Türkiye’nin 100 yıllık Cumhuriyeti: ikili yapının esrarı…

Türkiye’nin 100 yıllık Cumhuriyeti: ikili yapının esrarı…

Cumhuriyet, Türkiye’de somut bir modernleşme projesidir. Toplumun, yine aynı ifadeyi kullanayım, bir “mühendislik” anlayışıyla dönüştürülmesini ve modernleştirici olduğu kabul edilen değerlerle buluşturulmasını öngörür. Bu değerlerin bazıları biçimseldir ve yine inkılaplar olarak bilinir. Öte yandan modernleşme düşüncesinin özünü oluşturan bazı kavramlar Türkiye’deki cumhuriyet anlayışına içkindir. Bunların başında zaman anlayışı gelir.

Daha önce bir metinde cumhuriyetin bir yönetim tarzı olduğunu belirtmiştim. Gerçekten de bir yönetim biçimi olmasına ve devlet başkanının kim olacağına, nasıl seçileceğine dönük bir yöntem problemi olmasına rağmen cumhuriyet, başka ülkelerde de biraz böyle olmakla birlikte, bizde bambaşka anlamlar kazanır, bambaşka kavramlarla bütünleşir. Cumhuriyetin kurulmasına ait özel tarihin getirdiği bir sonuçtan söz ediyoruz. Bu meyanda da Türkiye’deki cumhuriyet, bir siyasal kuram ve demokrasi kuramı problemi olarak da siyasal pratik olarak da henüz demokrasiyle birlikte, demokrasiyle ilişkisi içinde düşünülmemiştir. Bir historiografik sorundan değil bir bilinç durumundan söz ediyoruz. Asıl sorun daha da büyüktür. Çünkü bugün de Türkiye’de cumhuriyet kavramı demokrasinin önündedir. Mevcut denklem, 1923’ün koşullarında anlaşılabilir ve ayrıca haklıdır da. Fakat 100 yıl sonrasında da cumhuriyetin demokrasiyi öncelemesinin koşulu olarak sunulması kabul edilemez.

Cumhuriyetle demokrasi arasında doğrudan ve zorunlu bir ilişkinin bulunmadığı literatürde saptanmış bir gerçektir. Dikkat edilirse zorunlu ve doğrudan bir ilişkiden söz ediyoruz, arada herhangi bir ilişkinin bulunmamasından değil. Öte yandan, demokrasiyle cumhuriyet arasında Çin Seddi de yoktur. Demokrasinin bazı koşullarıyla cumhuriyetin bazı koşulları birbirini tamamlar ve iki olgu arasındaki etkileşim iki tarafı, özellikle de demokrasiyi güçlendirir.

Bu koşulların, birbiriyle ters düşmese veya zıtlaşmasa bile, birbirini zorladığı durumların da bilincindeyiz. Örneği, Türkiye’de çok tartışılan laiklikten verelim. Laiklikle cumhuriyet arasında doğrudan ve zorunlu bir ilişki bulunmaz. Ama res publica kavramıyla laikliğin temeli olan laikos aynı anlama gelir, halk demektir. Bir yönetim biçimi olarak halkı iktidarın sahibi olarak gören cumhuriyet, iktidarın göksel değil yersel olduğunu öne sürerek “halk” kökenli bir pozisyon alır, bu bir egemenlik sorunudur, cumhuriyetin özüdür ve bilinen gerçektir. Laiklik de yine Tanrısal değil yersel, maddi bir iktidarı vurgular. Bu nitelikleriyle iki kavram birbirini besler. Ama dünyanın çeşitli yerlerinde laiklik adına da halk adına da demokratik hakların ihlal edildiği kimsenin meçhulü olmadığı gibi, yakın dönem Türkiye tarihindeki uygulamalar, onlardan türeyen hak kısıtlamaları akıllardadır. O çatışmaları anımsadığımız anda cumhuriyetin değil demokrasinin sularına giriyoruz. Cumhuriyetle demokrasinin temel değerler bakımından birbirini zorladığı ve beslediği bir gerçektir. Türkiye’nin de bu konulardaki kuramsal birikimi içselleştirmesi ve yanılsamalardan arınmış bir şekilde demokrasi öncelikli bir programı uygulamaya başlaması, cumhuriyet döneminde ortaya çıkan demokratik genişlemeleri daha ileri programlar için kullanmasını öğrenmesi gerekir.

O görüş doğrultusunda kalarak, bu yazıda Türkiye’deki cumhuriyetin 100. yılındaki bazı sorunlara değinmek istiyorum. Nedeni, cumhuriyetin 200. yılında değineceğim sorunların aşılmasındaki zarurettir. Muhtemelen aşılacaklardır da. Türkiye’deki cumhuriyetin ilk yüz yılıyla bire bir örnek aldığı Fransa’daki cumhuriyetin ilk yüz yılı karşılaştırılırsa, 1989 yılında iki yüzüncü yılı kutlanan Fransız cumhuriyetinin kazanımlarının bizde çok daha erken bir tarihte tecelli edeceği açıkça iddia edilebilir. Çözülmesi ya da aşılması gereken tek sorun, demokrasinin önceliğini sağlayacak olan temel dönüşümlerin gerçekleştirilmesidir. Kolay bir sorundan söz etmiyoruz. Hele cumhuriyet ele alındığında böyle bir önermenin popüler kültür ve söylem içinde cumhuriyet karşıtlığı olarak yorumlanması daha da ciddi bir sorundur.

Bu, toplumsal bir patolojiye denk gelir ve muhakkak iyileştirilmelidir. Çünkü, engelleyici o karşıtlık sadece önermeye o yönden itiraz edenlerin zihnindedir. Bu problemleri aşmanın Türkiye’deki öncelikli güçlüğü, devlet kavramının denklemlerdeki gücünden kaynaklanır. Cumhuriyetin ikinci yüz yılının ilk hedefi, devletle olan büyük, derin ve sistemik hesaplaşmadır:

Cumhuriyetin öznesi halktır. Halk kavramı 19. yüzyılda bugünkü anlamını kazandı. Fransız İhtilali tabii ki “peuple” kavramıyla iç içeydi ama daha çok “nation/ulus” ve “yurttaş/citoyen” kavramlarını zikrediyordu ihtilal. 18. yüzyılın bu kavramlarından kısmen pozitivizmin kısmen de sosyalist hareketlerin geliştirdiği halk kavramına geçiş başlı başına bir farklılaşmaya tekabül eder.

I

Türkiye’de daha geniş kapsamlı bir cumhuriyete geçmek, cumhuriyetin kapasitesini genişletmek ve o olanakla yeni bir demokrasi anlayışına yönelmek öncelikle devletçi, devleti öne alan formülleri değiştirmekle başlamalıdır. Zor dediğimiz problem budur. Daha önce de belirttiğim gibi, sadece Türkiye’de “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” denmektedir. Amerika Cumhuriyeti Devleti veya Fransa Cumhuriyeti Devleti şeklindeki bir ifade ancak komik olmak göze alınırsa kullanılabilir. Oysa Türkiye’de devlet hem cumhuriyetin kurucusu hem de cumhuriyet devlet için kurulmuş gibi bir anlayış hâkim. Cumhuriyet kendi içinde elbette çok önemli bir kavram ve tarihsel, kuramsal ve felsefi arka planı var. İnsanlık cumhuriyet kavramına bir çırpıda gelmedi. Özündeki res publica kavramının diğer siyasal kavramların üstüne çıkması, düşünce tarihi ve toplumsal dönüşümler bakımından da hayati derecede önemli eşikler içeriyor. Cumhuriyetin öznesi halktır.

Cumhuriyetin öznesi halktır. Halk kavramı 19. yüzyılda bugünkü anlamını kazandı. Fransız İhtilali tabii ki “peuple” kavramıyla iç içeydi ama daha çok “nation/ulus” ve “yurttaş/citoyen” kavramlarını zikrediyordu ihtilal. 18. yüzyılın bu kavramlarından kısmen pozitivizmin kısmen de sosyalist hareketlerin geliştirdiği halk kavramına geçiş başlı başına bir farklılaşmaya tekabül eder. Hatta 1848 ve 1871 Paris komünlerinde bile halk, bugünkü anlamında kullanılmaz. Halk kavramı mevcut içeriğini daha çok Alman Romantik-Ulusçu hareketiyle birlikte geliştirmiştir: volk. Özünde sağcı bir kavram olduğunu da şaşırtıcılığı pahasına belirtelim. Daha sonraki dönemlerde de halk; katışıksız, saf, işlenmeyi bekleyen ama tüm erdemlerin kaynağı olarak ulusçu hareketler tarafından yüceltilir. Ulusçuluk tartışmalarında hala çok etkili olan Herder’in çıkış noktası, saflığı ve dokunulmamışlığıyla halktır.

Geç Osmanlı dönemindeki kullanımı da daha farklı değildir halkın. Herderci anlamıyla dilin özdeşleşmesiye bütünleşmiş ulusçu düşünce doğrultusunda yayın yapan Genç Kalemler dergisi, Selanik’te ve ulusçuluk doğrultusundaki tüm gelişmelerin kaynağı olan 1911 ve 1912 yıllarında doğmuştur. Türkçülüğün ideolojik hatta doktriner hale getirildiği Türk Ocakları’nın kuruluş tarihi de 1912’dir. Halk artık yüceltilen bir kavramdır ve daha ziyade edebiyatın biçimlendirdiği bir algıyla değerlendirilir. Henüz siyasal anlamda kurucu bir unsur kabul edilmez. Tanzimat döneminde çok tekrarlandığı gibi sadece Sadık Rıfat Paşa, “hükumetler halk için mevzu’ olup, yoksa halk hükumetler için mahlûk değildir” diyebilmiştir. Namık Kemal’in yine romantik anlamlar yüklediği halk kavramı da zamanla “efkâr-ı umumiye” yani kamuoyu şeklinde tezahür etmiştir. Namık Kemal’de millet kavramı kesinlikle halk kavramının önündedir.

Cumhuriyet, cumhurun hazırladığı bir sonuçtur ama onunla, halkla değil milletle ilişkilidir. Millet, sonraki tabiriyle, “ulus” olarak tecelli eder. Unutmayalım ki millet teriminin Osmanlı hukuk sistemindeki karşılığı dindir. Ulusa gelince onunla hem Fransız Devrimi’nin getirdiği nation kavramı karşılanacak hem de milletin içerdiği dine ait anlam ertelenecektir.

II

Halk kavramının gelişmesinde kritik rolü Rus romantik devrimcilerinin oynadığı bilinen gerçek. Halk düşüncesini aynen şu verdiğimiz çerçeve içinde onların ve onların etkilediği Narodnichestvo/Narodnizm hareketinin öne çıkardığı çok açık. Narodniklerin romantik ama çok etkili bir hamle geliştirdiğini unutmuyoruz.  Onların khozhdeniye v narod dediği ve tamı tamına “halka gitmek” anlamına gelen hareket, 1908 sonrası Türkiye’de de aynen benimsenmiş, tekrarlanmış bir hamledir. Çernişevski’nin, otobiyografisini o alanda yazılmış en mükemmel yapıt olarak nitelendirdiğim Herzen’in başını çektiği hareket, 1879’da kurulan Nardnya Volya (Halkın İradesi/Talebi) partisinden kökleniyordu ve Rus Devrimi’ne giden yoldaki en önemli kurucu unsurlardan biriydi.

Türkiye’de Yeni Osmanlılardan Genç Türklere gelirken şiddetli bir içerik değişikliği yaşayan halk anlayışı 1930’lerde yeniden canlanacaktır. Cumhuriyet öncesinin, Kurtuluş Savaşı’nın en önemli belgelerinden biri, Mustafa Kemal Paşa’nın 13 Eylül 1920’de TBMM’ye sunduğu ve esasında İcra Vekilleri Heyeti’nin programı olan, daha sonra anayasa tarihimizde ve devrim tarihinde Halkçılık Beyannamesi olarak bilinen metindir. 1930’ların ideolojik propagandist örgütlenmesi Halkevleri de yine halk kavramının romantik şekilde kabulünü en somut şekilde yaşayan Çekoslovakya modelinin bir replikasıdır. Halk, siyasal plana bu kapıdan girerken başka bir işlev daha yüklenir. Dil bakımından nasıl bir kaynak kabul edilirse halk, siyasal meşruiyetin kaynağı olarak da benimsenir. Ama unutmamak gerekir ki, cumhuriyetin ilk anayasası olan 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye kanunu halktan değil milletten söz eder ve “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” der. Bu tanım çok nettir: halk bir kaynaktır, örgütsüz güçtür ama eğer siyasal birlikten söz edilecekse o kitle millettir.

Böyle bir algılayış bizi çok kritik bir noktaya taşır. Cumhuriyet “cumhur” tarafından hazırlanmıştır. Ama 19. yüzyıl pozitivizminin halk bağlamında öğrettiği bir “gerçek” var: Kaynak, köken olarak benimsenen halk, siyasal örgütlenme birimi olmadığından güdümlenmeye açıktır. Dolayısıyla cumhuriyet halka rağmen halkçılık düşüncesini sadece pozitivizmin elit kuramı içinde değil siyasal bir gereklilik olarak da benimsemiştir. Halk, siyasal özne olan milletin özüdür. O takdirde cumhuriyet, cumhurun hazırladığı bir sonuçtur ama onunla, halkla değil milletle ilişkilidir. Millet, sonraki tabiriyle, “ulus” olarak tecelli eder. Unutmayalım ki millet teriminin Osmanlı hukuk sistemindeki karşılığı dindir. Ulusa gelince onunla hem Fransız Devrimi’nin getirdiği nation kavramı karşılanacak hem de milletin içerdiği dine ait anlam ertelenecektir.

Cumhuriyetin bu karmaşık ilişkiler düzeni içinde önemli bir sonuç öne çıkıyor: Cumhuriyet 1920’lerdeki karmaşa içinde sadece bir yönetim belirleme modeli olmakla sınırlı kalmayıp onu aşan önemli işlevler üstlenir. Bunların ilki, inkılapların gerçekleştirilmesidir. Özellikle hilafetin lağvı, Medeni Kanun’un kabulü ve nihayet laikliğin temellendirilmesi bir modernleşme projesi olarak cumhuriyetin sacayağını hazırlar. Yine de kritik nokta bunların hiçbiri değildir. Cumhuriyet, modernleşme projesi işleviyle bir yandan Batılılaştırmacı inkılapları gerçekleştirirken bir yandan da milleti oluşturma gayreti içindedir. Bir millet vardır ama o millet soyuttur. Kurucu iradedir ama bu sadece hukuk açısından önemli ve işlevlidir. Milletin “modern” manada oluşturulması gerekir. Daha doğrusu milletin, cumhuriyeti hazırlayan siyasal elitin zihnindeki kimlikle bütünleşmesi istenmektedir. Osmanlı’nın hazırladığı ama cumhuriyete devrettiği millet anlayışı, homojen ulus kavramıyla özdeştir.

Türkler, Osmanlı’dan kopan son etnik grup olarak ulus bilincini geniş ölçüde cumhuriyetle kazanır. İlk adım İT dönemi olsa da bu gerçek emperatiftir. Ulusu, daha küçük özne olan yurttaşlar meydana getirir. Cumhuriyet, yurttaşını Fransız Devrimi’nin yurttaşını esas alarak ve eksiksiz bir toplum mühendisliğiyle yaratır. Yurttaş, bilinciyle ulusu homojenleştirecek ve güçlendirecektir. Cumhuriyetin en önemli projesinin yurttaşlık yaratmak olduğu kesindir. Tanımlanan yurttaş; cumhuriyetine ve devletine sadık, değerlere sahip çıkan bir profil taşımalıdır. Halkevleri bir propaganda kurumu olarak yerleşirken mesela Halk Hatipleri Teşkilatı, “formasyonunu” kazanmış yurttaşın toplumun diğer kesimlerini biçimlendirme aracı olarak düşülmüştür. Değildir ama eğer bir ideoloji olarak kabul edilirse, “milli egemenlik” dışında doğrudan ve öncül kabul edilecek bir ideolojisi bulunmayan, III. Selim’den ama özellikle Jön Türklerden beri devam eden Batılılaşma hareketinin radikal aşaması olarak düşünülen ve tamamen pratikler etrafında biçimlenen, ideolojisini de bu oluşum içinde günden güne ulusal önderin açıklamalarıyla temellendiren cumhuriyetin, Halk Hatipleri Teşkilatı gibi bir örgütü kurması ve eylemini bu ölçüde bir kararlılıkla savunması ilginçtir. Radikal dönem 1935-37 yılları arasında tamamlanır. Tek Parti-devlet bütünleşmesi sağlanır. Devlet parti devletine dönüştürülür. Kemalizm, CHP programına girer. Altı Ok, 1937 yılında anayasaya yerleştirilir. Valiler illerde, Tek Parti’nin il başkanları olur.

CHP’nin kurucu parti olma sıfatıyla hazırladığı bu modelin bir örneği daha yoktur. SSCB deneyimi dahi bu ölçüde bir radikalizm içermez. İlginç olanı bu açılımın ve modelin, tam da bu sürecin hazırladığı siyasal yapının ve ideolojik çerçevesinin cumhuriyetle bütünleştirilmesidir. Cumhuriyet böyle bir siyasal oluşum sonunda, münferiten Türkiye’de devletle özdeşleşen ve öyle söyleyelim, kurucu ideolojinin toplumsal doğru olarak kabul edildiği bir sisteme dönüşür. Fransız Devrimi’nin de “değerleri” vardır. Bunlar İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile özgürlük-eşitlik-kardeşlik gibi evrensel değerlerdir. Türkiye’de ise Tek-Parti döneminde, yerli inkılapların ulusal değerler olarak içselleştirilmesine ve yurttaşlığın bu bağlamda inşasına önem verilmiştir. Sonuç olarak, cumhuriyet; Türkiye’de meşruiyet, milli egemenlik, yerel örgütlerle bütünleşen anayasal yaklaşım, medeni kanun gibi hukuki öneminden ziyade tamamen inkılapların önemiyle anılır olmuştur. Popüler dilde, elbette yanlış olarak, ifade edilen “Cumhuriyet değerleri” bunlardır.

Cumhuriyeti kuran düşünce çerçevesini de aynı doğrultuda birkaç cümleyle tanımlayalım. Cumhuriyet, Türkiye’de somut bir modernleşme projesidir. Toplumun, yine aynı ifadeyi kullanayım, bir “mühendislik” anlayışıyla dönüştürülmesini ve modernleştirici olduğu kabul edilen değerlerle buluşturulmasını öngörür. Bu değerlerin bazıları biçimseldir ve yine inkılaplar olarak bilinir. Öte yandan modernleşme düşüncesinin özünü oluşturan bazı kavramlar Türkiye’deki cumhuriyet anlayışına içkindir. Bunların başında zaman anlayışı gelir. Zamanın geçmişe dönük olarak ve ad infinitum olarak ele alınmasından ziyade, geleceğe dönük olması düşünülmüş ve teleolojik bir muhakeme kurulmuştur. Homo economicus anlayışına geçilmiş, üretim temelli ve büyümeyle kalkınma politikalarını öngören bir ekonomi modeline öncelik verilmiştir. “Kültür” kavramına başlı başına bir anlam yüklenmiş, kültürlü insan bir model olarak tercih edilmiş, onun ötesinde konservatuvar ve klasik düşüncesi kurucu değerler olarak görülmüştür.

Cumhuriyet, benim “Tarihsel Blok” dediğim ve Antonio Gramsci’den aldığım terimle, “ordu-bürokrasi-aydınlar”ın oluşturduğu blok tarafından kurulmuştur. 1908 devrimini de aynı blok yapmıştır. Ordu, bürokrasi ve aydınlar, daha gevşek ve kendiliğinden bir siyasal pratik haldeyken, İttihat ve Terakki’nin ikinci kongresinde somutlaşmıştır.

III

Tüm bu olumlu gelişmenin yanında cumhuriyetin yüz yıl boyunca devam eden zaaflarını özel bir değerlendirmeyle ele almak gerekir. Ve ne yazık ki işin bu yanı bir muhasebe kaydı olarak bile Türkiye’de ele alınmadı, alınmıyor. Siyasal polarizasyonun yarattığı popüler bir kiçleşme içinde ne cumhuriyet ve kurucu muhakemesi ne toplumsal planda ifade ettiği anlam üstünde düşünülüyor. Yüz yıllık bir cumhuriyete sahip olmak gibi yüceltici bir değerin ışığında cumhuriyetin kendisine özgü hususlarını, bazen yapısal özelliklerinden kaynaklanan bazen de cumhuriyet adına ona yön veren özelliklerini gelişmeye açık yönleriyle değerlendire bilseydik, bugün çok daha ileri bir cumhuriyet-demokrasi ilişkisi içinde bulunmak kabildi. Demokrasi, kurucu cumhuriyetin meselesi değildi. Olabilir miydi; bu, ayrı ve spekülatif bir soruydu ama değildi. Fakat aynı soru, daha sonraki kuşakların, hiç değilse 1960 sonrasının, ciddi problemidir ve maalesef bu soru, yüz üstü bırakılmıştır.

Demokrasinin gelişmesine ket vuran çok önemli nedenler vardır ve bu durum başka yazıların konusudur. Fakat en önemli nedenlerin başında, cumhuriyetin demokrasi zannedilmesini sağlayacak ve gerçek bir demokrasinin (dünyanın her yerinde) cumhuriyeti önceleyecek bir rejim olduğunun unutturulması gelir. Türkiye, cumhuriyeti ve inkılapları, “değerler” bütünü içinde demokrasi sanmıştır. Hala da öyle kabul etmektedir. Kurucu ideolojinin demokrasiyi ikame etmesinin çok ciddi bir sonucu var. Cumhuriyetten kalıcı ve köklü bir demokrasiye geçilememesine yol açan o sonuç bir ontolojik nedenden kaynaklanıyor: devletin toplumu ikame etmesi ve yüz yıllık dönemde bu gerçeğin hemen daima etkili olması. İzah etmeye çalışalım.

Cumhuriyet, benim “Tarihsel Blok” dediğim ve Antonio Gramsci’den aldığım terimle, “ordu-bürokrasi-aydınlar”ın oluşturduğu blok tarafından kurulmuştur. 1908 devrimini de aynı blok yapmıştır. Ordu, bürokrasi ve aydınlar, daha gevşek ve kendiliğinden bir siyasal pratik haldeyken, İttihat ve Terakki’nin ikinci kongresinde somutlaşmıştır. Söz konusu blokun temel güdüsü, devleti kurtarmaktır. Sadece bir bilinç dışı, dolayısıyla psikanalitik dürtü değil; son derecede somut bir pratiktir bu ve bu haliyle devlet blok için biraz da Lacancı terminolojideki nesne küçük a’dır; yani daima aranan fakat bulunamayan arzu objesi. Cumhuriyet, bu bloğun hazırladığı devletin içinden çıkmıştır. Bu tanım doğrudur. Önce devlet kurulmuş sonra cumhuriyet devlet başkanını seçmek, tayin etmek için politik pratik bir metot olarak ihdas edilmiştir.  Cumhuriyetin egemenlik sorunuyla ilgili boyutu bu gerçeğin dışında değildir. Egemenliğin millette olması, devlet başkanını da milletin seçeceği anlamına gelir ki cumhuriyet budur. Böyle bir değerlendirmenin ötesinde cumhuriyete atfedilen diğer anlamlar toplumların siyasal yapılarındaki özgüllükten kaynaklanır. Ama toplumsal zihindeki cumhuriyet inkılaplara bütünleşmiş, onların icrasından, ifasından sonra oluşmuş gibidir.

Tarihsel blok Türkiye’de 1923 sonrası dönemin muhtemelen 2010’lara kadar kesiksiz, arasız devam eden hükümranlık odağıdır. Darbeleri dahi gerçekleştiren bu siyasal merkez meşruiyetini devletten, onun kurucu ideolojisinden almıştır. Atatürkçülük adına yapılmamış tek bir anayasa olmadığı gibi, 1980’deki girişim de 1930’ların ihyasını öngörüyordu. 1980 darbesinden sonraki anayasa Kemalizm adına ayrıca ek “yeni” düzenlemeler yaparak bu ideolojinin bir kez daha hükümran olmasını gözetmiştir. Ortada, tıpkı 1930’larda olduğu gibi, okullarda okutulacak tarih kitaplarını yeniden yazdırtacak kadar ciddi bir iddia ve hırs vardır. Bu hırs, cumhuriyeti kuran ilerlemeci mantıkla taban tabana zıttır. Çünkü, eskiyle yeniyi, yeni görüneni bir arada bulundurmak, eskinin yeni olarak bir kere daha yerleşmesini sağlamak çabasındadır.

Bürokrasi ve asker elitinin yapısı çok önemli bir toplum kusurundan kaynaklanır ve onun aşılmasını engeller ki o da sivil toplumdur. 1920’lerde bir sivil toplumdan söz etmek olanaksızdı, tıpkı kurucu kadroların demokrasi getirmemekle suçlanmasının olanaksızlığı gibi.

IV

Siyasal elitin bir kesimiyle askeri elitin ittifakını, Hegel’in çok farklı bir anlam içinde kullandığı fakat daha iyisini bulamadığım bir tabirle aufhebung olarak nitelendiriyorum. Derrida’nın Fransızcaya relever şeklinde çevirdiği bu kelime, aynı zamanda, “ortadan kaldırma”, “yok etme”, “sona erdirme” anlamlarına geliyor- hilafetin sona ermesi gibi (sözcüğün kökeni aufheben’dir ve kesinkes iptal etmek, yok etmek anlamlarına geldiği gibi şaşırtıcı şekilde “muhafaza etmek” anlamlarını da içerir). Fakat Hegel, kavramı, iki zıt şeyin; mesela sona erişin ve yeniden başlamanın beraberliği, birlikteliği, eş-zamanlılığı olarak kullanılır. Cumhuriyet-devlet ilişkisi ve bunun “Tarihsel Blok”la sağlanması gerçekten de bu anlama gelir. Çünkü, her defasında eski olanın ortadan kaldırılması şeklinde sunulan doku, o eskinin yeni olarak sunulması ve yeninin yerine yerleştirilmesidir. Her darbeden sonra Kemalist revivalism’in, yeniden-doğuşun yaşanması başka türlü açıklanamaz ve bu anlayış, philosphia perennis’in devamından öteye gitmez. O da temel, kurucu ideolojinin sürekli olarak referans kaynağı oluşudur.

Bürokrasi ve asker elitinin yapısı çok önemli bir toplum kusurundan kaynaklanır ve onun aşılmasını engeller ki o da sivil toplumdur. 1920’lerde bir sivil toplumdan söz etmek olanaksızdı, tıpkı kurucu kadroların demokrasi getirmemekle suçlanmasının olanaksızlığı gibi. Tarihsel Blok, her darbe sonrasında gelen göreli demokratik dönemde, yani seçim döneminde seçimi kaybetmiş ama birkaç yıllık “müsaadelerle” yeniden devreye girerek iktidarı elde etmeye çalışmıştır. 1950’nin darbesi 1960; 1965’in darbesi 1971; 1973’ün darbesi 1980’dir. 1990’lardaki oluşumlar 1997’de, 2000 sonrasındaki gelişmeler de 2007’de karşılanmıştır. Bu darbelerin bulduğu ve bulmadığı karşılık, Türkiye’deki demokrasinin gelişmesiyle veya zaaflarıyla ilgilidir.

Şunu da belirteyim: siyasal çevre sürekli olarak daha sağa, daha muhafazakâr bir çizgiye kaymıştır. Menderes İnönü’den, Demirel Menderes’ten, Özal Demirel’den, Erdoğan Özal’dan daha sağ bir noktadadır. Buna karşılık, Erdoğan’a gelinceye kadar geçen süredeki siyasal oluşumların ve İslamcı Sağ’ın dışında kalan hareketlerin ilk felsefe ile hiçbir sorunu yoktur. Hatta bu damar o kertede güçlüdür ki zamanla çevrenin siyasal hareketi büsbütün güçlenince, AKP’ye gelinceye kadar ortaya çıkmış tüm siyasal partilerin elitleri üstünde tepki yaratmış ve o kadroların CHP’ye ve geleneksel Kemalist ideolojiye kaymasına yol açmıştır. İkililik, yani bir tür aufheben burada da kendisini gösterir.

Demokrasiden söz ediyoruz ama demokrasinin yaşadığı evrensel krizlerin farkındayız. Bugün elzem olan biçim şartlarıyla işleyen bir demokrasi değildir. Kozmopolit demokrasiye Türkiye her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymaktadır. Cumhuriyetin kendisini doğrulayacak olgularından biri olan laiklik ancak bu çerçeve içinde gerçek anlam ve işlevini kazanabilir.

IV

Böyle bir gelişmenin, Türkiye’nin 100 yıllık cumhuriyeti bakımından çok önemli bir sonucu var: cumhuriyetin, bir türlü, adını aldığı cumhura ait olamaması. Cumhur, sadece bir ad ve kitle değildir. Cumhur, çok karmaşık bir mekanizma olan sivil toplumla ilgilidir. Sivil toplum, dernekler ve örgütlerden çok fazlasıdır. Onları kapsar ama elbette ötesidir. Bir sınıfsal kütle (“kitle” değil) olarak tasavvur edilmeyen sivil toplumun mevcudiyetinden söz edilemez. Papaz Sieyés’in Tiers-état yani üçüncü sınıf kavramı genel olarak halk demektir ama burjuvaziyi da ima eder. Türkiye’de üçüncü sınıf olacak bir burjuvazi 1908’den bu yana hala oluşmadı mı? Oluştu. Fakat büyük kentlerde yerleşik o sınıf ilksel felsefe ile hem de en muhafazakâr hatta zaman zaman kiçleşecek şekilde irtibat kurmayı yeterli görüyor. Hala devletle çok yakın ilişkisi bulunduğu için onu aşacak herhangi bir model üretemiyor. Burada devleti o sınıfın en zıttı olan bir partinin yönetmesi de önemli değildir. Devletin soyut bir kavram halinde bizatihi kendisi yeterince kapatıcı ve boğucudur. Mesele devleti aşacak, ona hâkim olan iktidarı öteleyecek bir toplumsallık üretmektir. Maalesef cumhuriyet henüz bu pratiğe ulaşamamıştır.

Cumhuriyet’in bu iki kısıtlamadan hala olağan üstü derecede kuvvetli bir devlet ve hala çok yetersiz bir sivil toplum nedeniyle aşamadığı iki sorunu zikrederek bitirelim.

Birincisi şu: Cumhuriyet hala bir ulus ve ulus-devlet yaratma projesi, organum’u yani aracı ve organon’u yani mantığı olarak cereyan ediyor. Burada da karşımıza aynı sorun çıkıyor: ulusu devlet hazırladığı için ulusun ulusluk hali bugün bile yeterince teşekkül edememiştir. Türkiye’de bulunan hâkim etnik orijinin dışında kalan çevrelerin demokratik hak taleplerinde henüz bir ilerlemenin olmaması, tüm “gelişmelerin” devlet kontrolü altında kalması bu bakımdan çok önemlidir. Sivil topluma bir kere daha çok ciddi ihtiyacın duyulduğu bu kısıtlamayı, Türkiye behemehal aşmalıdır. Demokrasiden söz ediyoruz ama demokrasinin yaşadığı evrensel krizlerin farkındayız. Bugün elzem olan, biçim şartlarıyla işleyen bir demokrasi değildir. Kozmopolit demokrasiye Türkiye her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymaktadır.

Cumhuriyet’in kendisini doğrulayacak olgularından biri olan laiklik ancak bu çerçeve içinde gerçek anlam ve işlevini kazanabilir. Özellikle Kürtlerin ve Alevilerin kapsanmadığı ve diğer (nitelik değil nicelik olarak) “azınlıkların” çoğunlukla eşit haklara sahip olmadığı bir ülkede cumhuriyetten bile söz edilemez değil ki demokrasiden bahis açılsın. Türkiye’nin daha güçlü bir demokrasi hatta cumhuriyet yaratabilmesi için aşması gereken ilk engeller bunlardır. Çoğulcu, insan haklarına dayalı, hukukun üstünlüğünü benimsemiş, çok-kültürcü bir toplumsal yapıyı kurmuş gerçek anlamda demokratik toplum ancak bu çerçevede hazırlanabilir. Türkiye’nin son yüz yılda en büyük eksiği hatta ihmali budur ve dolayısıyla daha işlevsel bir demokrasiye geçilmemesi hatta bu çabanın sürekli olarak ertelenmesi, bastırılması, ezilmesidir.

İkincisi, Cumhuriyet’in 1908’den devralarak sürdürdüğü ulus ve ulus-devlet inşa etme modelinin önemli ölçüde nüfus ve mülkiyet politikalarına dayalı olmasıdır. Belki başlangıç dönemindeki kadar etkili olmadığı sanılan bu iki politika ki Foucaultcu anlamda bir “toplum mühendisliği” yapmanın en somut araçlarıdır, muhakkak yeni bir bakış açısıyla ele alınmalıdır. Az önce belirttiğim olguyla bu olgu arasında sürekli ve çok etkili bir iletişim söz konusudur. Türkiye’de sivil toplumun gelişmesine yol açacak bu aşma mekanizmasını muhakkak geliştirmesi gerekir. Demokrasisiz bir cumhuriyetin damarları kesiktir. Cumhuru ifade eden res publica’nın demokrasinin kökeni olan demos’la yeni bir contrat social yapması gerekir. O da ancak devlet-dışı bir sivil toplum hareketiyle sağlanabilir. Unutmayalım: Cumhuriyetin devleti, Fransız Devrimi’ni kendisine örnek ve kaynak aldı. Güzel! Ama o devrimin yazarlarını, mesela Babeuf’ü yasakladı. O yazarı diğer devrim yazarları Saint-Juste, Marat ve Danton’la birlikte çevirenleri (Vedat Günyol) hapse attı. Bu mantığın içe dönük yapısı aşikardır; şimdi onu dışa çevirirken mülkiyet ve nüfus politikalarını da anadil ve diğer haklarla desteklemesi gerekir.

Tüm bu çıkmazları doğal karşılamak da gerekir ama aufhaben kavramıyla birlikte düşünürsek cumhuriyetin iki boyutunun olduğunu vurgulayarak bitirelim. Cumhuriyetin düalist yapısının bir kanadını belirttiğim kısıtlamalar meydana getiriyor: Fransız Devrimi’nin yazarlarını yasaklayan cumhuriyet mantığı. Buna tutucu cumhuriyet anlayışı diyelim. Buradan Sağ Kemalizm türemiştir. Öte yanda, işte doğrudan doğruya o yazarları çeviren ve öneren özgürlükçü cumhuriyet mantığı yer alıyor. Sol Kemalizm o kökten gelişir. Maalesef sol Kemalizm’in de kendi içinde çok kapsayıcı değil kapatıcı nitelikleri olduğunu belirtmeliyim. Ama yine de cumhuriyetin asıl anlamını bulacak olan demokrasi o anlayıştan kaynaklanacaktır.

Cumhuriyetin ikinci yüz yılı kutlu olsun.

 

Hasan Bülent Kahraman, Prof. Dr., Işık Üniversitesi Rektörü


Sitemizin açılışında ilk dosya konusunu “100. Yılında Cumhuriyet” olarak belirledik.
Bu yazı 100. Yılında Cumhuriyet Dosyası‘nda yayımlanmıştır.
Dosyanın diğer yazıları için buraya tıklayınız.

Hasan Bülent Kahraman

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir