Tanpınar’a Huzur Yok | 17. Bölüm | Sırtına cadı binmiş Büyükada merkebi

Tanpınar’a Huzur Yok | 17. Bölüm | Sırtına cadı binmiş Büyükada merkebi

Yazarın notu: Bu bölümün ikinci yarısını yeniden yazdım. Cinayeti, Tanpınar’ın işlemediğini siz de biliyorsunuz, ben de. Fakat polis bilmiyor. Tüm deliller onun aleyhine. Dolayısıyla, bu macerada, Üstat hem kendi masumiyetini ispat etmek, hem de dostunun intikamını almak için harekete geçecek besbelli. Profesör, hafiyelik edecek. Gelgelelim, Başmüfettiş’in onu öylece salıvermesi, dramatik bakımdan hataydı. Hikayenin gücünü ve lezzetini kaybetmemesi için, kahramanımızın yaşadığı çatışmaları da, olay örgüsünü de iyi yönetmek gerekir. Velhasıl, bölümü yeniden yazdım. Umarım bu halini beğenirsiniz. Saygılarımla. -M.M.

Susarak bir şey anlatmaya çalışan birinin ‘söyleyecek sözü’ vardır muhakkak.
[MARTIN HEIDEGGER, 1889-1976, Varlık ve Zaman]


ℹ️ Tanpınar’a Huzur Yok 17. Bölüm | Sırtına cadı binmiş Büyükada merkebi


Tanpınar, mühim suali kendi kendine soruyordu asıl: “Bulunduğum yerden ayrılmaksızın kayboldum; şimdi ne yapacağım?”
Başmüfettiş’in ofisine göz gezdirdi. Formika masa, metal dolap, deri koltuk, dosyalar, teksir kağıtları… Devletin katışıksız ciddiyetini aksettiren bir kompozisyon. Sinek yeşili perdede, polis şefinin takım-elbisesinden kopmuşa benzeyen kahverengi bir örümcek tırmanıyordu. Pencerelerden biri açıktı; kuş ötüşleri, çocuk cıvıltıları, İstanbul’un musikisi işitiliyordu. Bu, cehenneme gidip cennetteki sesleri duymaktan farksızdı.
Duvardaki resimde bizi en koyu Orta-çağ’dan muasır dünyaya üç adımda ulaştıran Atatürk “Vatanın birçok unsurları içinde en çok zahmet, cereme, dert çeken sizsiniz” der gibi bakıyor.

Fatin Fantom “Sual mühim olmalı ki cevabı hak etsin, değil mi mirim?” dedi keyifle kasılarak. “Kahvenizi nasıl içersiniz?” Kalkıp kapıyı araladı ve seslendi: “İki kahve alalım! Sade!” Dönüp koltuğuna geçti. Tabakasını açıp misafire sigara tuttu. Romancı, sigara alırken başını sallayarak teşekkür etti. Emniyetin çaycısı kahveleri zaten hazırlamıştı besbelli; çabucak getirdi. Başmüfettiş “Ben aslen Arnavut’um” diyerek çakmağını uzatıp Tanpınar’ın sigarasını yaktı: “Bizde bir söz vardır: Sigarasız kahve, imansız Türk’e benzer.” Ağzı kulaklarındaydı. Tahkikatla meşgul bir zaptiye değil de, tiryakiliğin tadını çıkaran bir ehlikeyif sanki. Kahvesini höpürdetti, sigarasını emdi “Şimdi sualinizi sorunuz” derken ağzından dumanlar yükseliyordu.

“Müşahhas [somut] delilleri bir kenara koyarsanız, benim gibi bir adamın cinayet işlemesi için makul bir sebep var mı sizce?”

“Ona da sıra gelecektir. İşin aslını astarını er geç öğreneceğiz. İnkara, itiraza karnım tok; sizden itiraf umuyorum doğrusu. Belki de Bahtiyar Kont denen tekinsiz herifi intikam için mortlattınız? Mebus ile muharriri onun indirdiğini biliyordunuz. Ve dostlarınızın kanını yerde koymamak, ruhlarını selamete kavuşturmak için harekete geçtiniz?”

Kendi taze gölgesi taze dilber
Teori diyarında bir serap mısın?

Büyük Yazar “A bouche close n’entre point de mouche” [Kapalı ağza sinek girmez. -Çenesini tutan, tehlikeden korunur-] diye düşündü ve fena halde yanılan polisin sözlerine karşılık vermedi.

Zaptiye şefi konuşmasını sürdürdü: “Zevcem [kadın eş] ‘İnsan, içine yerleşmiş yalnızlık hissinden zehirlendi mi, ıstıraptan bir lahza dahi kurtulması müşküldür’ der…” Bu, Huzur’da geçen sözün, kocasından daha akıllı bir kadının örtük selamı gibi laf arasında belirmesi Yazar’ı şaşırttı. “Muhtemelen siz de dostlarınız öldürülünce yakıcı bir yalnızlık hissiyle doldunuz. Olamaz mı?”

Tanpınar henüz yarısını içtiği sigarayı küllüğe bastırarak sordu: “Beni tutuklayacak mısınız?”

“Aksi cihette davranmak hata olur. Tüm deliller aleyhinize. Gene de… iki husus var ki beni sizin safınıza çekiyor.” Şüphelinin sükuneti, zaptiyeyi konuşmaya itiyordu: “Evvela, Bahtiyar Kont’un sağlam pabuç olmadığı aşikar. Onun temizlenmesi, cemiyetin hayrına bir işti zannımca. Şahsen bendenizin yüreğimi ısıttı. Yo, soğuttu! Lakin cürmün neticelerinin müspet oluşu mücrimi bağışlatmaz. İkincisi… sizin gibi münevver [aydın], ehil [yetkin], mümtaz [seçkin] kişilerin cinayete meyyal oldukları malum. Sosyete, rezilliklerinin şüyuundan [yayılma] ar etmez de, suçlarını gizlemeyi iyi becerir. Talihiniz yokmuş. Beş dakika geç gelseydik, şimdi belki Avrupa seyahatine çıkmış olacaktınız. Yakayı kaptırdınız. Şimdi…

“Şimdi ne?”

Fatin Fantom ayağa kalktı. İlk ısırıktan önce kurbanının etrafında dönen köpekbalığı gibi Tanpınar’ın çevresinde dolaşıyordu: “Becerebilirseniz, felaketinizin tadını çıkarın. Öyle ya da böyle, kabak sizin başınıza patladı Ahmet Hamdi Bey. Sağlık olsun. Hem olaya iyi tarafından bakın: Hapiste bol bol okuyup yazarsınız.”

***

Profesör’ün iç âlemi, ordu girmiş bostan gibi tarumar olmuştu. Kulaklarında akisli bir uğultu. Adeta bir mancınıkla, kaderinin dışına fırlatılmıştı.

Nezarethanenin parmaklıklarına bakarken “Kabristanda geçen bir komedi filmi sanki” diye düşündü. Ağzında ince bir tebessüm kırılıp ufalandı. Kravatını gevşetmeye davrandı, vazgeçti. Dalgınlaşmıştı. Ne olacaktı şimdi? Görünen o ki istikbali yerlerdeydi. Ömrünün kalanını can çekişmeyle geçirecekti…
“Beyefendi, siz, Şair Ahmet Hamdi Tanpınar mısınız?”

Hafiften irkilerek başını kaldırdı Tanpınar. 20’li yaşlarda, bebek yüzlü, üniforması bol gelen bir polis, elinde bir bardak çayla dikiliyordu. Delikanlının sesi yumuşak, tavrı çekingendi. Şair, muğlak ve karmaşık sözler mırıldandı: “Öyleyim galiba, yani inşallah, kim bilir, hâlâ belki sanırım herhalde ve de kısmetse.”
“Çay getirdim. Demli. Buyurunuz.”

Tanpınar bir hapishane kuşu değildi. Ömründe kavga etmemişti. Sövgü sözcükleri kullanmazdı [zira bir kelam büyücüsüydü; kelimelerle, sıfırdan bir evren kurabiliyordu]. O hakiki bir beyefendi. Bu yaştan sonra da “mapus damı” şartlarına intibak etmesi imkansız. Üstüne bir de kimsesizlik azabı… Üstat “Çok naziksiniz, berhüdar olun” diyerek aldı polisin ikramını.

Uzviyetinde cevher taşıyan kişi serinkanlı, diğerkam, sakin ve müsterih olur. Kimseyi kullanmaya, yani kul eylemeye tenezzül etmez.

Meğer bu pembe yanaklı zabit şiir yazarmış. İsmi, Müşfik Latif. “Size” diyor “yazdıklarımı göstersem, bakıverseniz, şiirlerinize hayranım, bir tembih lütfetseniz…”

Her zamanki gibi, kasap et derdinde, koyun can derdinde.

Tanpınar, polisin uzattığı katlanmış sayfayı açıp okumaya koyuldu:

Kainatı temiz tut kendini koru

Bakışıyla cana nakış işleyen dilber
Bana da bir kahve ortalar mısın?
Metropolde kâm almak zaten müşküldür
Bir de canevimi mızraklar mısın?

Çehresinde çilleri titreşen dilber
Kerem eyle bu fakir finale kalsın
Köle rekabetinin paniğindeyken
Egosu lazerle parçalanmasın.

Kendi taze gölgesi taze dilber
Teori diyarında bir serap mısın?
Sevda hipnozundan aşk illetinden
Kurtulmakla galiba haddimi aştım.

Tarihin ikliminde yeşeren dilber
“Kainatı temiz tut, kendini koru”
Derken, yalan aşkımız tarih oldu
Sen dahi 5 saniye zarfında buharlaştın.

“Şiirinizde bir pırıltı var. Birbirine yabancı kelimeleri buluşturmuşsunuz, bu sanatkarane bir cesaret numunesi. Sesi iyi yönetmişsiniz. Rediflere kaçmamış, yarım kafiyeyi hiçe saymamışsınız. Lakin…”

Müşfik Latif ceylan biblosu gibi öylece duruyordu. Tek hecelik, manasız bir fısıltıyla mukabele etti.

“Şiiri, memlekete dair bir beyan gibi tasavvur ediniz. Eseriniz direkt sizi işaret ediyorsa, o fena… Ben her kelimeyi şiire yakıştıramam doğrusu. Fakat siz tezat ile tenasübü birbirine yakın kılmışsınız. Ahengi sürprize ulamışsınız. Kutlarım. Teceddüt [yenileme] sanatın başlıca canlılık alametidir. Tüm bunların ötesinde, aziz dostum, sizin şahsiyetiniz ve hissiyatınıza dair bir husus var ki, kanaatimce eserin esasını ve esansını husule getirir…”

Müşfik Polis gayriihtiyari sordu: “Nedir?”

“İsminizle müsemma olmalısınız. Yani sağlamlığını ve kuvvetini, şefkati ve letafetiyle mayalayıp yoğurmalı şair. Bu işin bir cüzü de sabır ve onun faaliyete yansıması olan sebattır. Uzviyetinde cevher taşıyan kişi serinkanlı, diğerkam, sakin ve müsterih olur. Kimseyi kullanmaya, yani kul eylemeye tenezzül etmez. Birilerinin yardakçısı derekesine düşmez. O kendini kurmuştur yahut kurmaktadır. Onun sözü de sesi de her türlü aşırılıktan aridir. Malumunuz, aşırılık sürdürülemez. Velhasıl, güzel kardeşim, şair şiirin içinde değil arkasında dursa daha iyi. Zira bir hediyedir şiir. Şunu da belirteyim: ‘Kendi taze, gölgesi taze dilber / Teori diyarında bir serap mısın?’ mısralarından ilkini kendime yakın bularak benimsedim, ikincisi ise şaşırtıcılığından ötürü cazip geldi bana.” Tanpınar, sayfayı acemi şaire iade etti.

“Teşekkür ediyorum üstadım. Ufkuma ışık düşürdünüz. Bu anlattıklarınızı akılda tutmaya çalışacağım. Ömrünüze bereket.” Kısa bir sessizlikten sonra Müşfik Latif “Yalıdaki cinayeti sizin işlemediğinizden eminim. Keşke bu belayı savmaya gücüm yetseydi. Dilerim talihiniz yaver gitsin de tahkikat lehinize netice versin.”

Fatin Bey, Nastasya Filippovna’ya bir buket gerbera vermişti. İçine de “Sizinleyken her zaman bahar ve gündüz oluyor” yazılı bir not koymuştu. Sapıkça bir vicdan sızısıyla, karısına da gerbera aldı. Bukete aynı notu yazmıştı. Tek farkla: Siz yerine sen zamirini kullandı.

***

“Ne?! Sen, haddini hududunu aşmaya doyamıyorsun ha! Yahu ne cüretle Ahmet Hamdi Tanpınar’ı tutuklarsın?!.. Allah’ım sen aklımı koru! Başımıza taş yağacak Yâ Rabbelalemin! Kervan ters dönünce uyuz eşek başa geçermiş!” Mehtap Fantom, kocasına öyle şarladı ki, adamcağız muma döndü. Sırtına cadı binmiş Büyükada merkebi gibi bakıyor. Halbuki bahar akşamı ne güzel başlamıştı. Fatin Bey, Nastasya Filippovna’ya bir buket gerbera vermişti. İçine de “Sizinleyken her zaman bahar ve gündüz oluyor” yazılı bir not koymuştu. Sapıkça bir vicdan sızısıyla, karısına da gerbera aldı. Bukete aynı notu yazmıştı. Tek farkla: Siz yerine sen zamirini kullandı. Çiçeklere karşılık Çaritsa Flippovna Fatin Bey’in sol yanağını öpmüştü, Mehtap Sultan ise sağ. Akşam sofrasında zeytinyağlı enginar vardı. Fatin Fantom’un favori yemeği. Çocuklarıyla söyleşip şakalaşmıştı. Derken odasına geçip sigara tüttürerek cinayet dosyasını tetkike koyulduydu. Bahtiyar Kont cinayetinin zanlısı hakkındaki teferruatı merak ediyordu…

Ahmet Hamdi Tanpınar… 23 Haziran 1901, İstanbul doğumlu. 1919’a İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne girmiş. 1923’ten itibaren Erzurum, Konya, Ankara ve İstanbul’da lise muallimi olarak çalışmış. Şair, mütercim, yayıncı… 1939’da profesör oluyor. 1943-1946 seneleri boyunca Maraş milletvekili! Bu fena işte. Hukuk karşısında her vatandaş müsavidir. Lakin eski bir milletvekilini tevkif etmek, kimi büyükbaşların gazabını celbedebilir. Bir dakika… Tanpınar, Halk Fırkası mebusu. Bahtiyar’ın öldürdüğü adamlardan biri, Kamuran Bel de Halk Fırkası’ndandı. Acaba siyasi bir intikam mı?.. Yok. Saçma. Eski mebuslar arasında öyle kan davası doğuracak türden bir kardeşlik olamaz…

Mehtap Fantom, kocasına kahve getirdi. “Hayrola” diye girdi mevzuya “sen bana çiçek almazdın hiç. Hangi dağda kurt öldü?”

“Sevinmedin mi?”

Kadın gözlerini kısıp dudaklarını büzdü: “Soruya soruyla karşılık veriyorsun.”

“Yani?”

“Gizlice günah işlemiş bir adam gibi davranıyorsun Fatin.”

Adam gedikli bir zaptiyeydi. Fakat kadının altıncı hissi, adamın profesyonelliğine baskın geliyordu. “Gözünü seveyim dikkatimi dağıtma Mehtap, mühim bir davayla meşgulüm.”

“Ne davası?”

Fatin Fantom, büyük bir hata ederek eşine Tanpınar’ı cinayet şüphesiyle gözaltına aldığını söyledi. O an kıyamet koptu. Tanpınar’ın eserlerini okumaya doyamayan kadın, şanlı bir protestocu gibi yeri göğü inletti, beyine verdi veriştirdi! Hızını alamayıp “Sen! Vatan haini misin herif!” diye haykırdı. “11 senelik evliyiz, nereden estiyse aklına, bana çiçek getiriyorsun! Neyin var? Şırfıntılara, aşüftelere mi düştün?! İstikametini şaşırdığın yetmiyormuş gibi, memleketin en güzide muharririni tutukluyorsun! Üstüme iyilik sağlık! O adam edebiyatın Mustafa Kemal’i be, senin haberin var mı?! Kulaklarını dört aç ve beni iyi dinle bey: Ahmet Hamdi Tanpınar’ı serbest bırakmazsan, çocukları da alır babamın evine dönerim, bilmiş ol! Anladın mı?!”

Fatin Bey’in beyni ısınmış, kahvesi soğumuştu.

***

Başmüfettiş, korkulu bir hürmetle konuşuyordu: “Her sabah saat 8 ila 10 arası bir vakitte buraya gelip imza vereceksiniz. Böylece şehirden ayrılmadığınızı bileceğiz. Size 1 hafta mühlet… Bu müddet zarfında biz de davayı derinlemesine tetkik ederiz.”

Yazar “Neye istinaden beni salmaya karar verdiniz?”

“Sizi cezalandırmakta aceleci davranmamayı, devletin vatandaşa duyduğu saygının bir ifadesi sayınız. Cürüm ispatlanır, hüküm kesinleşirse… ne bileyim, bavulunuzu hazırlarsınız, eş dostla vedalaşırsınız. Yarım kalan işlerinizin hiç değilse bir kısmını tamamlarsınız. Masumiyetiniz kanıtlanırsa da ne âlâ. Sizi boş yere alıkoymamış oluruz.”

***

Romancı dediğin, bir bedende iki kişidir: Birincisi, sizin benim gibi, gündelik işlerle, ömre yayılan dalgalanmalarla, bilumum meselelerle iştigal eder. İkincisi ise muhayyilesindeki romanlarda gezinir; o, hayal âleminin bir ferdidir. Ahmet Hamdi Tanpınar cemiyetin dışına fırlatılmıştı artık; roman kozmosunda da kıyamet kopmuştu. Hakikat de, hayal de ona yâr değildi. Edebiyat Fakültesi’nin karşı kaldırımından yukarıya doğru yürürken, cebinden Yenice paketini çıkarıp bir sigara yaktı. “Bu hafta profesör yahut romancier [Fr. Romancı] değilim” diye düşündü “intikamcı bir hafiyeyim ben. Bahtiyar Kont’un kâtilini bulamazsam, cinayetin ikinci kurbanı olacağım.” Nereye gittiğini bilmediği bir gemiye tesadüfen binmiş ve dönüş imkanı olmayan bir yolculuğa çıkmıştı sanki. Fakat bundan şikayetçi değildi. Aksine, yüreğindekileri tarttığında cesaretin korkudan, eminliğin endişeden, şevkin kaygıdan ağır bastığını görüyordu. Omuzlarını dikleştirdi; yüzüne esrarengiz bir tebessüm yayıldı; gladyatör adımlarıyla yürüyordu. İçinden “Caniye pabuç bırakmayacağım…” dedi “o mendeburun derisinden çanta yapıp etlerini ve kemiklerini içine dolduracağım!”

Murat Menteş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir