Cumhuriyetin 100. yılında Türkiye’de insan hakları

Cumhuriyetin 100. yılında Türkiye’de insan hakları

İnsan hakları, ne yazık ki cumhuriyet dönemi anayasalarında pek de önemsenen bir başlık olamadı. Anayasalardaki bu durum, elbette uygulamaya da yansıdı. Geçen yüz yıllık dönemi insan hakları açısından başarılı kabul etmeye bence imkân yok. Elbette çok daha kötüsü de olabilirdi; ancak bilimsel ilerlemenin şartları gereği, hep bizden ileride olanları baz almamız gerekiyor, altımızda olanları değil. Görebiliyoruz ki bazı kazanımlar elde edilmiş ve bunlar azımsanacak şeyler değil; ancak sürekli Afganistan gibi bir yer olmadığımızı anımsamak yerine, Finlandiya, Danimarka, İsveç veya Norveç düzeyine bakmak gerekmez mi?

GİRİŞ

Türkiye uzun bir yoldan geçti, pek çok badireler atlattı. Cumhuriyetin 100. yıldönümünü kutladığımız bu günlerde cumhuriyetin insan hakları karnesine de bakmak bir zorunluluk. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren öyle pek fazla önemsenmeyen bir başlık olarak insan hakları, vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini içerecek şekilde yapılandırılsa da, bu yapı son derece formel bir bütünlük gösterdiği, cumhuriyetin ve cumhurun insan hakları kavramını içselleştirmesinde büyük sorunlar bulunduğu için, uygulamada pek çok sorunla yüz yüze kalıyoruz. Bu sorunların hemen tümü, cumhuriyetin ilk yıllarından başlıyor, günümüzde de tüm keskinliği ile devam ediyor. Sorunları çözmenin en basit yolunun sorunlarla evvela yüzleşmekten geçtiğine inanıyorum.

Bu makalede cumhuriyetin ilk yüz yıllık döneminde insan hakları kaydını, dört temel dönemde incelemeye çalışacağım. Özellikle anayasalar bazlı bu ayrım, pek çok hukukçu ve siyaset bilimci tarafından kabul görüyor. Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra yürürlüğe giren Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasası olan 1924 Anayasası’yla yönetildiğimiz ilk dönem, kendi içinde Atatürklü yıllar, tek parti dönemi ve çok partili siyasi hayat olarak üçe ayrılabilir. 1960 darbesinden sonra yürürlüğe giren 1961 Anayasası’yla yönetildiğimiz dönem ikinci başlığı oluşturuyor. 1980 Askeri Darbesi ve akabinde ilan edilen 1982 Anayasası’yla yönetildiğimiz dönemde, özellikle doksanlı yılları insan hakları hukuku açısından özel bir yer işgal ettiğinden ayrı bir alt başlıkta incelemeyi düşündüm. Dördüncü ve son başlık ise 2002 yılından günümüze değin devam eden AKP’li yıllar oldu.  Bununla birlikte dördüncü ve bu son dönem, ayrı bir anayasa başlığında olmasa da şeklen 1982 anayasasıyla yönetildiğimiz, ancak bütünüyle değişik bir hükümet sistemine geçildiğimizden kendi içinde iki ayrı alt başlığa ayrılmayı hak ediyor.

Elbette, zaman içinde değişen insan hakları algısı da bu bölümlenmeden payını alıyor, zira cumhuriyetin ilk dönemlerinde, örneğin yaşam hakkına yüklenen anlam ile bugün yaşam hakkından anladığımız aynı şeyler olmadığı gibi, cumhuriyetin ilk dönemlerinde hiç bilinmeyen, bugün ise büyük anlam ifade eden hak gruplarından söz edilebilir. Anakronizme düşmeden, tüm bu kavramları ait olduğu zaman dilimi koşullarında ele almaya çalışacağım.

Cumhuriyetin ilanına giden yolda, görebildiğim kadarıyla, asgari bir hukuka uyma bilinci gösterilmişse bile dönemin “devrimci” anlayışı gereği, söz konusu kişilerin de hemen tümü aslında “devrimci subay ve bürokratlardan” oluştuğu için, hukuk gündemin birinci sırasını işgal edememiştir.

I- 1923-1960 ARASI ÖNEM: CUMHURİYETİN İLK YILLARI

A- Atatürk Dönemi (1923-1938)

Cumhuriyetin ilanına giden yolda, görebildiğim kadarıyla, asgari bir hukuka uyma bilinci gösterilmişse bile dönemin “devrimci” anlayışı gereği, söz konusu kişilerin de hemen tümü aslında “devrimci subay ve bürokratlardan” oluştuğu için, hukuk gündemin birinci sırasını işgal edememiştir.

Bununla birlikte, 1924 Anayasası’nda, 1921 Anayasası’ndan farklı olarak, temel hak ve hürriyetlere ayrı bir bölüme ayrılmıştır. Bugünkü anlamına yakın biçimdeki düzenlemeleriyle kişi hürriyeti, kanun önünde eşitlik ilkesi, her türlü ayrımcılığın yasaklanması, kişi dokunulmazlığı, işkence, eziyet ve angarya yasağı, kanuni sınırlamalar dışında el koyma ve kamulaştırma yasağı, keyfi arama yasağı, konut dokunulmazlığı, vicdan ve din hürriyeti, felsefi görüş ve dini inancından dolayı kınanmama ve kanuni çerçevede dini ayinler yapabilme hakkı, basın hürriyeti, düşünce, ifade, yayın ve seyahat hürriyetleri, sözleşme, çalışma ve mülk edinme hürriyetleri, toplanma ve dernek kurma hak ve hürriyetleri, eğitim hakkı, hak arama hürriyeti, kanuni hakim teminatı, kanunun belirlediği durumlar dışında yakalanma ve tutuklanma yasağı, vatandaşlık ve devlet memuriyetine girebilme hakları ile seçme ve seçilme hakkı, 1924 Anayasası’nda düzenlenen hak grupları arasındadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, 1924 Anayasası’nın klasik liberal ve bireyci karakteri net şekilde görülebilir. Fransız İhtilali doğrultusunda oluşan “anayasacılık” akımının bir yansıması olarak, insan hak ve özgürlüklerini dönemin anlayışı çerçevesinde olabildiğince korumayı amaçlayan bir anayasa ile karşı karşıyayız.

Ne var ki, 1924 Anayasası’nda insan hakları ihlallerini önleyici mekanizmalara yer verildiğini söyleyebilmek güçtür. Örneğin, kanunların anayasaya uygun çıkarılacağı 103. maddede dile getirilse de, bir anayasaya uygunluk denetimi mekanizması geliştirilmiş değildir[1]. Anayasa Mahkemesi ya da bu görevi görecek bir başka organ da oluşturulmamıştır.

Uygulamada ise hem bugünün hem de o günün normlarında, insan hakları hukuku açısından oldukça sorunlu bir tablo ile karşılaşılmaktadır. Lozan Antlaşması’nda belirlenen sınırlar doğrultusunda yeni devlet kurulmuştur. Bununla birlikte bizzat Atatürk’ün Nutuk’ta belirttiği isimle “Kürdistan”, “ekalliyetlerin himayesi” ve “Boğazlar Komisyonu” konularında konusunda, sorun devam etmektedir[2]. Bu sorunlar hukuken Takriri Sükûn Kanunu, uygulamada İstiklal Mahkemeleri, fiilen de İzmir Suikastı hadiseleri ile “çözüme” kavuşturulmuştur[3]. Varılan çözümün insan hakları hukuku ile bağdaşır tarafı olmadığı açıktır. Çözümün şiddeti de zaman içinde daha da artmaktadır. Örneğin 1925 Şeyh Sait İsyanı’na verilen tepki ile, çok daha sonraları oluşan 1937-38 Dersim İsyanı (Dersim Tertelesi) karşılaştırması yapılabilir. Yine bizzat Atatürk’ün deyimiyle, “Cumhuriyetin bekası açısından” çok daha tehlikeli görülen Şeyh Sait İsyanı sonucunda yalnızca Şeyh Sait ve arkadaşlarının idamları yeterli görülmüşken, Dersim İsyanı sonucunda yapılan operasyonlar, tüm bölge çapında yaklaşık 14.000 ölüm ve 12.000 sürgün ile sonuçlanmıştır[4]. Hukukçu yazar Hüseyin Aygün, Dersim harekâtı ve sonuçları hakkında bugüne kadar yapılmış en kapsamlı araştırma olarak nitelendirilen Dersim 1938 ve Zorunlu İskân adlı kitabında, isyanın açıkça kışkırtılarak çıkarıldığını, Cumhuriyet dönemi ayaklanmaları içerisinde sivillere yönelik eziyetin ve kıyımın en şiddetlisine uğradığını, ardından da isyancılarla beraber aileleri ve hatta isyana iştirak etmeyenlerin eziyete ve kıyıma maruz kaldığını, binlerce sivil vatandaşın öldürülmüş ve kalan on binlercesinin de sürgün edilmiş olduğunu belirtmiştir[5]. Bu tablo doğrultusunda, bugünü anlamak konusunda anahtarları ediniyoruz. Salt yaşam hakkı bakımında dahi değerlendirildiğinde feci sonuçlarla yüzleşmek zorundayız. Bunların dışında siyasi hak ve özgürlükler bakımından Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası sınırlandırıcı deneyimini bir parti kapatma pratiği açısından; azınlıklar konusunda Yahudilere yönelen 1934 Trakya Pogromu’nu ise azınlıkların korunması, ayrımcılık yasağı ve kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı ihlali bakımından anmadan geçmemek gerekir. Bu hadiselerin her biri ayrı birer makale konusu olsa da, bu makalenin sınırları bakımından Atatürk döneminin önemli insan hakları ihlalleri olarak kilometre taşı niteliği ile öne çıkmaktadırlar.

B-Tek Parti Dönemi (1938-1950)

Atatürk’ün ölümünden sonra, “Milli Şef” İsmet İnönü liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) döneminde, 2. Dünya Savaşı öncesinde, savaş sırasında ve savaş sonrası dönemde Türkiye’deki insan hakları pratiğinde özgürlükler aleyhine bir tablo gözlenmektedir. 1924 Anayasası’nın cumhurbaşkanına verdiği yetkilerin sınırlı olmasına karşın İnönü, CHP ve TBMM içindeki gücünü korumuş ve “değişmez genel başkan” sıfatıyla 1950 yılına kadar ülkenin kaderini doğrudan belirleyen lider konumunda bulunmuştur[6].

Ekonomik özgürlükler konusunda dönemin işaret noktası, 1940 tarihli ve 3780 sayılı Milli Korunma Kanunu’dur. Kanuna göre hükümet, dönemin savaş koşullarından hareketle halkın ve ulusal güvenlik gereksinimlerini karşılayabilmek adına sanayi ve maden şirketlerinin üretimleri üzerinde doğrudan yönetim ve denetim tedbirleri uygulayabilmektedir. Kanun çerçevesinde, sahiplerine bedeli ödenmek kaydıyla fabrikalara el koyma, ihracat ve ithalat kalemlerine kısıtlamalar getirebilme ve vatandaşları İş Mükellefiyeti Kanunu çerçevesinde, örneğin kömür madenlerinde zorla çalıştırma hukuki hale getirilmiş, kanunun uygulanacağı bölgelerde ise sıkıyönetim ilan edilmiştir. Askerlik ile işçiliğin bir anlamda iç içe geçirildiği bu uygulamalarda, elbette çalışma hakkından veya angarya yasağından söz edilemez. Süngü ve dipçik zoruyla yapılan bu zorla çalıştırmalarda, o dönemki nüfusun yarısından çoğu köylerde yaşadığından özellikle köylülerin zorla karın tokluğuna çalıştırılmaları pratiğinin üstüne, 16 yaşından büyük erkek çocukların da madenlerde çalıştırılmaları kararıyla çocuk işçiliğinin yasal statüye kavuşması da sağlanmıştır[7].

Dönemin başbakanı Refik Saydam’ın ölümünden hemen sonra başbakanlığa getirilen Şükrü Saraçoğlu hükümetinin ilk icraatlarından biri, Kasım 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi’dir. Aslında bir “servet transferi” niteliği bulunan bu kanunun görünür gerekçesi, savaş koşullarının getirdiği yüksek karlılığı vergilendirmek olarak ifade edilse de uygulama özellikle gayrimüslimlerin sermayelerinin Müslüman iş adamlarına aktarılmasında büyük bir araç olarak kullanılarak, tarihin gördüğü en büyük mülkiyet hakkı ihlallerinden birine yol açmıştır. Kanuna göre, her il ve ilçe merkezinde kurulan “Servet Tespit Komisyonları”, yaptıkları tespite dayanarak itirazı mümkün olmayan kesin kararlarla 15 gün içinde tespit edilen yüksek verginin ya ödenmesini ya da bu süre sonunda haciz işlemi yapılmasını ve malların icra yoluyla satılmasını, yine de satışın borcu karşılamaması durumunda gayrimüslim mükellefin bedenen çalışarak ödetme kapsamında çalışma kampına gönderilmesini sağlamaktadırlar. Kampın girişinde her ne kadar Hitler Almanyası’nın Ausschwitz ya da Dachau kampları benzerindeki gibi, “Çalışmak bizi özgürleştirir” yazmasa da toplanan vergiler 1942 devlet bütçesinin %80’ini bulmaktadır. Varlık Vergisi sonucunda 1935 sayımında Türkiye nüfusuna oranı %1,98 olan gayrimüslim azınlıklar, vergiden sonra başlayan göç nedeniyle 1945’te %1,56’ya ve 1955’te %1,08’e düşmüştür[8]. 1944’den itibaren uygulama ortadan kaldırılmıştır.

Dönemin bir başka dikkat çekici hadisesi, kamuoyunda “33 Kurşun Olayı” olarak da bilinen Orgeneral Mustafa Muğlalı olayıdır. 1943 yılında Van’ın Özalp ilçesinde, İran sınırında faaliyet gösterdikleri iddia edilen kaçakçıların yakalanamayışları sonrası, bölgeye özel olarak gönderilen birliklerin komutanı Mustafa Muğlalı’nın emriyle, aslında olaylarla hiç ilgisi olmayan 40 kişinin önce gözaltına alınışları, daha sonra içlerinden biri kadın, biri 11 yaşında çocuk ve ikisi askerden yeni gelmiş genç olmak üzere 33 kişinin kurşuna dizilerek öldürülmeleri olayı, bugün hala tartışmalara konu olmaktadır. Elbette, Kürt meselesi kaynaklı sorunun kökenlerinde bu tip uygulamaların yer aldığı izahtan varestedir. Olayı açıklayarak “büyüten” faktörün bu olayı mecliste ayrıntısıyla işleyen Demokrat Parti’nin iktidardaki CHP’ye etkili bir muhalefet partisi haline gelişini mi sağladığı, yoksa Demokrat Parti’nin etkili bir muhalefet hareketi haline gelişiyle örtbas edilmeye çalışılan ilgili olayın gündemde tutulmasının mı etkili olduğu bugün hala tartışılmaktadır[9]. İster Demokrat Parti bu olayı sıklıkla ve güçlü şekilde tartıştığı için büyümüş ve etkili bir muhalefet hareketi haline gelmiş, ister Demokrat Parti’nin etkili muhalefetiyle olay örtbas edilememiş olsun; köy yakma, faili meçhul cinayetler ve gözaltında kayıplar pratiklerinin temellerinin bu olaylarda aranması gerekmektedir.

C- Çok Partili Dönem (1950-1960)

2. Dünya Savaşı sonrası siyasal atmosferde başlayan değişim ve özgürlük dalgası, Türkiye’de kendini çok partili siyasi hayata geçişle göstermiştir. CHP içinden milletvekilleri Fuat Köprülü, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Celal Bayar, liberalizm ve demokrasiyi ana ilkeler olarak kabul eden Demokrat Parti’yi 1946’da kurmuşlar, ancak ilk girdikleri seçimde, Türkiye siyasal tarihine usulsüz seçim olarak geçen 1946 seçimlerinde başarı sağlayamamışlardır. 1950 yılına gelindiğinde ise, bu olaydan ders çıkaran siyasal hareket Demokrat Parti olmuştur.

Tek dereceli, gizli oy-açık sayım ilkesine göre yapılan ilk seçimde iktidara gelen Demokrat Parti döneminde komünizmle mücadele, serbest piyasa ekonomisi kurallarının yerleştirilme uygulamaları ve özelleştirmeler, ezanın yeniden Arapça olarak okunması, 1952’de NATO’ya üyelik ve Kore Savaşı’na asker gönderilmesi ana gündem ve tartışma konularını oluşturmuştur.

6-7 Eylül 1955 tarihlerinde ise, özellikle Kıbrıs meselesi kaynaklı, Türkiye içinde yaşayan gayrimüslimlerin, özellikle de Rum, Ermeni ve Yahudilerin hedef alınmalarıyla yaşanan yağma, tecavüz, öldürme ve yaralamalar, tarihin kaydettiği önemli pogromlar arasında okul örneği niteliğindedir. Resmi rakamlara göre 4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ve fabrika, otel ve restoranlardan oluşan 5317 mekân saldırıya uğramış, 10 kişi ölmüş, yüzlerce kadın ve erkeğe tecavüz edilmiş, 300’den fazla insan yaralanmıştır[10]. Sonraki yıllarda, olayların tetiklenmesinde Atatürk’ün Selanik’teki evine istihbaratın görevlendirdiği, daha sonra vali olarak görev yapacak bir gencin bomba atmasının, toplumu galeyana getirecek şekilde haber yapan basının; ama bütün bunların gerisinde tüm bu organizasyonun dönemin psikolojik savaş yöntemlerinin uygulayıcısı Özel Harp Dairesi, o dönemki adıyla Seferberlik Tetkik Kurulu eliyle tertip edildiği ortaya çıkacaktır. 6-7 Eylül olayları sırasında Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görev yapan, daha sonra 1988-1990 yılları arasında MGK Genel Sekreterliği görevini icra edecek olan Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu’nun 1991’de yayınladığı Tanksız Topsuz Harekât adlı kitabı için verdiği röportajda, “6-7 Eylül de bir özel harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi, amacına da ulaştı. Sorarım size, muhteşem bir örgütlenme değil mi?” demekteydi[11]. Bu hadiseler, daha sonra Özel Harp Dairesi adını alarak başka ihlallere imza atan kuruluşun eylemlerini anlayabilmek konusunda da anahtar sağlamaktadır.

27 Mayıs 1960 sabahı, Türkiye yeni bir güne ve yeni bir döneme uyanmıştır. Ankara Radyosu’nda, sonradan milliyetçi hareketin liderliğini yapacak olan Albay Alparslan Türkeş’in okuduğu bildiri ile ana eksenini 38 subayın oluşturduğu Milli Birlik Komitesi, Orgeneral Cemal Gürsel liderliğinde yönetime el koymuştur.

II- 1960-1980 ARASI DÖNEM: ETKİLİ DARBE, SANCILI DEMOKRASİ

27 Mayıs 1960 sabahı, Türkiye yeni bir güne ve yeni bir döneme uyanmıştır. Ankara Radyosu’nda, sonradan milliyetçi hareketin liderliğini yapacak olan Albay Alparslan Türkeş’in okuduğu bildiri ile ana eksenini 38 subayın oluşturduğu Milli Birlik Komitesi, Orgeneral Cemal Gürsel liderliğinde yönetime el koymuştur. Daha sonra 38 subaydan 14’ü, görüş ayrılıkları gerekçesiyle tasfiye edilseler de -ki Türkeş de bu 14’ler içindedir- 1961’e kadar iktidarı elde tutmuşlardır.

Dönemin dikkat çekici iki başlığından ilki, yeni bir anayasadır. Darbeyi gerçekleştiren ekip, özellikle anayasanın yenilenmesini bir öncelik olarak gördüğünden 1961 Anayasası’nın kabulü hızla gerçekleşmiştir. 1924 Anayasası’na kıyasla, kişi hak ve özgürlüklerini, temel hakları ve siyasi hak ve özgürlükleri önemli ölçüde genişleten bu anayasa ile iki meclisli (bikameral) sisteme geçilerek Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisi yoluyla siyasi denetim artırılmış, yeni kurulan Anayasa Mahkemesi eliyle kanunların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimi sağlanmış, Yüksek Seçim Kurulu ile Milli Güvenlik Kurulu birer anayasal kurum haline getirilmiş ve yargı bağımsızlığı için yeni güvenceler yaratılmıştır.

Diğer başlık ise, devrik hükümet sahiplerinin idamlarıdır. Darbe sonrası ortamda kurulan Yüksek Adalet Divanı’nda; Afgan Kralı’nın devrik Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a hediye ettiği köpeğin hayvanat bahçesine satışıyla ilgili “Köpek Davası”, devrik Başbakan Adnan Menderes’in Ayhan Aydan’dan olduğu iddia edilen evlilik dışı çocuğunu öldürttüğü iddiasıyla açılan “Bebek Davası”, 6-7 Eylül Olayları Davası ve diğer pek çok dava silsilesinin yargılama konusu yapıldığı sürecin sonunda 592 sanıktan 228’i hakkında idam istenmiş, bunlardan 15’i idama mahkum edilmiş, ancak Milli Birlik Komitesi’nce içlerinden yalnızca Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idamları onaylanarak infaz edilmiştir. Demokrat Parti’ye yakın oldukları gerekçesiyle 147 öğretim üyesinin üniversiteden ihracı ve yine aynı gerekçeyle bir gurup subayın ordudan ihraç edilmeleri de yine bu döneme denk gelir[12]. Bu noktalar, günümüzde yaşanan en az 152 bin kamu çalışanının KHK’larla ihraç edilmelerinin anlaşılabilmesi ve temellendirilebilmesi bakımından hayati önemdedir. Aradan geçen sürede bırakın hediye edilen köpeği, kim bilir kamuya ait ne değerler satılmış ne bebekler öldürtülmüştür.

İnsan hakları açısından bakıldığında ne büyük bir türbülans dönemine girildiği, darbeden hemen sonra yaşanan olayla bakılarak kolayca anlaşılabilir. Cumhuriyet tarihinin ilk koalisyon hükümetinin oluşturulduğu dönemde CHP-Adalet Partisi koalisyonuna 1962 ve 1963’te iki ayrı darbe girişimi, Kıbrıs meselesi kaynaklı çıkabilecek olası bir savaşı çıkarlarına aykırı bulan ABD’nin gönderdiği 1964 tarihli “Johnson Mektubu”, 1965’de Adalet Partisi liderliğine seçilen Süleyman Demirel’in aktif siyaseti, sosyalist Yön dergisi, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) ve Dev-Genç gibi oluşumların eylemleri, Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve 68 kuşağının ortaya çıkışı birlikte değerlendirildiğinde Türkiye’nin yaşadığı siyasi çalkantı ancak anlaşılabilir.

12 Mart 1971 Muhtırası, doğrudan yönetimi ele almadan yapılan bir “örtülü darbe “pratiğine bürünse de 1960’ların görece özgürlükçü ortamını sonuçlandıran etki göstermiştir. İnsan hakları tarihine Kızıldere ve Nurhak operasyonları olarak geçen hadiselerde, yapılan güvenlik operasyonu sonucu “aşırı güç kullanımı”, kolluk kuvvetlerinin yaptığı operasyonlarda hukuka bağlı kalmalarının önemini bir kez daha bizlere anlatmaktadır.

Siyasi çalkantının şiddete evirildiği 70’li yılların sonunda yaşanan bazı olaylar ise, siyasi hak kullanımın kısıtlanmasının yaratacağı sonuçları bugüne bir tercümesidir. Siyasi tarihe “Kanlı 1 Mayıs” olarak geçen ve 1 Mayıs 1977’de İstanbul Taksim Meydanı’nda kalabalığın üzerine açılan ateş sonucunda çoğu ezilerek ve boğularak 34 kişinin ölmesi; 8 Ekim 1978 günü Ankara’nın Bahçelievler semtinde yaşanan 7 TİP’li gencin öldürülmesi olayı; hemen akabinde Aralık 1978’de siyasi nedenlerle körüklenen Alevi-Sünni ayrımının Kahramanmaraş kentinde tırmandırılması sonucunda oluşan halk hareketiyle yüzlerce Alevi vatandaşın öldürülmesi, yüzlerce ev ve işyerinin ateşe verilmesi, yüzlerce kadına tecavüz edilmesi, binden fazla insanın yaralanmasıyla sonuçlanan olayları takiben, Mayıs 1980’de Çorum’da 19 Mayıs törenlerinde kız öğrencilerin giydiği kıyafetleri gerekçe göstererek “cihat” çağrısı yapılması, sol görüşlü ve Alevi vatandaşlara ait kitabevi ve gazetelere saldırılar, Alevi ve Sünni mahalleler arasında çatışma yaşanması sonucunda 57 kişinin ölümü ve yüzlerce mekânın tahrip edilmesi, ülke genelinde sıkıyönetim ilanı ve sokağa çıkma yasaklarıyla karşılanmıştır.

Elbette 1979-80 döneminde yaşanan siyasi cinayetlere de değinmek gerekir. Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, Adana Emniyet Müdür Cevat Yurdakul, Ülkü Ocakları Önceki Başkanı Mürsel Karataş, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Ümit Doğançay, TRT İstanbul Radyosu Yapımcısı Ümit Kaftancıoğlu, MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak, CHP İstanbul Milletvekili Abdurrahman Köksaloğlu, önceki Başbakan Nihat Erim, Maden-iş Sendikası Başkanı Kemal Türkler, 12 Eylül 1980 askeri darbesine giden yolda öldürülen siyasi kişiliklerden bir çırpıda akla gelenleri oluşturmaktadır. Siyasi kişilere yönelen ve faili meçhul kalan cinayetlerin, adeta Türkiye’de bir gelenek haline gelişinde, darbeye giden yolun taşlarının döşenmesinin payı büyüktür.

1970’lerin sonunda yaşanan şiddet sarmalının ülkeyi, demokrasiyi, siyaseti ve insan haklarını getirdiği nokta, kaçınılmaz olarak darbe oluyor. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, tam anlamıyla ülkenin üzerinden geçen bir silindir etkisi yapmıştır.

III-1980-2002 ARASI DÖNEM: SANCILI DARBE, ETKİSİZ DEMOKRASİ

A-1980-1990 Dönemi: Silindir geçti

1970’lerin sonunda yaşanan şiddet sarmalının ülkeyi, demokrasiyi, siyaseti ve insan haklarını getirdiği nokta, kaçınılmaz olarak darbe oluyor. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, tam anlamıyla ülkenin üzerinden geçen bir silindir etkisi yapmıştır. Askeri darbe sonrasında TBMM’yle birlikte tüm siyasi partiler ve dernekler kapatılmış, böylelikle hem siyasi hak kullanımı yasaklanmış hem de örgütlenme özgürlüğü engellenmiş; 650 bin kişinin gözaltına alındığı, 2 milyon kişinin fişlendiği, 250 bin kişinin yargılandığı, 7 bin kişi için idam cezasının talep edildiği, 517 idam cezasının verildiği ve 50’sinin infaz edildiği bu dönemde, işkence ve kötü muamele yaygın ve sistematik görünüm kazanmıştır.

Bu döneme ilişkin olarak, Diyarbakır Askeri Cezaevi’ne ayrı bir parantez açmak gerekir. İngiliz The Times gazetesi tarafından dünyanın en korkunç 10 cezaevi listesinde yer verilen cezaevinde 1981-84 arası dönemde yaşanan işkence ve kötü muamele sonunda 34 kişi ölmüş, 4 kişi bu olayları protesto etmek amacıyla kendini yakarak intihar etmiş, cezaevi görevlilerinin hiçbiri yargılanmamış, işin sonunda cezaevinden çıkabilenlerin büyük bir bölümü dağa giderek ayrılıkçı Kürt hareketine katılmışlardır. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de şiddet, şiddeti beslemektedir ve bugüne değin gidişatta değişiklik olmamıştır. Aynı fiilleri yaparak başka sonuçlar beklemek, elbette gerçek bir deliliktir; ancak etkileri bugün dahi devam eden tekrarlardan da bir türlü vazgeçilememektedir. Silindir, cezaevlerinde ve karakollarda yaygın ve sistematik işkence olarak kendini göstererek tüm vatandaşların üzerinden geçmiştir.

12 Eylül ile örgütlenme özgürlüğü konusunda büyük bir ihlale imza atılarak, yaklaşık 25 bin dernek kapatılınca, sivil toplumun üzerinden de ayrı bir silindir geçirilmiş olmaktadır. Günümüzde pek çok alanda kapsamlı bir sivil toplum geleneğinin oluşamamasının kökeninde, 12 Eylül’ün yarattığı bu örgütsüzlük yatmaktadır.

İnsan hakları hareketinin emekleme aşamasındayken boğdurulduğu bu dönemde, özellikle işkence mağdurlarıyla dayanışma amacıyla 1986’da kurulan İnsan Hakları Derneği’nin çalışmalarını anmadan geçmek büyük bir haksızlık olacaktır.

Diğer taraftan, başka coğrafyalardan bir örnek vermek, konunun anlaşılması bakımından önemlidir. İnsan hakları hareketinin kuvveti bakımından Nordik ülkeler, başta Norveç ve İsveç olmak üzere, dünyanın her yerinde örnek gösterilirler. Uluslararası Af Örgütü Norveç şubesi ve yerel pek çok Norveçli insan hakları derneği, Norveç milli piyangosundan pay almaktadır. Türkiye’de de milli piyangodan bazı “sivil toplum” örgütleri pay alırlar; mesela Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı, Mehmetçik Vakfı gibi… Ülkeler arasındaki anlayış farkı ve sivil toplumdan ne anlaşıldığı, konunun da anlaşılabilmesine imkân vermektedir.

Türkiye’deki insan hakları hareketi 2023 yılı itibariyle hala kendine gelebilmiş değildir ve 12 Eylül travmaları hala devam etmektedir.

B-1990-2002 Dönemi: Koalisyonlar ve krizler

1983 yılında iktidara gelen Anavatan Partisi (ANAP) ve lideri Turgut Özal’ın liberal ekonomi politikaları sonucunda, özellikle ekonomik anlamda dışa açılma, beraberinde “hak” kavramı konusunda da dışa açılma talebini getirmiştir. Küreselleşmenin oluşmaya başladığı bu dönemde, küresel hakların yeniden yorumlanmasıyla, yalnızca ekonomik anlamda teşebbüs hürriyeti değil, insan haklarının her alanında da en yüksek standardın talep edilebilmesi imkânı oluşmaya başlamaktadır. Artık Finlandiya’da, İsveç’te ya da İsviçre’de yaşayan bir bireyin ne hakkı varsa, Peru’da, Zimbabve’de ve Türkiye’de yaşayan bireyin de aynı hakka sahip olması gerektiği, genel kabule ulaşma noktasında kazanım elde etmektedir.

20 Ekim 1991 Genel Seçimleri’yle birlikte Özal ve Mesut Yılmaz’ın ANAP iktidarları, yerini koalisyon hükümetlerine bırakmış, Demirel ve Erdal İnönü liderliğindeki DYP-SHP koalisyonunu göreve başlamıştır.

SHP listesinden Diyarbakır milletvekili seçilen Leyla Zana, yemin töreni için çıktığı meclis kürsüsünden yemini okuduktan sonra Kürtçe olarak yemini, “Kürt ve Türk halklarının kardeşliği adına” okuduğunu belirten bir cümle söylemiş, ilerleyen günlerde yoğunlaşan tartışmaların etkisiyle meclise giren Kürt milletvekillerinin dokunulmazlıkları meclis kararıyla kaldırılmış ve bu milletvekilleri tutuklanarak cezaevine konulmuşlardır.

90’lı yıllar; faili meçhul cinayetlerin yaşandığı, köy yakmaların, zorla göçün ve siyasi cinayetlerin yükselişe geçtiği bir dönem olarak hala hafızalardaki yerini korumaktadır.

Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Prof. Dr. Muammer Aksoy, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç, yazar Turan Dursun, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bahriye Üçok, Kürt gazeteci Musa Anter silahlı saldırılarla; gazeteci ve hukukçu Uğur Mumcu bombalı bir saldırıyla, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis ise uçağı düşürülerek öldürülmüşlerdir.

Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundaki çatışma ortamı da giderek şiddetli bir savaşa doğru evirilmiştir. Jandarma Genel Komutanlığı içinde kurulan “Jitem” adlı birim, varlığı uzun süre inkâr edilse de devlet tarafından yürütülen şiddet faaliyetleriyle kamuoyunu uzun süre meşgul etmiştir. Bugün pek çok faili meçhul cinayetten Jitem’in sorumlu olduğu genel kabule ulaşmış bir bilgidir. Tüm gayretlere rağmen, hukuki bazda halen kazanım elde edilememiş oluşu ise, egemen güçlerin hukukla kurguladığı ilişkinin güçsüzlüğünde aranmalıdır[13].

2 Temmuz 1993 tarihinde Pir Sultan Abdal Anma Şenlikleri kapsamında Sivas’a giden bir grup aydın, öğle saatlerinde camilerden çıkan gruplar tarafından saldırıya uğramıştır. “Sivas Olayları” olarak da bilinen olayların sonunda, aydınların sığındığı Sivas Madımak Oteli ateşe verilmiş, 33 aydın ile 2 otel görevlisi yanarak ölmüşlerdir. Bu katliamdan 3 gün sonra, Erzincan Kemaliye’ye bağlı Başbağlar Köyü, silahlı militanlar tarafından basılmış ve 33 sivil vatandaş öldürülmüştür. Devletin uzun süre bu katliamı PKK militanlarının gerçekleştirdiği iddiasına karşın, 2011 yılında eski bir Özel Harekatçı polis, Ayhan Çarkın, kendisinin de içinde olduğu bir Jitem ekibinin olayı gerçekleştirdiğini itiraf etmiştir[14].

1996’da, DYP Şanlıurfa milletvekili Sedat Bucak, polis müdürü Hüseyin Kocadağ ve ülkücü Abdullah Çatlı’nın içinde bulunduğu otomobil, Balıkesir’in Susurluk ilçesi yakınlarında bir trafik kazasıyla gündeme gelmiştir. Devlet-mafya-siyaset üçgeninin en görünür halde yakalanmasıyla hükümet içinde Adalet Bakanı olarak görev yapan Mehmet Ağar istifa etmek durumunda kalmıştır.

28 Şubat 1997 tarihinde MGK, 9 saat süren bir toplantı sonucunda irticayla mücadele eylem planı çerçevesinde, koalisyonun başbakanı Necmettin Erbakan’a bir muhtıra vererek, “laikliğin Türkiye Cumhuriyeti’nin teminatı olduğunu” en sert şekilde vurgulaması sonucunda koalisyon hükümeti dağılmış, aynı dönemde dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın Siirt’te halka hitabı sırasında okuduğu bir şiir nedeniyle ifade özgürlüğü ihlal edilerek 4 aylık hapis cezasına mahkum edilmiştir.

2000 yılında, Adalet Bakanı’nın emriyle aynı anda 20 cezaevinde eşzamanlı operasyon düzenlenmiş, yapılan müdahalelerde aşırı kuvvet kullanımı sonunda 2 asker ve 30 mahkûm olmak üzere 32 kişi ölmüş, operasyona inadına “Hayata Dönüş Operasyonu” adı verilmiş, 2001 yılında ise özellikle İslami hassasiyeti bulunan kitlelerden oy alan ve daha önceden kapatılan Refah Partisi’nin yerine kurulan Fazilet Partisi’ne kapatma davası açılmıştır. Kapatılan bu parti yerine iki ayrı parti kurulmuş, “geleneksel” kanadı Saadet Partisi temsil ederken, “yenilikçi” kanat, Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) adıyla 2002 seçimlerine katılarak en yüksek oyu elde eden siyasi hareket konumuna yükselmiştir.

2002 yılında iktidara gelen AKP, özellikle Avrupa Birliği’ne Türkiye’nin tam üye olması hedefiyle başladığı siyasi ve ekonomik reformları 2005 ortalarına kadar kararlılıkla devam ettirmiştir. Bu dönemde insan hakları alanında önemsenmesi gereken bir reformist atmosfer oluşturulmuş, neredeyse tüm eskiyen mevzuat yenilenerek Avrupa Birliği standardına oturtulmuştur.

IV-2002-2023 ARASI DÖNEM: AKP, NEREDEN NEREYE?

A-2002-2010: Reformist atmosfer

2002 yılında iktidara gelen AKP, özellikle Avrupa Birliği’ne Türkiye’nin tam üye olması hedefiyle başladığı siyasi ve ekonomik reformları 2005 ortalarına kadar kararlılıkla devam ettirmiştir. Bu dönemde insan hakları alanında önemsenmesi gereken bir reformist atmosfer oluşturulmuş, neredeyse tüm eskiyen mevzuat yenilenerek Avrupa Birliği standardına oturtulmuştur. Bu dönemde yeni bir Medeni Kanun, yeni bir Ticaret Kanunu, Yeni bir Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu kabul edilmiştir. Kimi özel alanlarda, örneğin Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nda yapılan değişiklikle önceden “izin alma” usulü, yerini “bildirim” usulüne terk etmiştir.

2007 yılına gelindiğinde, adına “Cumhuriyet Mitingleri” denen, özel olarak görev süresi biten Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yerine Tayyip Erdoğan’ın seçilmemesini amaçlayan gösteriler, uzun süre gündemi işgal etmiştir. Nihayetinde 27 Nisan 2007 tarihinde, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın kaleme aldığı muhtıra ile, laiklik karşıtı ve din pazarlamacılığı olarak adlandırılan olayların vahim biçiminde nitelendirildiği, TSK’nın üzerine düşen görev yerine getirmekten çekinmeyeceği belirtilse de, o döneme kadar alışık olunmayan ölçüde sertlikte, iktidardaki AKP tarafından tepkiyle karşılanmıştır.

Bu atmosferde gidilen 2007 seçimlerinde büyük bir başarı sağlayan AKP, aldığı %47’ye yakın oyla tek başına iktidardaki yerini sağlamlaştırmıştır. Bununla birlikte, AKP’ye karşı muhtıra yayınlayan askerlere yönelik başlatılan tutuklama dalgası, Ergenekon Terör Örgütü adlı bir örgütle bağlantı iddialarıyla birlikte ele alınmıştır.

B-2010-2016: Geriye adımlar

Özellikle 2006 yılından itibaren, insan hakları alanında ileriye doğru bir adım atılamazken, 2010 yılından itibaren başlayan süreçle birlikte yaşanılan dönem, özellikle kadın hakları ve LGBT hakları gibi alanlarda geriye doğru atılan adımlarla karşılaşılan dönem olarak karşımıza çıkar. Bu dönemde Şırnak Uludere’deki Roboski köyünde, sınırı geçen PKK militanlarını bombaladığı zannıyla F-16 uçakları tarafından öldürülen, aslında sınır kaçakçılığı yapan, aralarında çocukların da bulunduğu 35 kişilik kafilenin parçalanarak ölmesi; 2013 yılı Mayıs ayında başlayan ve Taksim Meydanı’ndaki Gezi Parkı’na alışveriş merkezi yapılmasına karşı çıkanların başlattığı Gezi direnişi, ayrıca dikkat çeken siyasi olaylardır.

Şüphesiz bu olayların insan haklarına yansıması da izlenmelidir. “Taksim Dayanışması” adlı grubun sergilediği direniş sonunda, Taksim Meydanı’nda daha fazla yıkım gerçekleştirilememiş, ancak polisin orantısız ve aşırı güç kullanımı sonunda tüm Türkiye’ye yayılan olaylarda 6 gösterici ve bir polis amiri hayatını kaybetmiştir. Yaşanan şiddet olaylarıyla hiç alakası olmayan kişiler, bugün itibariyle 18 yıllık cezalarla mahkûm edilmişlerdir.

Oluşturulan yapı ile 2002’de iktidara geldikten hemen sonra Avrupa Birliği hedefiyle reformist bir atmosfer yaratan siyasi hareketin aynı yapı olduğuna inanabilmek son derece güçtür. İşte, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıllık macerasındaki insan hakları tablosu, bu resimle sona ermektedir.

C-2016-2023: Hukuk devletinin çöküşü

15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan başarısız darbe girişimi sonunda, ülke iki yıl süreyle Temmuz 2018’e kadar “olağanüstü hal” ile yönetilmiş, darbe girişiminden hemen sonra çıkarılmaya başlanan ve toplamda 33 adet yayınlanan Kanun Hükmünde Kararnameler yoluyla 152 binden fazla kamu çalışanı kamu görevinden süresiz şekilde ihraç edilmiş, darbe girişiminden sonra yaşanan sert ortamda işkence ve kötü muamele pratiğine geri dönülerek 1980’li yıllardaki hale hızla rücu edilmiş, 2 milyondan fazla terör soruşturması sonucunda 250 bin kişi ceza mahkemelerinde yargılanmış ve yüzlerce yıllık cezalar verilmiştir. Anayasanın askıya alındığı, Anayasa Mahkemesi kararlarına ilk derece mahkemelerince uyulmadığı, temel hak ve özgürlüklerin hiçe sayıldığı, adil yargılanma hakkının, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının, işkence yasağının, özel hayatın dokunulmazlığı hakkının, kanunsuz suç ve ceza olmaz kuralının, ayrımcılık yasağının rahatlıkla ihlal edilebildiği, hiçbir sorumludan hesap sorulmayan ve kimsenin de hesap vermediği bir dönemin içine girilmiştir. Oluşturulan yapı ile 2002’de iktidara geldikten hemen sonra Avrupa Birliği hedefiyle reformist bir atmosfer yaratan siyasi hareketin aynı yapı olduğuna inanabilmek son derece güçtür. İşte, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıllık macerasındaki insan hakları tablosu, bu resimle sona ermektedir.

Cumhuriyetin kalitesi, cumhuriyetin kanunları, cumhuriyetin yönetim şekli, cumhuriyetin eğitimi, ekonomisi ve refah düzeyi, en fazla içinde yaşayanların ortalaması kadar olabiliyor. Cumhuru ne kadar geliştirebilmişsek, cumhuriyet de o kadar gelişebiliyor. Dolayısıyla bir şey bekleyeceksek cumhuriyetten değil, cumhurdan beklemek gerekiyor.

SONUÇ

Yüz yıla sığan bir dönemin böyle bir fotoğrafını çekebilmek için, öncelikle geçmişle yüzleşebilme bilincini göstermemiz gerekir. 1915 Ermeni Soykırımı’nın aradan geçen onca yıl sonra hala konuşulamadığı, ifade özgürlüğünün de tanınmadığı bir coğrafyada, 1934 Trakya Pogromu’nu konuşup anlamadan 1942 Varlık Vergisi’ni de anlayamıyoruz. 1942 Varlık Vergisi anlaşılmayınca, 6-7 Eylül 1955 Olayları havada kalıyor. 6-7 Eylül ile yüzleşmezseniz, ne yazık ki 1978 Kahramanmaraş Olayları’nı da anlayamıyorsunuz. Onunla yüzleşmeyince 1980 Çorum, 1993 Sivas olaylarıyla da yüzleşilemiyor. O yüzleşmeler olmadan, bugünü ve yaşadığımız insan hakları sorunlarını anlamaya da imkân yoktur. Neden mi? Aslında yaşanan bütün bu olayların tümü birbirine bağlı da ondan…

Cumhuriyetin başında Kürtlerle kurulan ilişkinin çarpıklığı, hepimizin bugününü de etkiliyor. Azınlıklarla o dönemde kurgulanan ilişki, bugünü etkilediği kadar geleceğimizi de esir alıyor.

İnsan hakları, ne yazık ki cumhuriyet dönemi anayasalarında pek de önemsenen bir başlık olamadı. Anayasalardaki bu durum, elbette uygulamaya da yansıdı. Geçen yüz yıllık dönemi insan hakları açısından başarılı kabul etmeye bence imkân yok. Elbette çok daha kötüsü de olabilirdi; ancak bilimsel ilerlemenin şartları gereği, hep bizden ileride olanları baz almamız gerekiyor, altımızda olanları değil. Görebiliyoruz ki bazı kazanımlar elde edilmiş ve bunlar azımsanacak şeyler değil; ancak sürekli Afganistan gibi bir yer olmadığımızı anımsamak yerine, Finlandiya, Danimarka, İsveç veya Norveç düzeyine bakmak gerekmez mi?

Oldum olası pek hazzetmediğim bir söz, “Mevzubahis vatansa, gerisi teferruattır” der. Söz konusu vatan olunca gerçekten de geri kalan her şey, mesela hukuk, adalet ya da ahlak teferruat haline mi dönüşüyor? Bu kadar pragmatist olunca, hayatta ilke denilen şeyin de haliyle bir önemi kalmıyor.

Cumhuriyetin kalitesi, cumhuriyetin kanunları, cumhuriyetin yönetim şekli, cumhuriyetin eğitimi, ekonomisi ve refah düzeyi, en fazla içinde yaşayanların ortalaması kadar olabiliyor. Cumhuru ne kadar geliştirebilmişsek, cumhuriyet de o kadar gelişebiliyor. Dolayısıyla bir şey bekleyeceksek cumhuriyetten değil, cumhurdan beklemek gerekiyor.

Dilerim cumhuriyetin ikinci yüzyılı, birinciden çok daha başarılı geçer.

 

Kaynakça

Atatürk, Kemal; Nutuk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, C. II (1920-1927), On ikinci Bası, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1972. (Nutuk)

Aygün, Hüseyin; Dersim 1938 ve Zorunlu İskan, Dipnot Yayınları, Ankara, 2011.

Güllapoğlu, Fatih; Tanksız Topsuz Harekat, Tekin Yayınları, İstanbul, 1991.

Koç, Taylan; Ana Hatlarıyla Türkiye’de Siyasal Hayat, Karahan Kitabevi, Adana, 2013.

Küçük, Adnan; 1924 Anayasasında Temel Haklar ve Hürriyetler, Liberal Düşünce Dergisi, S. 82, 2016, s. 5-54.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Varlık_Vergisi_(Türkiye) (02.11.2023)

https://tr.wikipedia.org/wiki/Muğlalı_Olayı (02.11.2023)

https://tr.wikipedia.org/wiki/27_Mayıs_Darbesi (02.11.2023)

https://www.failibelli.org (02.11.2023)

https://bianet.org/haber/carkin-o-bebegi-pkk-degil-biz-oldurduk-128774 (02.11.2023)

* 29 Ekim 2016 tarihli ve 675 sayılı KHK ile ihraç edilmeden önce, Çukurova Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak çalışıyordu. Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi ve İnsan Hakları Gündemi Derneği üyesi, İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP) yürütme kurulu üyesi, avukat.

[1] Küçük, Adnan; 1924 Anayasasında Temel Haklar ve Hürriyetler, Liberal Düşünce Dergisi, S.82, 2016, s. 8.

[2] Atatürk, Kemal; Nutuk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, C. II (1920-1927), On ikinci Bası, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1972, s. 755-766.

[3] Nutuk, s. 894-896.

[4] Tunceli Valiliği Resmi Sitesi İl Nüfus Bilgileri sayfasında, ilin 1935 nüfusu 101.099, 1940 nüfusu 94.639 ve 1945 nüfusu 90.440 olarak verilmektedir.

https://web.archive.org/web/20120119065759/http://www.tunceli.gov.tr/page.asp?id=42 (02.11.2023). Ayrıca dönemin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 23 Kasım 2011 günü yaptığı konuşmada, 9 Ağustos 1939 tarihli bir belgede, Dersim’de 13 bin 806 kişinin öldürüldüğünün ifade edildiğini belirtmiş ve Dersim’de yaşananlar için; “Eğer devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa ben özür dilerim, diliyorum.” demiştir. https://web.archive.org/web/20111124204821/http://www.ntvmsnbc.com/id/25299620/ (02.11.2023)

[5] Aygün, Hüseyin; Dersim 1938 ve Zorunlu İskan, Dipnot Yayınları, Ankara, 2011, s. 57.

[6] Koç, Taylan; Ana Hatlarıyla Türkiye’de Siyasal Hayat, Karahan Kitabevi, Adana, 2013, s. 97.

[7] Koç, s.100.

[8] https://tr.wikipedia.org/wiki/Varlık_Vergisi_(Türkiye) (02.11.2023)

[9] https://tr.wikipedia.org/wiki/Muğlalı_Olayı (02.11.2023)

[10] Koç, s. 120.

[11] Güllapoğlu, Fatih; Tanksız Topsuz Harekât, Tekin Yayınları, İstanbul, 1991, s.26.

[12] https://tr.wikipedia.org/wiki/27_Mayıs_Darbesi (02.11.2023)

[13] https://www.failibelli.org (02.11.2023)

[14] https://bianet.org/haber/carkin-o-bebegi-pkk-degil-biz-oldurduk-128774 (02.11.2023)

 

Sitemizin açılışında ilk dosya konusunu “100. Yılında Cumhuriyet” olarak belirledik.
Bu yazı 100. Yılında Cumhuriyet Dosyası‘nda yayımlanmıştır.
Dosyanın diğer yazıları için buraya tıklayınız.

Günal Kurşun
Latest posts by Günal Kurşun (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir