Muhalefet şerhi

Muhalefet şerhi

Üyesi bulunduğum Adalet Komisyonu, bir kanun teklifini görüşmek üzere ilk kez 20-21 Şubat 2024’te toplanmış; bu toplantılarda da muhalefet partilerinin en yapıcı ve rasyonel değişiklik önergeleri, iktidar bloku tarafından reddedilmiştir. Bu ise geçmiş yılların yasama faaliyetleriyle mukayese edildiğinde ülkemizin demokrasi standartlarını zayıflatan bir durumdur.

 2/2023 esas numaralı “Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda ve 659 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”ne Saadet Partisi Adalet Komisyonu üyesi olarak karşı olmamın nedenleri aşağıda ayrıntılı olarak sunulmuştur.

Kamuoyunda “8. Yargı Paketi” olarak adlandırılan, resmi adı ise “Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda ve 659 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” olan teklif, Adalet Komisyonu’nun 20-21 Şubat 2024 tarihli toplantılarında görüşülerek kabul edildi. Teklif hakkındaki genel değerlendirmelerimle içerdiği bazı maddelere ilişkin görüşlerimi aşağıda maddeler halinde sıralıyorum.

I – Teklifin Tümüne İlişkin Genel Değerlendirmelerimiz

1. Basında yer alan haberlerde teklifin “8. Yargı Paketi” olarak adlandırılması yanıltıcıdır. Çünkü böyle bir adlandırma, metnin tamamının yargısal süreçlere ilişkin hukukî sorunlara çözüm amacını içeren hükümlere yer verdiği izlenimini uyandırmaktadır. Oysa metnin sadece bazı hükümleri usul hukuku, bazı hükümleri ise ceza hukukuna ilişkin düzenlemeler içermektedir.

Örneğin teklifin 38’inci maddesinde 6 Şubat 2023’te ortaya çıkan deprem felaketinden etkilenen yerleşim yerlerine ilişkin sanayi altyapısının güçlendirilmesine yönelik destek ve uygulamaları bir yıldan iki yıla çıkaran bir düzenleme yer almaktadır. Keza teklifin 39’uncu maddesinde emeklilere verilen bayram ikramiyesine ilişkin 2.000 TL’den 3.000 TL’ye çıkarılmasını öngören bir düzenleme yer almaktadır.

Nihayet teklifin 33 ila 36’ncı maddeleri arasındaki düzenlemeler, Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’na değişiklik getirmektedir. Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi teklifin 8. Yargı Reformu Paketi olarak adlandırılması, gerçekçi değildir.

2. Yukarıda değindiğim gibi teklif, “Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda ve 659 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” şeklinde adlandırılmıştır. Bu adlandırmadan da anlaşılacağı gibi söz konusu teklif, torba kanun mahiyetindedir. Nitekim teklif, yürürlükteki 17 kanun ve 1 kanun hükmünde kararnamede değişiklikler içeren hükümlerden oluşmaktadır.

Burada uzun yıllardan beri süregelen ve artık yasama sürecimiz bakımından istisna olmaktan çıkıp asıl kurala dönüşen torba kanun uygulamasının hukuk devletiyle yarattığı çelişkiyi ifade etmek gerekir.

Bilindiği gibi Anayasamızın “Cumhuriyet’in Nitelikleri” başlıklı 2’nci maddesi, hukuk devleti ilkesine yer vermekte; Anayasanın 4’üncü maddesi ise bu ilkenin yer aldığı 2’nci madde dâhil ilk üç maddenin değiştirilmesini yasaklamaktadır. Bu, anayasa koyucunun Cumhuriyet’in niteliklerini belirleyen kavramlara verdiği önemi göstermektedir.

Hukuk devletinin amacı, devlet otoritesini hukuk kurallarıyla sınırlamak; böylece yönetimde keyfîliği önlemektir. Bu suretle hukuk devletinin yöneldiği nihaî hedef ise bireyin varlığını, onurunu, hak ve özgürlüklerini devlet otoritesinin keyfî tezahürlerinden korumaktır. Böylece bireyler, geleceğe güvenle bakabilecekleri, hayatlarını yürürlükteki hukuk kurallarına göre planlayabilecekleri bir ortama sahip olacaklardır.

Hukuk devletinin çeşitli unsurlarından biri de hukuk normlarının belirliliği ilkesidir. Hukuk normlarının belirliliği, bu normların ortalama bir yurttaş tarafından anlaşılabilir bir açıklıkta ve yalınlıkta olmasını gerektirmektedir. Öte yandan bu ilke, hukuk normlarının ortalama bir yurttaş tarafından erişilebilir olmasını da emretmektedir.

Bir hukuk devletinde hukuk normlarının belirlilik ilkesine dayanması doğaldır. Çünkü hukuk devletinin amacı, kamu gücünü kullanan bütün organ ve makamların fonksiyonlarını hukukla sınırlamak, yurttaşların da her tür eylem ve işleminde hukuka uygun davranmalarını garanti etmektir. Bu amacın ortaya çıkması ise ancak hukuk kurallarının belirliliği ilkesiyle mümkün olabilecektir.

Nitekim Anayasa Mahkemesi de yerleşik içtihatlarında belirlilik ilkesini hukuk devletinin zorunlu unsurlarından biri olarak değerlendirmiştir. Mahkemeye göre,

“Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri “belirlilik”tir. Belirlilik ilkesi, yalnızca yasal belirliliği değil, daha geniş anlamda hukuki belirliliği de ifade etmektedir. Yasal düzenlemeye dayanarak erişilebilir, bilinebilir ve öngörülebilir gibi niteliksel gereklilikleri karşılaması koşuluyla, mahkeme içtihatları ve yürütmenin düzenleyici işlemleri ile de hukuki belirlilik sağlanabilir. Aslolan muhtemel muhataplarının mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini öngörmelerini mümkün kılacak bir normun varlığıdır.” (E. 2014/61, K. 2014/166, K.T: 7/11/2014)

Öte yandan Mahkeme, aynı kararında belirlilik ilkesiyle devlete güven arasındaki ilişkiyi şu sözlerle ifade etmiştir:

“Diğer taraftan, hukuk devleti ilkesinin gereklerinden biri olan hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Kanunlara güvenerek hayatını yönlendiren, hukuki iş ve işlemlere girişen bireyin, bu kanunların uygulanmasına devam edileceği yolunda oluşan beklentisinin mümkün olduğunca korunması hukuki güvenlik ilkesinin gereğidir. Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir.” (E. 2014/61, K. 2014/166, K.T: 7/11/2014)

Torba kanunların hemen hemen tamamında “falanca kanunun filanca maddesinin falanca fıkrasına aşağıdaki kelime ilave edilmiş; … kelimesi çıkarılmıştır” gibi ifadeler yer almaktadır. Böylece torba kanunların hukuk âleminde yol açtığı değişikliklerin neler olduğunu anlamak, bırakın ortalama bir yurttaşı, hukukçular tarafından dahi anlaşılması zor bir tablo yaratmaktadır.

 TORBA KANUN UYGULAMASINA SON VERİLMELİ

Torba kanunlar ise yürürlükteki çeşitli kanunlar üzerinde değişiklikler içeren hukuk metinleridir. Üstelik bu metinlerin değiştirdiği kanunlar arasında konu yönünden herhangi bir bağlantı bulunmamaktadır. Bu ise bir yandan hukuk düzeninin bütünlüğünü ve istikrarını bozan bir sonuç yaratmakta; diğer yandan belirlilik ilkesini ihlâl eden boyutuyla bireyler bakımından hukuk kurallarının öngörülebilirliğini ortadan kaldırmaktadır.

Buna ek olarak, torba kanunların hemen hemen tamamında “falanca kanunun filanca maddesinin falanca fıkrasına aşağıdaki kelime ilave edilmiş; … kelimesi çıkarılmıştır” gibi ifadeler yer almaktadır. Böylece torba kanunların hukuk âleminde yol açtığı değişikliklerin neler olduğunu anlamak, bırakın ortalama bir yurttaşı, hukukçular tarafından dahi anlaşılması zor bir tablo yaratmaktadır. Sık sık başvurulan bu yöntem, iş yükü fevkalade ağır olan yargı makamlarının, görmekte oldukları davalara uygulanması gereken yürürlükteki normu tespit etmelerinde güçlüklere yol açmaktadır. Bu ise tüm ilişkilere ve uyuşmazlıklara hukukun üstünlüğünün hâkim kılınması şeklindeki hukuk devletinin en aslî amacını aşındırmaktadır.

Bütün bu sebeplerle torba kanun uygulamasına son verilmesi gerekmektedir. Ne var ki bu uygulamaya son verilmediği gibi ülkemizin yasama sürecinde sadece torba kanun yapma geleneği hâkim kılınmıştır.

3. Teklif bir bütün olarak incelendiğinde, çelişkili düzenlemelere yer verdiği görülmektedir. Örneğin teklifin 10’uncu maddesinde yer alan hüküm, aşağıda açıklanacağı gibi, hukuk devletinin suç ve cezanın kanunîliği ilkesini ihlâl etmektedir.

Öte yandan teklifin 22’nci maddesiyle getirilen sorumsuzluk düzenlemesi, gene aşağıda açıklanacağı gibi hukuk devleti ilkesiyle çelişmektedir.

Böyle olmakla beraber, teklifin genel gerekçesinde ve 17’nci maddenin gerekçesinde hukuk devletine atıflar yapıldığı görülmektedir.

Eğer teklifin asıl amacı hukuk devleti güvencelerini güçlendirmekse o halde teklifin hukuk devleti ilkesini ihlâl eden torba kanun olma mahiyeti ile hukuk devleti ilkesiyle çelişen 10’uncu ve 22’nci maddeleri nasıl izah edilecektir?

Bundan başka, teklifin 33 ila 36’ncı maddeleri arasında yer alan hükümler, Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’na değişiklikler getirmektedir. 33’üncü maddenin gerekçesinde şu ifade yer almaktadır: “Değişiklikle, özel nitelikli kişisel verilerin işlenme şartları, güncel ihtiyaçlar ve Avrupa Birliği Genel Veri Koruma Tüzüğü nazara alınarak yeniden düzenlenmektedir.” Benzer şekilde 34’üncü maddenin gerekçesinde ise aşağıdaki ifadeye yer verilmiştir:

“Avrupa Birliği, 2018 yılında yürürlüğe koyduğu Genel Veri Koruma Tüzüğüyle her geçen gün gelişen teknoloji ve dijitalleşme ile ticari hayatın dinamikliğinin doğurduğu ihtiyaçları nazara alarak, ilgili kişilerin haklarını da koruyacak şekilde Avrupa Birliği dışına veri aktarılması bakımından yeni yöntemler öngörmüştür. Maddeyle Kanunun 9 uncu maddesi Tüzüğün ilgili hükümleri esas alınarak değiştirilmektedir.”

Suçu tanımlayan norm, belirlilik ilkesine uygun olmadığı, müphem ve muğlak kavramlara yer verdiği takdirde kamu makamları için keyfî bir alan yaratacak; bu ise temel hak ve hürriyetlerin Anayasaya aykırı olarak sınırlanmasına yol açacaktır.

SUÇU TANIMLAYAN NORM, BELİRLİLİK İLKESİNE UYGUN OLMALI

Bilindiği gibi Avrupa Birliği hukuk sistemine hâkim olan temel değerlerden biri, Kopenhag Siyasi Kriterlerine uygunluktur. Bu kriterlerden biri ise hukuk devletinin tüm unsurlarıyla güçlendirilmesidir. Eğer teklifin amacı Avrupa hukukuna uyum sağlamaksa teklifin içerdiği hukuk devletini ihlâl eden hükümler nasıl izah olunacaktır? Teklifi hazırlayanlar, hukuk devleti ihlâllerini önemsemiyorlarsa o takdirde 33 ve 34’üncü madde gerekçelerindeki Avrupa Birliği Genel Veri Koruma Tüzüğü düzenlemelerine uyum sağlama çabası nasıl açıklanacaktır?

II – Teklifin Çeşitli Hükümleri Hakkındaki Görüşümüz

1. Teklifin 10’uncu maddesi, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 220’nci maddesine 6’ncı fıkra olarak aşağıdaki hükmün ekleneceğini düzenlemektedir:

“(6) Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişi, ayrıca iki yıl altı aydan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. İşlenen suçun niteliğine göre verilecek ceza yarısına kadar indirilebilir. Bu fıkra hükmü sadece silahlı örgütler hakkında uygulanır.”

Hüküm incelendiğinde, suç fiilinin müphem ve muğlak ifadelerle tanımlandığı, bu yönüyle yargı makamlarına geniş bir takdir yetkisi sunduğu görülmektedir. Böylece yargı makamları, bir fiilin bu fıkra hükmünü ihlâl edip etmediğini tespit ederken sübjektif ölçülerle hareket edebileceklerdir. Diğer bir deyişle, kanun koyucuya ait olan suç yaratma yetkisini kullanacaklardır. Bu ise Anayasamızın 2’nci maddesinde yer alan ve hukuk devleti ilkesinde mündemiç olan suç ve cezanın kanunîliği ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Anayasa koyucumuz, suç ve cezanın kanunîliği ilkesine verdiği önem nedeniyle bu ilkenin 2’nci maddenin içerdiği hukuk devleti ilkesinde zaten mündemiç olduğu gerçeğiyle yetinmemiş; “Suç ve Cezalara İlişkin Esaslar” başlıklı 38’inci maddede bu ilkeye ayrıca ve açıkça yer vermiştir.

Bu nedenle 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 220’nci maddesinin 6’ncı fıkrasına eklenmek üzere teklifin 10’uncu maddesinde yer alan düzenleme, Anayasamızın 2’nci ve 38’inci maddelerini ihlâl etmektedir.

Üstelik teklifin 10’uncu maddesi, Anayasa Mahkemesi’nin E. 2023/132, K. 2023/183, 26/10/2023 kararının gereğini yerine getirmek üzere düzenlenmiştir. Oysa Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu kararı dikkatle okunduğunda, teklifin 10’uncu maddesiyle kaleme alınan düzenlemenin, kararın gereklerini yerine getirmediği, tam aksine Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu kararındaki tespitlerle çeliştiği görülmektedir.

Kararın 22’nci paragrafına göre,

“Anayasa’nın” 38’inci “maddesinde yer alan suçta ve cezada kanunilik ilkesi uyarınca hangi fiillerin yasaklandığının ve bu yasak fiillere verilecek cezaların hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak açıklıkta, anlaşılır ve sınırları belirli olarak kanunda gösterilmesi gerekmektedir. Kişilerin yasak fiilleri önceden bilmeleri düşüncesine dayanan bu ilkeyle temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması amaçlanmaktadır (AYM, E.2020/16, K.2020/33, 25/6/2020, § 15).” (E. 2023/132, K. 2023/183, 26/10/2023, § 22)

Dahası suç ve ceza yaratan bir normun, suçun tanımını tüm unsurlarıyla şüpheye yer bırakmayan bir açıklıkla ifade etmesi, bir fiilin suç mu yoksa anayasal bir hürriyetin kullanılması mı olduğunun tespitinde hayatî bir önem taşımaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin görüşü de bu yöndedir. Mahkemeye göre,

“[K]uralda yer alan örgüt adına kavramının belirsizliğinden kaynaklı geniş yorumu nedeniyle kuralla ifade özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı ya da örgütlenme veya din ve vicdan özgürlüğü gibi temel haklar üzerinde güçlü bir caydırıcı etki yaratılmaktadır.” (E. 2023/132, K. 2023/183, 26/10/2023, § 33)

Bundan başka, suç ve ceza yaratan bir normun suçu tereddüde yer bırakmayan bir açıklıkla tanımlaması, belirlilik ilkesinin bir gereğidir. Suçu tanımlayan norm, belirlilik ilkesine uygun olmadığı, müphem ve muğlak kavramlara yer verdiği takdirde kamu makamları için keyfî bir alan yaratacak; bu ise temel hak ve hürriyetlerin Anayasaya aykırı olarak sınırlanmasına yol açacaktır. Anayasa Mahkemesi bu hususu çok net olarak ifade etmektedir. Mahkemeye göre,

“Belirlilik, bir kuralın keyfîliğe yol açmayacak bir içerikte olmasını ifade eder. Temel hakların sınırlandırılmasına ilişkin kanuni düzenlemenin içerik, amaç ve kapsam bakımından belirli ve muhataplarının hukuksal durumlarını algılayabilecekleri açıklıkta olması gerekir. Bu ilkeye göre yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu birtakım güvenceler içermesi gereklidir. Bir kanuni düzenlemede hangi davranış veya olgulara hangi hukuksal sonuçların bağlanacağı ve bu bağlamda kamusal makamlar için nasıl bir müdahale yetkisinin doğacağı belirli bir kesinlik ölçüsünde ortaya konmalıdır. Bu durumda bireylerin hak ve yükümlülüklerini öngörerek davranışlarını bu doğrultuda tanzim etmeleri mümkün olabilir (Hayriye Özdemir, §§ 56, 57; Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası ve diğerleri, § 56; Halk Radyo ve Televizyon Yayıncılık A.Ş., § 38; Metin Bayyar ve Halkın Kurtuluş Partisi, § 57; norm denetimine ilişkin kararlarda belirliliğe ilişkin açıklamalar için çok sayıda karar arasından bkz. AYM, E.2009/51, K.2010/73, 20/5/2010; AYM, E.2011/18, K.2012/53, 11/4/2012).

Bireylerin kendilerine düşen yükümlülükleri öngörme ve davranışlarını ayarlama imkânını vermeyen normlar hukuk güvenliği ilkesini zedeler, bu da bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini engeller. Hukuksal durumların takdirindeki belirsizlik, temel haklar alanında getirilen güvencelerin işlevsiz hâle gelmesine neden olur (Sara Akgül [GK], B. No: 2015/269, 22/11/2018, § 108). (…) Ayrıca ilgili kanuni düzenleme temel haklara ne oranda müdahale ediyorsa söz konusu düzenlemede aranacak belirlilik oranı da aynı doğrultuda yükselecektir (Sara Akgül, § 109; Hayriye Özdemir, § 58).” (Ömer Faruk Gergerlioğlu Başvurusu, No: 2019/10634, K.T: 01/07/2021, R.G. Tarih ve Sayı: 8/7/2021-31535, § 77-78).

Öte yandan teklifin 10’uncu maddesinin suçun tanımına ilişkin olarak yargı kuruluşlarına tanıdığı geniş takdir yetkisi, yargı kuruluşlarının benzer fiilleri farklı biçimde yorumlamalarıyla sonuçlanacak; böylece uygulamada Anayasanın eşitlik ilkesini ihlâl eden çeşitli sorunlar doğacaktır. Bu ise bireylerin Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yoluyla müracaat etmelerine yol açacak; böylece Anayasa Mahkemesi’nin iş yükü artacaktır. Anayasanın 11’inci maddesinde yer alan anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı hükmü dikkate alındığında bu hükmün yasama organına hitap eden yönü, kanun koyucunun bir normu düzenlerken muhtemel anayasaya aykırılık sorunlarını dikkate almasını, mümkün olduğu ölçüde anayasaya aykırılık sorunu içermeyecek düzenlemeler kabul etmesini gerektirmektedir. Teklifin 10’uncu maddesinde yer alan hüküm, daha dikkatle ve özenle hazırlandığı takdirde bu tür sorunlar ortaya çıkmayacaktır.

Nihayet teklifin 10’uncu maddesinin Türk Ceza Kanunu’nun 220’nci maddesinin 6’ncı fıkrasına eklenmek üzere düzenlediği hüküm, maddenin önceki fıkralarıyla birlikte değerlendirildiğinde, fiilin ağırlığı ile ceza yaptırımı arasındaki dengenin bozulduğu görülmektedir. Gerçekten maddenin ilk fıkrasında çok ağır bir fiil düzenlenmiş; fiilin ağırlığı ile doğru orantılı olarak cezanın alt sınırı dört yıl, üst sınırı ise sekiz yıl olarak belirlenmiştir.

Maddenin 2’nci fıkrasında ilk fıkrasına kıyasla daha hafif bir fiil tanımlanmış; fiilin ağırlığıyla orantılı olarak cezanın alt sınırı iki yıl, üst sınırı ise dört yıl olarak belirlenmiştir.

Teklifin 10’uncu maddesiyle 220’nci maddenin 6’ncı fıkrasına eklenmek üzere kaleme alınan hüküm ise maddenin 2’nci fıkrasındaki fiile göre daha hafif bir nitelik taşımaktadır. Buna rağmen teklif, cezanın alt sınırı olarak iki yıl altı ay, üst sınırı olarak da altı yıl öngörmektedir. Bu ise fiilin ağırlığı ile ceza arasındaki oransal ilişkinin bozulduğunu göstermektedir.

Bütün bu gerekçelerle teklifin 10’uncu maddesindeki hükmün metinden çıkarılması gerektiği, Saadet Partisi Grubu tarafından bir önergeyle Komisyona sunulmuşsa da Komisyon önergeyi kabul etmemiştir.

2. Teklifin 22’nci maddesi, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’na Geçici 6’ncı maddeyi eklemektedir. Bu maddenin 5’inci fıkrasının ise 10/11/2016 tarihli ve 6758 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 19 ve 20’nci maddesi hükümlerine yaptığı yollama neticesinde hukuk devleti ile çelişen sonuçlar doğmaktadır. Teklifin 22’nci maddesinin 5271 sayılı Kanuna eklediği Geçici 6’ncı maddenin 5’inci fıkrası ise şöyledir:

“(5) 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 282,314 ve 315 inci maddelerinde veya 7/2/2013 tarihli ve 6415 sayılı Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanunun 4 üncü maddesinde düzenlenen suçların bir şirketin faaliyeti çerçevesinde işlenmekte olduğu hususunda kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı halinde 133 üncü madde gereğince kayyım atanmasına karar verildiği takdirde, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren beş yıl süreyle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu kayyım olarak atanabilir. Bu halde kayyımlık hak ve yetkilerine ilişkin olarak 5411 sayılı Bankacılık Kanunu ve 10/11/2016 tarihli ve 6758 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 19 ve 20 nci maddesi hükümleri kıyasen uygulanır.”

Bu hüküm ise 10/11/2016 tarihli ve 6758 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 19 ve 20’nci maddesi hükümlerine yollama yapmaktadır.

Kendisine yollama yapılan 6758 sayılı Kanunun 20’nci maddesinin 1’nci fıkrasında ise şu hüküm yer almaktadır:

“(1) (Değişik:26/5/2022-7407/17 md.) 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu ile temettü hariç ortaklık hakları ile yönetim ve denetimi Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından devralınan banka/şirketler ve bunların varlıkları ile ilgili olarak Fona verilen yetkiler, bu Kanun ile Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna verilen kayyımlık görevi ile satış veya tasfiye işlemlerinde, bu şirketlerin yahut bunların sahiplerinin Fona borçlu olup olmadığına ve varlıkları üzerinde Fon haczi bulunup bulunmadığına bakılmaksızın kıyasen uygulanır. Yönetim ve denetimi veya kayyımlık yetkisi Fona devredilen veya Fonun kayyım olarak atandığı banka/şirketleri ve ortaklık paylarını soruşturma, kovuşturma veya iflas ve tasfiye süresince yönetmek ve temsil etmek üzere atananlar, görevlendirilenler veya atananlar tarafından temsil yetkisini haiz olmak üzere görevlendirilenler ile 5271 sayılı Kanunun 128 inci maddesinin onuncu fıkrasına göre malvarlığı değerlerinin yönetimi amacıyla atananlar, görevlendirilenler veya atananlar tarafından temsil yetkisini haiz olmak üzere görevlendirilenler ve bu kapsamda icra edilen iş ve işlemler hakkında 8/11/2016 tarihli ve 6755 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler ile Bazı Kurum ve Kuruluşlara Dair Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 37 nci maddesi uygulanır. Şirketlerin tasfiye işlemlerini yürütmek üzere Fon Kurulu tarafından görevlendirilen tasfiye komisyonu, adli işlemler veya davalar bakımından taraf ehliyetine sahiptir. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun kayyım olarak atandığı şirketlerin ya da ortaklık paylarının bu madde kapsamında satışından elde edilecek tutardan, Fonun satış, dava veya avukatlık masrafları düşüldükten sonra kalan tutar yargılamanın kesin hükümle sonuçlandırılmasına kadar bir hesapta nemalandırılır. Şirket varlıklarının veya malvarlığı değerlerinin bu madde kapsamında satışından elde edilecek tutarlar ise, 5411 sayılı Kanunun 134 üncü maddesi uyarınca oluşturulan sıra cetveline göre dağıtılır. Sıra cetveline göre dağıtım yapıldıktan sonraki bakiye, bu Kanunun 19 uncu maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan işlemlerin tesisi için şirket hesaplarına aktarılır. Ortaklık paylarının satışında, satışa ilişkin masraflar ile dava veya avukatlık masrafları, milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı bulunmayan hissedarların payından düşülmez.”

8/11/2016 tarihli ve 6755 sayılı Kanunun 37’nci maddesi ise şöyledir:

“(1) 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında karar alan, karar veya tedbirleri icra eden, her türlü adli ve idari önlemler kapsamında görev alan kişiler ile olağanüstü hal süresince yayımlanan kanun hükmünde kararnameler kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin bu karar, görev ve fiilleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz.”

Teklifin 22’nci maddesinin 5271 sayılı Kanuna eklediği Geçici 6’ncı madde hükmü, iki yönden eleştirilmelidir. Birincisi, yaratılmak istenen normun ne olduğunu anlamak için kendisine yollama yapılan ve fevkalade ayrıntılı, karmaşık ifadeler içeren başka hukuk metinlerini okumak ve incelemek gerekmektedir. Bu ise bir hukukçunun dahi teklifle getirilmek istenen normun ne olduğunu anlamasını fevkalade güçleştirmektedir. Bu yönüyle teklifin 22’nci maddesinin 5271 sayılı Kanuna eklediği Geçici 6’ncı maddenin 5’inci fıkrası, hukuk devletinin temel unsurlarından olan hukukî belirlilik ilkesini ihlâl etmektedir. Çünkü söz konusu düzenleme, ortalama bir yurttaş tarafından anlaşılabilir bir açıklıkta ve yalınlıkta olmayıp gene ortalama bir yurttaş tarafından erişilmesi güç bir düzenlemedir.

5’inci fıkra metninden, bu metnin yollamada bulunduğu hükümlerden ve fıkranın gerekçesinden ortaya çıkan sonuca göre faaliyetleri terörizmle ilişkilendirilen şirketlere yargı kuruluşları tarafından kayyum atanabilecek; kayyumluk görevi Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından azamî beş yıl süreyle yerine getirilecek ve kayyumun hukukî, idarî, malî ve cezaî sorumluluğu olmayacaktır.  Bu sorumsuzluk düzenlemesinin hukuk devleti ilkesiyle bağdaştırılması mümkün değildir.

 

KAYYUM DEĞİŞİKLİĞİ HUKUK DEVLETİYLE BAĞDAŞTIRILAMAZ

Öte yandan teklifin 22’nci maddesinin 5271 sayılı Kanuna eklediği Geçici 6’ncı maddenin 5’inci fıkrası, özü itibarıyla yaptığı yollamalar neticesinde bir sorumsuzluk hükmüne yer vermektedir. Fıkranın gerekçesi şöyledir:

“Maddenin beşinci fıkrasıyla, Türk Ceza Kanununun 282, 314 ve 315 inci maddelerinde veya Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanunun 4 üncü maddesinde düzenlenen suçların bir şirketin faaliyeti çerçevesinde işlenmekte olduğu hususunda kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı halinde 133 üncü madde gereğince yargı mercilerince kayyım atanmasına karar verildiği takdirde, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren beş yıl süreyle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun kayyım olarak atanabilmesine imkân tanınmaktadır. Belirtmek gerekir ki Fonun kayyımlık görevi soruşturma ve kovuşturma sürecince devam edecek olup, soruşturma ve kovuşturmanın sonuçlanması halinde ise bu görev sona erecektir. Ayrıca, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun kayyım olarak atanması halinde, kayyımlık hak ve yetkilerine ilişkin olarak Bankacılık Kanunu ve Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 19 ve 20 nci maddesi hükümlerinin kıyasen uygulanacağı hüküm altına alınmaktadır.”

5’inci fıkra metninden, bu metnin yollamada bulunduğu hükümlerden ve fıkranın gerekçesinden ortaya çıkan sonuca göre faaliyetleri terörizmle ilişkilendirilen şirketlere yargı kuruluşları tarafından kayyum atanabilecek; kayyumluk görevi Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından azamî beş yıl süreyle yerine getirilecek ve kayyumun hukukî, idarî, malî ve cezaî sorumluluğu olmayacaktır.

Bu sorumsuzluk düzenlemesinin hukuk devleti ilkesiyle bağdaştırılması mümkün değildir. Çünkü bir hukuk devletinde hiç kimsenin suç işleme hürriyeti olamaz. Nitekim bu gerekçeyle 1982 Anayasasının Geçici 15’inci maddesinin 1’inci ve 2’nci fıkralarının Milli Güvenlik Konseyi üyeleriyle bunların emirleri altında karar alanlara sunduğu sorumsuzluk güvencesi, 2010 Anayasa Değişikliğiyle yürürlükten kaldırılmıştır.

Sorumsuzluk içeren düzenlemelerin kimler lehine sorumsuzluk yarattığının hukuk devleti yönünden bir önemi yoktur. Diğer bir deyişle asker veya sivil herhangi bir aktöre bu tür bir sorumsuzluk tanınması, ebedî bir yargı bağışıklığı sunulması, hukuk devletiyle bağdaşmamaktadır. Bu nedenle teklifin bu düzenlemesinin metinden çıkarılması, hukuk devletinin icaplarına uygun bir hükmün kaleme alınması gerekmektedir. Adalet Komisyonu’nda bu yönde öne sürülen görüşler, çoğunluk oylarıyla reddedilmiştir. Bu hassas konunun Genel Kurul’da dikkate alınması ve hükmün tekliften çıkarılması isabetli olacaktır. Aksi halde Anayasamızın 35’inci maddesiyle düzenlenen, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 1 numaralı Protokolü’nün 1’inci maddesiyle garanti edilen mülkiyet hakkı yönünden ağır ihlâllerin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.

3. Teklifin 39’uncu maddesi, emeklilere Ramazan ve Kurban Bayramlarında ödenmekte olan 2.000’er TL tutarındaki bayram ikramiyesini 3.000’er TL’ye yükselten şu hükme yer vermektedir:

“31/5/2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun ek 18 inci maddesinin birinci fıkrasında yer alan “2.000’er TL” ibaresi “3.000’er TL” şeklinde değiştirilmiştir.”

Ülkemizin son yıllarda içinde bulunduğu ekonomik şartlar dikkate alındığında, tüm emeklilerin büyük bir geçim sıkıntısı içinde olduğu görülmektedir. Bu nedenle emeklilerin içinde bulunduğu ekonomik koşulların insan onuruyla bağdaşmadığı açıktır.

Oysa Anayasamızın 2’nci maddesinde yer alan, Cumhuriyet’in değiştirilemez nitelikleri arasında vurgulanan sosyal devlet ilkesi, herkesin insan onuruna yakışan bir hayat standardına sahip kılınması gerektiğini ifade etmektedir. Bu açıdan düşünüldüğünde bir süreden beri Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik sorunların toplumun çeşitli kesimleri üzerinde sosyal devlet ilkesiyle bağdaşmayan sonuçlar yarattığı açıktır.

Devletin öncelikli hedefi, sosyal devletin tanımında yer alan gelir ve servet dağılımı dengesinin korunması, sosyal adaletin sağlanması gibi hususları uygulanır kılacak ekonomik politikalara yönelmek; böylece toplumun bütün kesimleri için insan onuruna yaraşır hayat standardını garanti etmek olmalıdır.

Emeklilerimiz için Ramazan ve Kurban Bayramlarında bayram ikramiyesi verilmesi isabetli bir yaklaşımdır. Ancak 2.000 TL’den 3.000 TL’ye yapılacak bir yükseltme, bir emeklinin çocukları ve torunlarına bayram sofrası kurmasını dahi sağlayamayacaktır. Bu nedenle artış oranının gerçekçi olmadığı belirtilmelidir.

Bundan daha önemlisi, hukuk devleti yönünden çelişkili hükümlere yer veren bu torba kanunun 39’uncu maddesine tüm milletvekillerinin vicdanını etkileyecek bir hükmün konulmasıdır. Bu hüküm, ister istemez, milletvekilleri üzerinde zaman baskısı yaratarak bu torba kanunun Komisyon’da ve Genel Kurul’da hızla görüşülerek kabul edilmesi ve yürürlüğe konulmasını teşvik etmektedir. Oysa bu torba kanun teklifinin içerdiği, yukarıda hukuk devletiyle yarattığı çelişkileri vurguladığım hükümleri, kamuoyunda geniş bir tartışmayı hak etmektedir. Teklifin kamuoyu görüşleri dikkate alınarak katılımcılık esasıyla değiştirilmesi, bu zaman baskısının ortadan kaldırılmasını gerektirmektedir.

Bu gerekçeyle Saadet Partisi Grubu olarak Adalet Komisyonu’nda teklifin 39’uncu maddesinin metinden çıkarılarak tek hükümlük münferit bir kanun teklifine dönüştürülmesini; Komisyon’dan ve Genel Kurul’dan hızla geçirilmesini, bir değişiklik önergesiyle sunduk. Ancak önergemiz kabul görmedi.

III. Genel Bir Gözlem:

20-21 Şubat 2024 tarihli Adalet Komisyonu toplantılarında görüşmekte olduğumuz torba kanun teklifinin hukuk sistemimize olumlu katkılar sunacağını düşündüğümüz hükümlerini muhalefet partileri olarak destekledik. Bu hükümler oybirliğiyle kabul edildi.

Buna karşılık Komisyon’da yer alan muhalefet partilerinin metnin içeriğinin geliştirilmesine, düzeltilmesine katkı sunmayı amaçlayan yapıcı önerilerinin hiçbiri Komisyon’da kabul görmedi. Bu öneriler, iktidar blokunun oylarıyla peşinen reddedildi.

Bu nedenle Komisyon görüşmelerinde yasama sürecimize ilişkin olarak önemli gördüğüm bir hususa işaret ettim. 2 Haziran 2023’ten bu yana yasama faaliyetlerini sürdüren 28. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde muhalefet partilerinin Genel Kurul’a sundukları Türkiye’nin en hayatî sorunlarına çözüm bulma amacını taşıyan araştırma önergeleri, iktidar blokunun oylarıyla peşinen reddedilmektedir. Benzer bir durum, Genel Kurul’da torba kanunların görüşülmesi sırasında sunulan değişiklik önergeleri kapsamında da yaşanmaktadır.

Üyesi bulunduğum Adalet Komisyonu, bir kanun teklifini görüşmek üzere ilk kez 20-21 Şubat 2024’te toplanmış; bu toplantılarda da muhalefet partilerinin en yapıcı ve rasyonel değişiklik önergeleri, iktidar bloku tarafından reddedilmiştir.

Bu ise geçmiş yılların yasama faaliyetleriyle mukayese edildiğinde ülkemizin demokrasi standartlarını zayıflatan bir durumdur. Çok daha önceki yıllarda Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu’nda ve komisyonlarda muhalefetin yapıcı önerilerinin peşinen reddedilmediği, parlamento çoğunluğu tarafından makul bulunan önerilerin kabul edildiği örnekler mevcuttur. Bugün parlamento çatısı altında iktidar bloku ve muhalefet partileri arasında yasama sürecinde ortaya çıkan uzlaşmazlık tablosu, siyasal kutuplaşmayı derinleştirmekte; sayısal çoğunluğun hâkimiyetine yol açan demokrasiyle bağdaşması mümkün olmayan bir atmosfer yaratmaktadır. İktidar bloku ve muhalefet arasındaki diyaloğu daha yapıcı hale getirerek yasama sürecine müzakere, uzlaşma gibi usullerin hâkim kılınması, Türkiye’de demokrasinin geleceğine önemli katkılar sunacaktır.

 

Serap Yazıcı Özbudun, Prof. Dr., Antalya Milletvekili

Serap Yazıcı
Latest posts by Serap Yazıcı (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir