamıştım. Kararda aynen şu ifadelere yer verilmişti:

Ülkemizde Anayasa Mahkemesi sadece yasaları iptal ederek yasama organının alanına müdahale etmemekte; ayrıca, bazen yasa koyucu gibi davranarak Anayasa’ya göre aralarında astlık üstlük ilişkisi bulunmayan yüksek mahkemeler üzerinde de süper temyiz mahkemesi olarak vesayet makamı gibi davranmaktadır.”

Bu sözlerden anlaşılan AYM’nin yasaları iptal etmesinin yasama organının alanına müdahale etme anlamına geldiği idi. Bu durumda AYM yasaları yasama organının alanına müdahalede bulunmamak için iptal kararı vermemeliydi. Oysa Anayasanın 148, 150, 151, 152, 153 maddeleri AYM’ye iptal davalarını karara bağlama görevi vermişti. Örneğin Anayasa’nın 150 nci maddesi “Kanunların, …belirli madde ve hükümlerinin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesinde doğrudan doğruya iptal davası açabilme hakkı, Cumhurbaşkanına, Türkiye Büyük Millet Meclisinde en fazla üyeye sahip iki siyasi parti grubuna ve üye tamsayısının en az beşte biri tutarındaki üyelere aittir” diyerek “yasaları iptal etme yetkisi”ni AYM’ye vermişti. 3. Daire, Kararında, Anayasa’nın bu hükmünü yok sayarak “Ülkemizde Anayasa Mahkemesi sadece yasaları iptal ederek yasama organının alanına müdahale etmemekte” saptamasıyla AYM’yi Anayasa’da tanımlanan görevi dolayısıyla suçlamaktaydı. Bu durumda 3. Daire’ye göre AYM’nin gerçek bir AYM olması için Anayasa’da kendisine verilen bu görevi yerine getirmemesi gerekmekteydi. Aynı şey bireysel başvuru için de geçerliydi. Anayasa bireysel başvuru yoluna gidilebilmesini 148. Maddesinde koşula bağlamıştı: Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır. Yani tanım gereği AYM temyiz mercileri veren mahkemelerin kararları üzerinde inceleme yapmaktaydı ve bu aşamayı geçmemiş kararların AYM önünde bireysel başvuru yoluyla görüşülmesi mümkün değildi. Üçüncü Daire AYM’nin gerçek bir AYM olması için bu denetiminden de vazgeçmesi gerektiğini söylemekteydi. Norm denetimi yapmayan ve bireysel başvuruları incelemeyen bir AYM’nin fiilen kaldırıldığı söylenebilir. Bunun sonucu, içinde AYM bulunmayan yeni bir hukuksal düzenin kurulmuş olduğudur. Oysa doktrinde AYM’ler maddi hukuk devletinin cihazları ve AYM’lerin kuruluşu “hukuk devletinin cihazlandırılması” olarak tanımlanmaktadır (Bakır Çağlar, Anayasa Bilimi).

Bu tür bir yazı yazsaydım muhtemelen devletlerde AYM’lerin bulunmadığı ya da AYM’lerin görev ve yetkilerine itiraz edildiği dönemlerin bulunduğu itirazı yapılacaktı.

Bu itiraz kesinlikle haklı olurdu. Çünkü Bakır Çağlar hoca’nın aktardığına göre aynı tartışma Weimar Anayasasının hazırlık çalışmaları sırasında da yaşanmıştı. Tartışmalar sırasında nasyonal sosyalizmin teorisyeni Carl Schmitt Hukuk Devleti ile Devletin siyasal biçimi arasında bir ayrışma olması ve Hukuk Devletinin şekli bir bileşim olması gerektiğini savunurken Weimar Anayasasının babası H. Preuss bu düşünceye karşı çıkmıştı. Preuss Anayasa Komisyonundaki görüşmeler sırasında Hukuk Devletinin, Devletin siyasi biçiminden ayrılamayacağını ve bu ikisi arasında sadece göreli bir özerklik olabileceğini iddia etmişti. Weimar Anayasası döneminde Devlet Yüksek Mahkemesi (Reichsgericht) 4 Kasım 1925 tarihli kararında mahkemelerin kanunların şekli denetimini yapabileceklerini kararlaştırmıştı. Mahkemeler bu karara dayanarak kanunların şekil bakımından anayasaya uygunluk denetimini yapmış ancak esas bakımından denetim yapmamışlardı. Bunun arkasında yatan düşünce seçimle geldiği için milli iradeyi temsil ettiği düşünülen siyasal organ parlamentonun kararları üzerinde atanmış bir organın denetiminin söz konusu olamayacağı idi. Bu dönemde yazdıklarıyla faşist Nazi rejimini meşrulaştırmaya çalışan Ernst Forsthoff, Yüksek Mahkemenin şekil denetimi yapılacağına ilişkin kararını bile yargı bürokrasisinin bir partiler koalisyonu hâkimiyetinde bulunan Parlamentoya bir güvensizlik ifadesi saymıştı. Bu eğilim, o dönemde Yüksek Mahkemenin ve mahkemelerin faşist Nazi rejiminin gelişip serpilmesine muhalefet etmesini engellemişti. Weimar Cumhuriyetinin sınırlarının havaya uçurulmasının nedeni olarak tanımlanan 24 Mart 1933 tarihli tam yetki yasasından yaklaşık bir ay önce, 28 Şubat 1933 tarihinde çıkarılan “ordonans” kamu özgürlüklerinin teminatı Anayasanın 48. maddesine dayanılarak kaldırılmış ve Mahkeme bu düzenlemenin anayasaya esas bakımından uygunluk denetimini yapmamıştı. Böylece Preuss haklı çıkmış ve Hukuk Devleti ile Devletin siyasi biçimi arasında ayrım yapılamayacağı pahalı da olsa kanıtlanmıştı. Çünkü bu denetimsizlik Almanya’yı faşist rejime sürüklemişti. Weimar Anayasası dönemindeki bu deneyime tepki olarak Bonn Temel Yasası döneminde şekli hukuk devletinden maddi hukuk devletine (materieller rechtsstaat) bir geçiş yapılmıştı. Tepki niteliğindeki Bonn Temel Yasasında temel haklar, anayasanın başında tanımlanmış ve daha ilk maddede temel hakların yasama, yürütme ve yargı iktidarlarını bağladığı açıklanarak kanunların anayasaya uygunluk denetiminin maddi temeli hazırlanmıştı. Bazı anayasacılar bu gelişmeyi Hukuk Devletinden (Rechsstaat), Yargıçlar Devletine (Richterstaat) geçişin bir başlangıcı saymıştı. Çağlar daha ılımlı bir formülle Maddi Hukuk Devletini, Yargıçlar Devleti ile Demokrasinin yeni bir sentezi olarak görmüştü.

Dolayısıyla 1925 yılında Almanya’da yapılan bu tartışma 100 yıl sonra 2023’te neden ülkemizde yapılmasındı. Arada 100 yıllık bir deneyim olsa da tarih her zaman ileriye gidişi yansıtmazdı netekim.

Ancak bir tür fantezi niteliğinde olan bu tartışmayı Basın gündeme getirecek değildi herhalde ve ben de bu yüzden yazıyı yazmaktan vazgeçtim.

Eğer bu yazıyı okumaktaysanız, hala ana akım medya dışında çıkıntılık yapan bir basın da var demektir.

Ama bu yazıyı okuyorsanız en güzel tarafı bu tür bir yazıyı okumayı değerli gören bir kitlenin hala varolduğunu göstermesidir.

Fahri Bakırcı, Prof. Dr., TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Hukuk Fakültesi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir