Cumhuriyet, Türk devriminin önemli bir adımıdır

Cumhuriyet, Türk devriminin önemli bir adımıdır

Cumhuriyet’in geçmişle köklü bir kopuş olduğunu, eskinin unsurlarını barındırmayan yepyeni bir yapının oluştuğunu savunanlar ile Cumhuriyet’in Osmanlı modernleşmesinin devamı ve tabii bir sonucu olduğunu savunanlar her zaman birbirleriyle tartışmışlar, hatta bazen didişmişlerdir. Acaba bu iki yorumdan hangisi doğru?

Cumhuriyet’in geçmişle köklü bir kopuş olduğunu, eskinin unsurlarını barındırmayan yepyeni bir yapının oluştuğunu savunanlar ile Cumhuriyet’in Osmanlı modernleşmesinin devamı ve tabii bir sonucu olduğunu savunanlar her zaman birbirleriyle tartışmışlar, hatta bazen didişmişlerdir. Acaba bu iki yorumdan hangisi doğru? Yenilikler, bunlar devrim niteliğinde olsalar dahi, eskiden hüküm süren ortamda oluşan fikirler ve yetişen kadrolar tarafından getirildiği ya da gerçekleştirildiği ölçüde, eskiden her yönüyle veya tamamen kopmuş olmaları muhtemel gözükmüyor. Buna karşılık devrim; eskinin ani, hızlı ve kapsamlı bir değişikliğe tabi tutulması olduğundan, birçok şeyin artık geri döndürülemeyecek biçimde değiştiğini içermesi söz konusu. Bu şekilde düşünüldüğünde Cumhuriyet’in kurulması gibi devrim niteliğinde bir değişim, eskinin köklü ve geriye döndürülemeyecek biçimde değiştirilmesini simgelerken, Cumhuriyet’e giden ortamın bazı unsurlarını da bünyesinde barındırdığını kabul etmemiz en makul yol olacaktır. Cumhuriyet birçok yenilik getirmiştir, geçmişten ayrılmaktadır ama geçmişin mevcut olmadığı bir boşlukta da doğmamıştır; bu yeni yapılanmada geçmişin etkilerini bulmak doğaldır.

Devrimler, toplumun mevcut düzene karşı, özellikle yeni oluşan veya yükselen güçlerin arkalarına yaygın toplumsal destek alarak gerçekleştirdikleri bir olay olabiliyor. Çoğu zaman kanlı mücadelelerin de cereyan edebildiği aşağıdan yukarıya doğru diye nitelendirebileceğimiz, örneğini Fransız ve Rus ihtilallerinde bulabileceğimiz bu tür devrimlerde nelerin değiştiğini, toplumdaki siyasi gücün yeniden nasıl dağıldığını gözlemek nispeten daha kolaydır. Buna karşılık devrim, aynı zamanda, tepeden başlayarak toplumu değiştirmeye dönük girişimler de olabiliyor. Nitekim Cumhuriyet’in kurulmasına da yol açan Türk devrimi, bu türden bir radikal değişimin temsilcisi. Yönetim kadrolarının kendi içinde ayrışması, bir bölümünün sistemi köklü değişime götürmesi, kitlelerin sokaklara döküldüğü aşağıdan yukarı doğru olan devrimler kadar, olayların aleni cereyan etmesini içermediğinden, nelerin nasıl değiştiğini izlemek daha yakından bir incelemeyi gerektiriyor.

İçinde cumhuriyetin kuruluşunun da yer aldığı Türk devrimini Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu’da küçücük bir alana hapsedilmesini kabul edemeyen bir kısım Osmanlı subayının, hiç olmazsa ülke ateşkesin imzalandığı dönemdeki sınırlarına kavuşuncaya kadar, sultanın otoritesini tanımamayı kabullenmeleri ile başlamıştır.

TÜRK DEVRİMİNİN KÖKENLERİ

İçinde cumhuriyetin kuruluşunun da yer aldığı Türk devrimini Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu’da küçücük bir alana hapsedilmesini kabul edemeyen bir kısım Osmanlı subayının, hiç olmazsa ülke ateşkesin imzalandığı dönemdeki sınırlarına kavuşuncaya kadar, sultanın otoritesini tanımamayı kabullenmeleri ile başlamıştır. Bu aşamada, sultanın otoritesinin kabulü dışlanmadığı için, amaca ulaşıldıktan sonra siyasette köklü bir değişikliğin tasarlanıp tasarlanmadığı belli değildir. Şüphesiz “ulusal kurtuluş” mücadelesini yürüten kadrolar arasında saltanatın sona erdirilmesini de düşünenler vardı; ancak gerek subay kadrosu arasında gerek toplumda bu düşüncenin yaygın olarak paylaşıldığını söylemek mümkün gözükmüyordu.

Aslında imparatorluk Batı karşısında sürekli olarak askeri yenilgiye uğramaya başladıktan sonra, 18. yüzyılın ortalarından itibaren başlayan ve ifadesini modern askeri okullar açılmasında bulan bir yenileşme yaşamıştır. Bu süreç içinde, toplumun yönetim biçiminin değiştirilmesini ve siyasi gücün yeniden dağıtılmasını savunan düşünceler özellikle “mektepli” askerler arasında yaygın taraftar bulmuştur. Yine de o dönemde öngörülen değişim, çoğu zaman padişahın yetkilerinin kısıtlanması ve meşruti bir monarşinin kurulması ile sınırlıydı. Nitekim, 1908’de Meşrutiyet’in ikinci defa ilan edilmesinden sonra sultanın yetkileri hukuken ve daha ziyade de siyaseten sınırlanmıştır. Bir dizi gelişme sonucunda siyasi güç fiilen “mektepli” askerlerden oluşan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin eline geçmiş ama çöküş yine de önlenememiştir. Böylece, sorunun sadece padişahın yetkilerinin kısıtlanmasıyla aşılamayacağı bütün berraklığıyla ortaya çıkmıştır. Daha kapsamlı değişimin önünü bu durumun açtığını söyleyebiliriz.

Ülkeyi Birinci Dünya Savaşı’na, Almanya ile birlikte savaşarak zafere kavuşacağına inanan İttihat ve Terakki sokmuştur. Dolayısıyla savaş bitiminde uğranan kayıplardan peşinen sultan sorumlu tutulmamaktaydı. Buna karşılık, savaşta muhtelif cephelerde mücadele etmiş profesyonel askerler, savaşı kazanan güçlerin ülkeyi fiilen haritadan silmeyi amaçladıklarını görünce girişmeye karar verdikleri mücadelede, varlığını küçücük bir alanda sürdürmeyi kabul edilebilir bulan sultanın direnmesiyle karşılaşmışlardır. Kurtuluş mücadelesinin İstanbul’un bu tercihi karşısında devrime dönük bir ivme kazandığını söyleyebiliriz. Bununla birlikte, Müdafaa-ı Hukuk ismi altında işgali sonlandırmayı amaçlayan kadronun bir bölümü, sultanın iradesini serbestçe kullanamadığını düşünüyor, padişahı “kurtardıktan” sonra farklı bir rejim kurmayı tasarlamıyordu.

Saltanatın Aralık 1922’de lağvedilmesiyle, toplumun yönetilmesinde, daha doğrusu siyasal gücün dağıtılmasında, geriye çevrilmesi olanaksız bir değişimin temel adımı atılmıştır; Türk devriminin Cumhuriyetin kuruluşuna giden yolunda ilk köklü adım herhalde budur.

CUMHURİYETİN YOLU AÇILIYOR

Bu çerçevede düşünüldüğünde, toplumdaki güç dağılımını geriye döndürülemez biçimde değiştiren ilk adım, Kuvayi Milliye’nin Yunan işgalini sonlandırması sonrasında başlamasına karar verilen barış görüşmelerine başarının mimarı Ankara hükümetinin yanında, bu mücadeleye her aşamada karşı çıkmış İstanbul hükümetinin temsilcilerinin de davet edilmesidir. Ankara’nın müzakere gücünü zayıflatmasını amaçlayan böyle bir adıma verilen cevap, İstanbul hükümetinin varlığının temelini oluşturan saltanatın Aralık 1922’de lağvedilmesi olmuştur. Böylelikle, toplumun yönetilmesinde, daha doğrusu siyasal gücün dağıtılmasında, geriye çevrilmesi olanaksız bir değişimin temel adımı atılmıştır. Türk devriminin Cumhuriyetin kuruluşuna giden yolunda ilk köklü adım herhalde budur.

İkinci ve önemli bir başka adım, daha cumhuriyet kurulmadan Lozan Barış Anlaşması’nda Türk tarafının girdiği taahhütlerdir. Bilindiği gibi, Türkiye’nin barış müzakeresi yaptığı Birinci Dünya Savaşı’nın galibi emperyalist devletler, ülke üzerindeki denetim olanaklarını sürdürmek maksadıyla ülkedeki azınlıkların haklarını korumayı kendilerine vazife edinmeye çalışıyorlardı. Türk tarafı müzakereler sırasında bir yandan azınlıkların haklarının korunacağı konusunda taahhütlerde bulunurken, diğer yandan din ve inançlarına bakılmaksızın tüm Türk vatandaşlarının bundan böyle aynı hukuk düzenine tabi olacaklarının, yani din temelli ayrı ayrı hukuki düzenlemelere tabi olmayacaklarının teminatını vererek bir millet inşa etmek niyetinde olduğunu adeta açıklamıştır. Bu tür bir yapılanmanın kişinin toplumsal statüsünün belirlenmesinde dinin yer almasını dışlayan bir yaklaşım olduğunu, o dönemde Lozan’ı sadece bağımsızlık belgesi olarak algılayanlar belki yeterince fark etmemiş olabilirler. Ancak bunların bir millet inşa etmeyi öngördüğü, bir milli devletin kurulmakta olduğunun müjdecisi olduğu konusunda kuşku yoktur.

Sınırları böylece belirlenen milli devletin sahibi “milletin inşa edilmesi” Cumhuriyet’in ilk yıllarında özel önem arz etmekle birlikte, devletin her dönem ilgilendiği bir sorun olmuştur.

AMAÇ MİLLİ DEVLETİN KURULMASI

Saltanatın ilgasının ve Lozan’da verilen taahhütlerin aslında bir milli devlet kurulmasını amaçlandığını gösterdiği ilk bakışta sezilememiş olabilir. İmparatorluk felsefesinden kopmak, bir milli devlete yönelmeyi de simgeliyordu. Pekiyi, imparatorluk felsefesi neydi? Bilindiği gibi, imparatorlukların birincil hedefi mümkün olduğu kadar geniş topraklara sahip olmak, onları yönetmek, onların yarattığı servetten nemalanmaktı. Bir imparatorluk, gücünün elverdiği ölçüde genişler, birbirinden çok farklı halkları kendi yönetimi altına alabilirdi. Gücü zayıfladığı dönemlerde ise toprak kaybederdi.

Özetle, imparatorluklar, güçleriyle bağlantılı olarak genişleyen veya daralan siyasi örgütlerdi. Bünyelerine muhtelif ulusları barındırabilirlerdi. İmparatorlukların çok uluslu yapılanmalar olduğu, dolayısıyla milliyetçi düşüncelerin gelişmesinin imparatorluklar için hayati bir tehlike oluşturduğu daha Fransız İhtilali sırasında ihtilal karşıtı çok uluslu imparatorluklar tarafından görülmüştü. Nitekim, Fransız ihtilalinin Avrupa düzenine meydan okumasını sonlandıran 1815 Viyana Kongresi’nde, “Milliyetçilik görüldüğü yerde ezilmelidir!” mahiyetinde kararlar alınmıştı. Ancak millet düşüncesi yine de ilerlemiş, hatta Avusturya-Macaristan gibi çok uluslu imparatorluklar dahi, kendi zaaflarını görmezden gelerek, Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki bazı milletlerin ulus devletler şeklinde örgütlenerek Osmanlı İmparatorluğundan kopması için mücadele etmekten kendileri alıkoyamamışlardı. Birinci Dünya Savaşı, çok uluslu imparatorlukları sona erdiren bir savaş oldu. Kendisi de çok uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı da artık sona ermişti. Saltanatın ilgası ve Lozan’da verilen sözler, nihayet bir Türk milli devletinin de doğmakta olduğunu müjdeliyordu. Lozan’da yapılan müzakereler sınırları belirli bir milli devletin kurulmasıyla ilgilidir. Sınırlar Lozan’da belirlenmiş, bazı ihtilaflı konuların çözümü sonraya bırakılmıştır. Daha sonra bu sınır sorunlarından bazıları Türkiye Cumhuriyeti’nin aleyhine bazıları lehine sonuçlanacak şekilde ama savaşmadan çözüme bağlanmıştır. Buna karşılık, sınırları böylece belirlenen milli devletin sahibi “milletin inşa edilmesi” Cumhuriyet’in ilk yıllarında özel önem arz etmekle birlikte, devletin her dönem ilgilendiği bir sorun olmuştur.

Cumhuriyetin uyguladığı laiklik anlayışının temelinde, yasaların ve kamu politikalarının dini ilkeler ve gerekçeler kullanılarak meşrulaştırılmaması yatmaktadır. Buna karşılık, bazı uygulamaların laik olan diğer ülkelerden ayrıldığı dikkati çekmektedir.

TEMEL NİTELİK: LAİKLİK

Lozan’da verilen taahhütlere de bakıldığında, devletin laik olması gerekmekteydi çünkü inancına bakılmaksızın herkes aynı yasalara tabi olacaktı. Bu sonuca varılması ancak tedricen gerçekleştirilebilmiştir. İlk adım, dünyevi gücü saltanatın ilgası ile elinden alınan sultanın sadece halife sıfatını korumasına izin verilmesi; fakat halifenin siyasi gücünü yitirmeyi bir türlü kabullenemeyip bunu tekrar kazanmak konusunda ısrar etmesidir. Bunun üzerine, 1924’te hilafetin de lağvedilmesi ile birlikte, kamu otoritesinin kararlarını dini temellere dayandıracak ya da kararların dinen uygun olduğu biçiminde onları meşrulaştırmak için başvurulacak, ayrıca da denetleyecek bir merci ortadan kalkmıştır. İkinci adım, 1926’da Medeni Kanun’un kabulü ile atılmıştır. Bilindiği üzere, bu kanun İsviçre’nin Neuchatel kantonunun yasasının Türkçeye çevrilmesi ve Türkiye koşullarına uyarlanması yoluyla yapılmıştır. Bu kanunun hükümleri dinle meşrulaştırılmadığı gibi, dine dayalı uygulamalar olduğu ileri sürülen, kadınları mirasta, şahitlikte erkekle eşit tutmamak türünden eşitsizlikler bu kanunla ortadan kaldırılıyordu. Üçüncü adım ise, 1928’te devletin dininin İslam olduğuna ilişkin hükmün anayasadan çıkarılmasıdır. Daha önce atılmış adımlar muvacehesinde, bu adımın tabii olduğu düşünülebilirse de toplumun siyasetin de tanıdığı ve mensuplarına öncelik verdiği bir dine sahip olduğu ilkesi yaygın kabul gördüğünden, yapılan değişikliğin arz ettiği önem aşikardır.

Cumhuriyetin uyguladığı laiklik anlayışının temelinde, yasaların ve kamu politikalarının dini ilkeler ve gerekçeler kullanılarak meşrulaştırılmaması yatmaktadır. Buna karşılık, bazı uygulamaların laik olan diğer ülkelerden ayrıldığı dikkati çekmektedir. Dinin ayrı ve devletten bağımsız bir çerçevede örgütlenmemesi ve devletin çoğunluğun dini ihtiyaçlarına cevap vermesi geleneği, Bab-ı Meşihat’ın (Şeyhülislamlık kurumu), önce Evkaf ve Şeriye Nezareti olarak, daha sonra da Diyanet İşleri Başkanlığı kalıbında Cumhuriyet döneminde sürdürülmüştür. Kurum devlet bütçesinden aldığı tahsisatla sadece nüfusun Sünni-Hanefi kesimine hizmete vermeyi görev edinmiştir. Başlangıçta devletin dini denetleyerek ona meydan okumasına olanak vermemek için kullanılan bu formülün özü itibariyle sakıncalı olduğu, laiklik ilkesiyle uyumunun tartışmalı olduğu hususu üzerinde durulmamıştır. Ancak, günümüzde toplumun dinselleştirilmesi için çaba gösteren bir kuruma dönüşmesi eleştiri konusu olmaktadır. Laiklik açısından doğru olan Diyanet kurumunun devlet yapısı dışına çıkarılması ve inananların bağışlarıyla yaşaması olmakla beraber, mevcut iktidarın felsefesinin toplumu dinselleştirme ve dindarlaştırma olduğundan, günümüzde güçlendirilmesi ve kamu imkanlarından giderek daha fazla yararlandırılması söz konusudur.

Ülke iktisaden geliştikçe, dünya ile ilişkileri yoğunlaştıkça, toplumun dünyevileşeceğine, başka bir ifadeyle kararlarını ve davranışlarını sadece dinin öngördüğü biçimde ve dini esaslara göre şekillendirmeyeceğine kesin gözüyle bakılabilir. Bu bağlamda, cumhuriyetin kuruluşundan sonra siyaset ve hukuk düzenimize yerleşen laiklik ilkesinin iki etkisi, geriye çevrilemeyecek şekilde işlemeye devam edecektir. İlkin, gelecekte de kamu politikalarının salt dini esaslara dayandırılması muhtemelen hiçbir zaman söz konusu olmayacaktır. İkinci olarak da toplumda kadının yeri İmparatorluk döneminde öngörülenden farklı olarak erkeklerle daha eşitlikçi bir konumda olmaya devam edecek, özellikle kanuni eşitliğin değiştirilmesi imkan haricinde kalacaktır.

SONUÇ

Gördüğünüz gibi, Cumhuriyetin ilanı Türk toplumunda kapsamlı bir dönüşümün ortasında yer alan, değişimin mahiyetini sembolleştiren, değişimin ne yönde ilerleyeceğini belirleyen, bir imparatorluk ahalisini sınırları belli bir milli devlet çerçevesine sokarak milletleştirmeye yönelen bir gelişmedir. Cumhuriyetin yüzüncü yılını idrak ediyor olması, seçilen yolun doğru olduğunu kanıtlıyor. Şimdi önümüzde cumhuriyeti, sahip olduğu nitelikleri koruyarak, ikinci yüzyılına taşımak gibi büyük bir sorumluluk bizi bekliyor…

 

İlter Turan, Prof. Dr. Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi


Sitemizin açılışında ilk dosya konusunu “100. Yılında Cumhuriyet” olarak belirledik.
Bu yazı 100. Yılında Cumhuriyet Dosyası‘nda yayımlanmıştır.
Dosyanın diğer yazıları için buraya tıklayınız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir